RÖPORTAJ: FUNDA AKOSMAN ERMAN
 

Merhaba hocam, nasılsınız? Sizi biraz kendi ağzınızdan tanıyabilir miyiz?

İnsanın kendi kendini tanıtması biraz garip olur ama, ben Kazak Türkü bir ailenin İstanbul’da doğan bir evladıyım. Dolayısıyla Türkiye-Kazakistan arasında hatta Türk Dünyası arasında bir köprü veyahut da bir kültür elçisi olmak gibi bir davamız var. Türkiye’de olduğumda Kazakistan’ı, Kazakistan’da olduğumda da Türkiye’yi anlatmaya çalışıyorum.

Bu konuda çok başarılısınız hocam sürekli aktifsiniz, etkinlikleriniz sürüyor biz de takip ediyoruz.

Estağfurullah, yani iki kültürü de iyi bildiğimiz için, başka bir deyişle hem Türkiye’de doğduk hem de ailemiz Kazak kökenli olduğu için iki kültür arasında büyüdüm. Akademisyen olunca, hele tarihçi olunca da, bu işi bilimsel temelde sağlıklı yapma imkanımız da olmuş olabilir. Aslında benim tarihçim olmamda Türkiye’de Kazak bir ailenin evladı olmamın payı büyüktür. Çünkü ben aslında teknik bir adamım. Boğaziçi Üniversitesi’nde elektronik okudum, mezuniyetten sonra Atatürk Havalimanında kontrol kulesinde elektronik bölümünde çalışmaya başladım. O dönemde “Biz Kazaklar Türkiye’de ne arıyoruz? Niçin anavatandan göç ettik? Sovyetler Birliği neden Kazakistan’ı işgal etmiş?” gibi sorular aklıma takılmaya başladı. Ayrıca, Soğuk Savaş dönemi, Kazakistan ve Türkiye iki farklı blokta yer alıyor. İki ülke arasında hiçbir ilişki yok. Sovyetler Birliği ile ilgili araştırmalar sakıncalı, çünkü komünizm propagandası yapmakla suçlanabiliyorsunuz. Bundan dolayı da Kazak tarihi üzerine yeterli sayıda kitap yok. Bu da bizi bu araştırmaları kendimin yapması gerektiği kararına götürdü. Oysa, çok ilginçtir ortaokul ve lisede en sevdiğim ders matematik, hiç sevmediğim ders ise tarihti.

Öyle mi? Kimse duymadı. (gülüşmeler)

Çünkü tarihi sevdiren öğretmenlerdir. Benim talihsizliğim iyi bir tarih öğretmenine rast gelmemiş olmamdı herhalde.

O yüzden şimdi siz şahane bir öğretmen oldunuz, öğrencileriniz çok şanslı

Tarih öğretmenlerim hep ezberletirlerdi, ben de ezberden hoşlanmazdım. Ama matematiğe büyük ilgim vardı. Matematikte başarılıydım, teknik konulara yatkındım. O yüzden liseden sonra elektronik eğitimi aldım, fakat şartlar ve kader bizi daha sonra sosyal bilimlere itti. İşte havaalanında çalışırken o soruların cevabını bulmak için bir kere daha üniversite okumaya, tarih tahsil etmeye karar verdim ve İstanbul’da hangi tarih bölümü iyidir diye sordum. Dediler, İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü ve tekrar sınava girdim, ilk tercihim oydu ve kazandım. Bundan dolayı kendimi Allah’ın şanslı kulu olarak görüyorum. Çünkü dileklerim yerine geliyor.

Ne güzel kalbiniz temiz hocam. O yüzden istedikleriniz oluyor maşallah

Liseden sonra elektronik okuyacağım dedim, oldu. Çünkü ticaret lisesi mezunuyum; yüksek tahsilde normalde ekonomi veya işletme gibi bir bölüm okumam lazımdı. Ancak lise son sınıfta elektroniğe merak sardım. Dolayısıyla üniversitede elektronik okudum. Sonra da havaalanında çalışırken de tarihe merak sardım. Allah’tan babamın maddi durumu yerindeydi. Kendisinden ikinci üniversite için izin istedim: “Baba bir üniversite daha okusam ne dersiniz?” O da: “Oku evladım, okuyabildiğin kadar. Maddi durumum var, desteklerim. Biz göçte doğduk, göçte yaşadık. Hayatımız sıkıntılarla geçti, okuyamadık. Benim seni okutmaya yetecek malım mülküm var. İstediğin kadar oku”, - dedi. Böylece tarih okuduk. Orda da şansım yine yaver gitti ve yetenekli gençlere özel bir önem veren değerli hocam Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’yla tanıştım. Onun destekleriyle bugünlere geldim.

Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu hocamız da bir ekol ve efsane bir öğretmen

Birinci sınıftan hocamız beni gözüne kestirmiş. Tabii tecrübeli hoca. Hangi öğrenciden akademisyen olur, biliyor. Geçenlerde bir konferansta hocam anlatmıştı: “Ben akademisyen olacak öğrenciyi gözünden tanırım” dediğini duyan bir genç hocaya gidiyor ve soruyor: “Hocam ben de akademisyen gözü var mı?” Hoca diyor ki, “Onu anlamam için seni bir de sınıfta görmem lazım (gülüşmeler). Yani ders esnasında sınıfta nerede oturursun. Çalışkan öğrenciler en ön sırada oturur. Ayrıca ders dinlerken gözün parlıyor mu? Hocanın verdiği ödevleri tam ve zamanında yapıyor musun? Tavsiye ettiği kitapları okuyor mu? Derste ilginç ve zekice sorular soruyor musun? İşte bunlar olduğu zaman sende bir ışık var demektir.”

Hoca bir de anket yapardı. O zamanlar öyle facebook, instagram gibi sosyal medya falan yok. Şimdi biz öğrenciyi tanımak istediğimizde için facebook sayfasına bakıyoruz. Ne paylaşıyor, neler yazıyor? Oradan bir fikir edinebiliyoruz. O dönemde bunlar yok tabi, birinci sınıfa başlayan öğrencilere özel hazırladığı soruları içeren bir anket verirdi. Tarih bölümü kaçıncı tercihiniz, kitap okumayı seviyor musun, hobilerin ne? gibi sorular. Ben tarih ilk tercihim diye cevaplayınca, beni yanına çağırdı. Sen tarihe bilinçli ve isteyerek gelmişsin, senden bir şey olur, dedi ve işte ondan sonra hocanın takibine girdik.

Daha sonra bir Avrupa serüvenimiz oldu. Tabi bu arada tarihten mezun olmuştuk. Elektronik mesleğini bırakmıştık. Çalışma alanımı bütün benliğimizle sosyal bilimlere kaydırmıştık. Çünkü sosyal bilimler üzerine araştırmaların verdiği manevi haz hiçbir şeyde yok. Ticarette, parada, pulda da bulamazsınız. Teknik bir mühendis de olabilirsin, doktor da olabilirsin, hatta çok para da kazanabilirsin ama yazdığın bir kitabın veya makalenin yayınlandığını, okurların beğenisini gördüğünde duyduğun sevinç ve mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamazsınız.

Siz bilimi paradan üstün gördüğünüz için elbette ki, o yolda ilerlmişsiniz, mesajınızı iletmiş olduk hocam

Dolayısıyla teknik mesleğimi de bıraktım, babamızın deri dükkanında çalışmayı da istemedim. Öğrenciyken babam ve amcamın Kapalıçarşı’nın yanında Sepetçi Han’daki deri mağazasında boş vakitlerimde ve hafta sonlarında çalışırdım. Turistlere deri giyim eşyaları satışı yapardım. Hep çalışırdım boş durmazdım. Zaten babam ortaokul yıllarında hafta sonları ve yaz tatillerinde deri atölyesinde çalıştırıp bu işlere alıştırmıştı. Ancak, ben ilkokul yıllarından kitap okumaya düşkündüm. Paraya pula düşkünlüğüm yoktu. Belki bazılarınca bu pek akıllı tercih olarak görülmeyebilir.

Çok da başarılısınız ve çok büyük işlere imza atıyorsunuz.

