Bu hafta değerli bir kalem ile röportajımız var.

 Sevgili Emre Timur ile geçtiğimiz yıllarda kendisinin etkinliğinde İzmir Karşıyaka’ da tanıştık. Onu sahnede gözlemledim. Akabinde kitaplarını yakın incelemeye aldım. Sunumundan çok etkilendim. İmza organizasyonlarını takip ettim.  Kitaplarını incelediğimde “Varoluşçu” kelimesi ona çok yakışıyor. 9 kitap yazmış ama bakın öyle böyle değil konuları! Fena değişik bir tat var kitaplarında… Çürüyen Çağın Romanı “Çürüme” isimli kitabı ile ilgili röportajımızı da  hatırlarsınız.

Kalemi bu kadar güçlü bir yazar olan Emre Timur’a; “Konularınızı nasıl seçiyorsunuz? Konu seçimi tesadüfimi oluyor ya da hayatta karşılaştığınız bazı olaylardan mı etkilenip yazıyorsunuz?”dedim.

Aslı Hanım: Aslında tek bir konum var. Hatta biraz egzajere edersek, tüm kitaplarım aynı şeyi anlatır. Karakterler, zaman ve mekân değişebilir ama hepsi de varoluş boğuntusu hakkındadır. Kişinin kalabalık içinde kendine yabancılaşması, kendisini yalnızlığına savurması ve bu sefer de iç daralması yaşaması hakkında… Yani bu döngüyü anlatıyorum ben hep. Bu hepimizin döngüsü, hepimizin öyküsü olduğundan sonsuz hikâye türetebilirsiniz bu çekirdekten.” İfadelerini kullanan Sayın Emre Timur ile kitapları Tereddüt, Ödev en çok da Kuklacı’yı konuştuğumuz röportajımız sizlerle.  

 

 

Emre Bey ben sizi yakinen tanıyorum yeni okurlarımız için söyleşimize sizi tanıyarak başlayabilir miyiz, kimdir Emre Timur? Bir günü nasıl geçer?

Sizinle söyleşmek her zaman keyifli, yine bir arada olmak güzel. Aslında en zor soruyla başlıyoruz. Kişinin kendini tanıtması güç. Kim olduğum sorusuna ne yaptığımı anlatarak cevap verebilirim. İki tane yaşantım var; aydınlık yanıyla mimar ve eğitmenim, karanlık yanıyla varoluşçu bir yazarım. Aydınlık sözcüğünü salt mecazi kullanmadım. Mimarlık ve eğitmenlik sahiden de gündüzleri yaptığım bir şeydir. Dünya genelinde elli bini aşkın kayıtlı öğrencim var ama mesela onlar benim şiir, roman, ötekiler, şiddet, intihar, anksiyete vs. hakkında konuştuğumu hiç duymazlar. Bunlar gecenin fısıltılı, mahrem konularıdır.

Şu an sanıyorum 9. kitabınız raflarda. Kitaplarınızı çıkartmayı ne zaman ve nasıl düşündünüz?

 

DOKUZ YILDA DOKUZ KİTAP ÇIKTI!

Evet, dokuzu okunuyor, daha çoğu da yazılmış, basılmayı bekliyor. Hatta son bir yıl çok verimli geçti, üç kitabım birden çıktı. Yani sonuç olarak, dokuz yılda dokuz kitap çıkmış oldu. İnsanın bence hayatta bulabileceği en değerli hazine şu hayatta ne yapacağıdır. Evet, şu hayatta ne yapacağını bulmuş kişi erer. Ben de erdim. Bu hani biraz, bir kuş yavrusunun yuvadan düşerken tesadüfen uçmayı öğrenmesi ve kuş olduğunu keşfetmesine benzer. İşte ilk kitabını kucağına alan yazar da bunu hisseder, şayet sahiden bu dünyaya yazmaya gelmişse. Ben de böyle hissettim. Yazma kısmı zaten hep vardı da baskıya verme kısmı tesadüfler zinciri sonucu, küçük bir cesaret hamlesiyle oldu. İyi ki de oldu. İşte Palyaçonun Listesi’ni kucağıma alışımın üstünden dokuz yıl geçti ve şuna eminim, bin yıl yaşasam da bunu yapmak istiyorum; yazmak, yazarak rahatsız etmek istiyorum.

 

Herhangi hikâyesi var mı kitap isimlerinizin?

İsim seçme konusunda kötüyümdür çünkü mükemmeliyetçiyimdir. İlk yıllar bu konuda huzursuzluğum şuydu; benzersiz olmasını isterdim. Zamanla fark ettim ki önemi yok. Kitabın ruhunu doğru vermesi, kolay telaffuz edilmesi yeterli. Tek bir kelime kullanıyorum ilk kitabımı saymazsak. Zaten sevdiğim ve kitapların içinde de sık kullandığım bazı sözcükler var; huzursuzluk, yabancılaşma, şüphe, kaygı, yalnızlık… gibi, kitaplar da isimlerini buradan ilham alır. Son evladımın ismini “Kuklacı” koydum mesela. Yok mu bu isimde başka kitap, var elbette ama bu kitabın ruhunu en iyi yansıtan isim de buydu. 

Son zamanlarda sosyal medya hesapları insanın kimliği haline geldi. Eskiden yazarlar görünmezdi şimdiki yazarlar şöhretli olma baskısı mı hissediyor? Sosyal medya kimlik kazanmak mıdır? Yoksa kimliksizleşmek mi? Bu husus hakkında düşünceleriniz?

Hepimizin bir kimliği var şüphesiz. Bunun kendi başına bir hasar vericiliği yok. Kendiliğimiz var içte ve dıştan da kimlik tarafından inşa edilmiş bir kişiliğimiz, ortada… Peki, sorun nerede başlıyor? Kimliğimizi fazla ciddiye aldığımızda hastalanıyoruz. Kendimizi o sanmaya başlıyoruz. İnsan bir kere kimliklerinin arkasında kaybolmaya başladı mı, bir daha kendisini bulamaz. Ben mimarlık yapıyorum, demende sakınca yok ama “ben mimarım” dediğinde hastalanma başlıyor. Bu durum yazarlık için daha fena. On binlerce kişi “sen şusun” derken, kişi kendisini unutabilir. Arkasında kaybolmuş kişiyi sonradan bulmak da güç iştir. Ben hastalandıracak kadar şöhretli sayılmam ama bazı kitaplarım o aşamaya gelir gibi oldu, bence bu da eserlerime iyi gelmedi. Hiç anlaşılmaması, yanlış anlaşılmasından iyiydi. 

 

Emre Bey kitaplarınızdan yola çıkarak Türkiye'de varoluşçu sinemalardan, yeni filmlerden konuşmak isterim. Varoluşçuluğun Edebiyat dışında kalan sanat dallarına etkisi nedir sizce? 

Tam konum aslında, güzel soru. Şimdi öncelikle şunu belirteyim, Varoluşçuluğu sahiplenen tek sanatçı benim bildiğim kadarıyla, edebiyatı sanat sayarsanız. Varoluşçu Edebiyat denen örneklerin tümü, dışarıdan yapılan yakıştırmalardır Türkiye’de. Yoksa Oğuz Atay çıkıp kendine bu ismi koymuş değil. Sinemada da durum böyle. Yakın zamanda benim de çok sevdiğim iki yönetmenin birer filmi geldi; Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un. İkisi de bildiğim kadarıyla kendisini Varoluşçu olarak tanımlıyor değil ama apaçık ki sinemaları yabancılaşma, yalnızlık, içdaralması ile dolu gırtlağına kadar. Gerçi Varoluşçuluğun her zaman biraz tanım sorunu olmuştur ama etkisi yadsınamaz. Bir bakıma çağın ruhudur Varoluşçuluk.

9 kitabın babası olarak bu soruyu tekrar sormak istiyorum size: Kitabınızda kendinizden soyutlanmış karakterlerimi yoksa sizi yansıtan karakterlerimi anlatmak daha güzel geliyor? Yani eserlerinizin sizi yansıtması hoşunuza gider mi?

 

“Baba” dediniz mesela, çok ilginç, ben “anne” kavramını tercih ediyorum. Kendimi bu denklemde yağmur gibi değil, toprak gibi hissediyorum. Aslında roman yazarı bir yönüyle hermafrodittir; kendi kendisini döller. Sorunuza gelirsek, yazar ne kadar inkâr ederse etsin, zahiren aksi görünürse görünsün tüm karakterler yazardan seker, yazara belenmiştir. Kendime bulamadığım, değil bir karakteri, bir harfi bile yazamam ki. Zaten yazar sahiden yazarsa kokusunu bırakandır ama sorunuz doğrudan kendimi yazıp yazmadığımsa, cevabım hayır. Şimdilik o kadar soyunabileceğimi sanmıyorum; yarı çıplak kalmakla yetiniyorum.

Kitaplarınızı yazmaya başlarken kurguyu önceden mi belirlersiniz? Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir?

İkisini de denedim. Palyaço’m mesela biraz organik büyümüştür. Ötekiler, her saniyesi özenle tasarlanmış cinsten. İkisinden de iyi şeyler çıkar, yazar yazmayı biliyorsa. Bana sorarsanız ortası olmalı. Spontan ve planlı yanları dengeli olmalı bir eserin.

Kitaplarınızın genel tema ve içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz? 

Son 3 kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?

Aslında çok geniş bir soru ama özetleyebilirim. Tereddüt, Ödev ve Kuklacı hakkında konuşuyoruz. Tereddüt bir novella, hatta bu türdeki ilk kitabım. Kısa roman da diyebiliriz. Yazılmıştı zaten, vaktini bekliyordu. Kısa bir kitapta da dev duygulara girip çıkabilir okur. Bunu göstermek istedim. Kitabın kalınlığı yoğunluğundan başka bir şey. İki saatlik kitap yıkıp geçer! Ödev, benim felsefemi, hayata bakışımı derleyip toplayan Us isimli kitabımın devamı niteliğinde. Birkaç yılda bir bu türde kitaplar derlemeyi düşünüyorum, nitekim okuyup düşündükçe birikiyor. Kuklacı çok özel bir kitap. Bir yılı aşkındır önümde açık duran bir dosya Kuklacı. Bir yıldır Mezopotamya’da yaşıyorum. Hem form hem özde yeni şeyler denedim. Çok da iyi bir yankı buldu. Çıkış öykülerini sormuşsunuz ama o kısım hep sihir ve gizem doludur. Açıkçası, iner. İnme kavramını seviyorum çünkü ilham biraz böyle bir şeydir. Yazarın kalbi yarılır, gökten kalbe kitap düşer.

Yazı yolculuğunda gelecek ile ilgili projelerinizden bahseder misiniz?

Çok büyük eserler hayal ediyorum. Suyuna talip olduğum büyük pınarlar var. Özellikle felsefi romanda köşe taşı denebilecek önemde kitaplar yazmak istiyorum. Her şey sadece zaman ve imkân meselesi. Karanlık bir ses buldum ve bu sesi asla yitirmek istemiyorum. Varoluşçu Edebiyatın siyah kanlı yoluna birkaç taş da ben koymuş olmak istiyorum. Ben bağırmak istiyorum; bağırıyorum çünkü anlaşılmak istiyorum.

Ne tür okuyucu kitlesine hitap ediyorsunuz?

Herkesin her romanı okuyabileceğine inanmıyorum. Aynı tanıdık boğuntuyu, o meşum yabancılaşmayı hissediyor olmayan okur lezzet almaz bu siyah kaplı tehlikeli şeylerden. Lezzet almadığı gibi anlayamaz da kanımca. O yüzden rahatsız olmaya talip olmalı kişi, kim olduğunu arıyor olmalı, hiç değilse merak ediyor olmalı. Cevapları bende, demiyorum ama unutmayın, en iyi öğretmen en iyi cevabı veren değil, soruyu en iyi düzeltendir.

"Tereddüt, Ödev, Kuklacı" ile birlikte güzel bir okur kitlesi yakaladınız. Diğer kitaplarınız zaten zirve yapmıştı bunu yakinen takipteyim. Son kitaplarınıza dönütler nasıldı?

Kitlem aslında Şizofren ile birlikte var oldu diyebilirim. Belki hala da o kitleyleyizdir. Dönüşleri özellikle 1000Kitap gibi sitelerde takip etmek mümkün ve çok gurur verici. Şunu ölçü sayar mısınız, bilmiyorum ama olumsuz eleştirilen, sesime uymadığı söylenen kitabım olmadı. Yine benim için gurur verici olan diğer şeyse her kitabımın bir öncekinden daha gür, daha gürbüz bulunuşu. Bunlar benim için mutluluk verici. Evrimi görmek, yaşamak, deneyimlemek…

"Kuklacı" romanınız sansürlendi. Sansür deyince aklınıza ne geliyor, neden sansürlendi Kuklacı? sansürün genel doğası hakkında konuşmak istiyorum sizinle? 

 

SANAT ÖZÜ VE FORMU İTİBARIYLA SANSÜRE GELEMEZ

Aslında sansürlenmedi, sansürlemeyi deneyen, cüret eden bir yayınevi oldu. Sanat özü ve formu itibarıyla sansüre gelemez. Hatta birkaç yıl önce, muhafazakâr sanat, diye bir tartışma vardı Türkiye’de. Sanat muhafazakâr olur mu, olabilir mi? Sanat sansürlenemez, sus kabul etmez, kısıtlanamaz ve tam da bunlar mümkün olmadığı için sanat sanattır. Diğer türlüsüne sanat değil şaklabanlık denir, kuklalıktır o iş, satılıktır. Ben “Kukla”mı satmadım. Teklif edildi, bulantıyla reddettim! Nihayet Kuklacı sansürsüz, yazarın öz kaleminden kusulduğu ve ilham olarak indiği haliyle basıldı ve okunuyor. Evet şiddet var, evet seks var ama bunlar hayatta da var. Beyzade çıkmış diyor ki bana, “fahişe” kelimesi yerine “kötü kadın” yazalım! Bir kere o kelime “fe-ha-şe” yani abartmak demek. Kadına verilen değeri görün! Olsa olsa ancak kader mahkûmu, sistem mahkûmu denebilecek bu kurban kadınlara, “kötü” diyebiliyor! Sisteme kötü diyen, çocuk gelinlere, başlık parasına, kızını okutmayanlara kötü diyen yok! Velev ki tek kişi okumasın ama ben eserimin ayıp yerlerinin korkaklar tarafından örtülmesine izin vermem, vermedim çünkü asıl “ayıp” bu örtme eylemi, örtme teklifidir. Bu ahlaksız bir tekliftir! Şiddetle reddettim!

Aslında bir mimarsınız. Biz bu konu üzerine hiç durmadık. Udemy'de dünya genelinde çok fazla öğrenciniz var. Mesleğinizden meslek başarınızdan da bahsedelim istiyorum, biraz açalım mı? 

Pandemi sonrası dünya, eskisinden çok farklı. Dijital bir dönüşüm yaşadık. Somut eylem ve bedenlerimizin olmadığı işlerde çalışır olduk. Eğitim de bu evrimden nasibini aldı şüphesiz. Udemy o sıralar patlayan ve parlayan bir platform oldu. Mimarlık üzerine eğitimlerim vardı zaten ama artık yalnızca online eğitim veriyorum ve ağırlıklı olarak Udemy’de. İşimi seviyorum. Bana zaman yarattığı için sanatsal faaliyetlerimi daha rahat yapabiliyorum. Evet, on binlerce öğrencim var, hem de küresel. Öğrencilerimin nezaketini ve enerjisini seviyorum. Pek çok ortamda bulundum ama ilginçtir, en nazik insanlar online eğitim alanlardan çıkıyor. Bu da belki kendi başına bir inceleme konusu.

Pandemi sonrası eğitimin evriminden bahsettiniz. İnsanlar niçin üniversitelerde bir şey öğrenemiyor? 

Yıl kaç olmuş, hala karma eğitimi tartışan var. Devlet denetimli merkezi eğitim normalde zaten problemli bir sistemken, Türkiye’de berbat durumda. Her yıl da kötüleşiyor, diyebiliriz. İşin garibi herkes bunun farkındayken kimsenin bir şey yapmıyor ya da yapamıyor. Kimsenin bir şey öğrenemeden mezun olduğunu en yakından, bizzat biliyorum çünkü öğrencilerimle ana konu başlığımız hep bu oluyor. İyi ki online eğitim var, diyelim. Daha da iyi noktalara geleceğine eminim.

 

Peki, bu yolculukta ne zaman ben artık yazarım diyebildiniz? Ya da kendinizi "yazar" olarak tanımlıyor musunuz? 

BELKİ DÜNYANIN EN KÖTÜ YAZARIYIM

 

Kimi yazar arkadaşlarımın bu sözcüğü kullanmaktan özellikle kaçındığını biliyorum. “Yazan” sözcüğünü tercih ediyorlar ama bunun tevazuyla bir ilgisi yok bence. “Ben mühendisim” demek nasıl bir övünme biçimi değilse, “yazarım” demek de nasıl yazdığım hakkında değil, ne yaptığım hakkındadır. Belki dünyanın en kötü yazarıyım ama evet, ben bir yazarım. Ne zaman? Güzel bir soru ama bilmiyorum. Silik bir başlangıcı olur bunun kanımca. Belki ilk mektuplarım ile yazar sayılır oldum ama kendimi ne zaman yazar gördüm? Beylik olacak ama ilk kitabımla diyelim. Bu cevap tatmin etmediyse doğrusu şu: yazar, doğduğunda bilkuvve yazardır; ilk kitabını kucakladığında bilfiil yazar olur.

Okumaktan hoşlandığınız dünya ve Türk edebiyatı yazarları kimler? Dünya edebiyatı ile ilginiz nasıl?

Okumaya aç olmayı, yazmak ve yaşamaktan çok okumaya sarılmayı salık veriyorum. Ben de âşığım okumaya. Elbette, dünya edebiyatıyla da yerli edebiyatla da meşgulüm ama beslenirken felsefi metinleri tercih ediyorum. Edebiyat, üretirken tercih ettiğim türdür. Yazar neye açsa onu okumalı, tür kısıtı bence ilhamı da kısıtlar. Özetle, yazma için en büyük besin daima okumadır

“Ben de yazmak istiyorum” diyen genç yazarlara tavsiyeler verin, desem? 

Dediğim gibi, önce okumak, bolca okumak. Sonra yetenekli olup olmadıklarını hesaba katmaksızın yazmak. Benim en sık karşılaştığım hata, acemi yazarın kendi yeteneğini sorgulaması. Buna gerek yok. Yazmak sağaltıcıdır, terapötiktir. Salt bu yüzden yazılır. Yeteneksizsin diyelim, yazmayacak mısın? Yani, iyi yazabiliyor muyum, sorusu beyhude. Sorulacaksa da ertelenmeli. Bir de çok iyi okur oldukları halde yazmayan, yazdıklarını bastırmayanlar var. Hayat kısa ve bu güzel armağanı, yazabilme istidadını çöpe atmamalı.

Eğer siz sormasaydınız ben soracaktım, dediğiniz bir sorunuz var mı? Son sözü size bırakıyorum… Teşekkürler. 

Türkiye iki cereyan arasında kalan bir kültür; Ortadoğu ve Avrupa. Her şeye rağmen ümitliyim. Ülkeme ve gençlere okuma ve kültür dolu bir gelecek diliyorum. Okumanın olduğu yerde kadın cinayeti, şiddet, çocuk gelin sorunu olmaz. Bunlar özünde cahillikten doğan sorunlar. Düşünün, kölelik Cumhuriyet ile kaldırıldı, daha dün yani. Kadınların seçme seçilme hakkı da çok taze ve henüz alışılmadık bir aydınlık… Aydınlanma hep yavaşça, topallayarak gelir ama sonunda gelir. İşte ben de bu topraklara aydınlık diliyorum. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Benim için çok keyifliydi.

Yolunuz Açık, yürek sesiniz daim, kaleminiz kavi olsun Sayın Emre Bey. 

Röportaj:

 Aslı Mercan Sarı