Ben hayatımdan memnunum. Allah’a çok şükür şimdi beni Türkiye, Kazakistan ve dünyanın başka birçok ülkesinde bilim çevreleri tanıyor. Kitaplarım, makalelerim okunuyor.  Ama ticaretle uğraşıp zengin biri olsaydım, beni kaç kişi tanırdı acaba? İdealist biriyim, iyi niyetle her şeye koşmaya, yetişmeye çalışıyorum. Niyet iyi olunca, sizin bir yardımcınız oluyor. O da Yüce Rabbimiz. Siz iyi niyetle, karşılık beklemeden çalışırsanız Allah da yardım ediyor. Ticarette böyledir, siz biriyle ortaklık yaptığınız zaman eğer iyi niyetliyseniz, işiniz rast gidiyor. Ama art niyetliyseniz, şirket çok kazanmaya başladığında ortağınızı bertaraf edip tüm karlara tek başıma sahip olayım gibi art niyetli düşünürseniz, o işiniz ters gider. Siz hem kendinizin, hem de ortağınızın hakkını gözetirseniz işiniz rast gider. Şimdi bunun gibi, bizim her şeyden önce niyetimiz halis, yazarken çizerken birilerine yaranmak ve birilerini gözden düşürmek gibi amacımız olmaz. Sadece toplumun menfaati, Türk milletinin tarihini ve kültürünü tanıtmak gibi iyi niyetli bir amaca yönelik çalışıyoruz. Bu sebeple topluma hizmet maksadıyla sosyal bilimlere odaklandık. İşte bizi bu şartlar, tarih bölümünden mezun olduktan sonra havaalanındaki işi bırakıp o zamanlar Sultanahmet’te bulunan Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivlerinde çalışmaya sürükledi.

Bir Almanya maceranız var hocam onu anlatır mısınız?

Onu da anlatırım. Şimdi konuya devam edeyim. Üniversite bittikten sonra Turgut Özal dönemiydi, Ermeni meselesi dünya gündemine oturmuş, Osmanlı arşivleri önem kazanmıştı. Bu sebeple 1980’lerin ikinci yarısında Osmanlı Arşivlerine çok sayıda Osmanlıca bilen uzman alındı. Biz de tarihten mezun olan sınıf arkadaşlarımızla müracaat ettik ve sınavı kazandık. İki sene kadar arşivde çalıştım. 1987’lerin sonunda Almanya’daki Hürriyet Radyosu Kazak Türkçesi yayınları bölümünün dil bilen uzman alımı için imtihan açmıştı. Bu imtihana Kazakça ve İngilizce iyi bilenler müracaat edebiliyordu. Bazı büyüklerimiz beni işaret etmişler, bundan benim haberim yoktu. Çünkü o dönemde Türkiye’deki Kazak gençleri arasında en iyi Kazakça bilen benmişim.

Bir alanda uzman olmak da aranılan kişi yapıyor insanı, nasıl geliştirmiştiniz Kazakça dil bilginizi?

Anlatayım. Ben öğrencilik yıllarımda SSCB içinde yer alan Kazakistan’da yurtdışıyla temas kuran “Vatan” adında bir derneğin bulunduğundan haberdar oldum ve ona mektup yazdım. O dernek bana Kiril harfli Kazakça romanlar göndermeye başladı. Fakat Kiril alfabesini bilmiyordum. Önce bu alfabeyi çözdüm. Sonra baktım romanlardaki bazı Kazakça kelimeleri de anlamıyorum. Kazak ailesindenim. Anam babam evde devamlı Kazakça konuşuyor. Ama benim ailem tahsilli insanlar değil, okuma yazmayı bile sonradan öğrenmiş insanlar. Kazakça bilgimiz “nasılsın, iyi misin, ne var, ne yok, gel ye, iç, gel, otur” gibi günlük konuşma diliyle sınırlıydı. Bu sebeple romanlardaki edebi Kazakçayı anlamıyordum. Bir sözlük ihtiyacım vardı. Ama Türkiye’de o dönemde Kazakça sözlük bulmak mümkün değildi. Bunun üzerine o yıllarda Türkiye Kazakları içinde kitaplar yazan, araştırmalar yapan Halife Altay isminde bir büyüğümüz vardı. Ara sıra evine gider, sohbet eder. Verdiği kitapları okurdum. Böyle bir sözlük belki onda olabilirdi. Tahminim doğru çıktı. Onda iki ciltlik Kazakçadan Kazakçaya izahlı sözlük varmış. Onu bir günlüğüne ödünç aldım. Fotokopiciye götürüp fotokopi yaptırıp kitap gibi ciltlettim. Böylece bir sözlüğüm olmuş oldu. Hiç unutmuyorum, yazın sıcak günlerinde arkadaşlarım top oynuyor, koşturuyor, denizlere girip serinliyorlar. Ben ise evde oturmuş kitap okuyorum, bilmediğim kelimeleri sözlükten bakıyorum. Ama işte bunlar benim Kazakça bilgimi muazzam geliştirmişti.

Kimse sizi zorlamıyor içinizden geliyor işte, tabi bu da başarıyı getiriyor. En büyük örneği de sizsiniz

Tabi akşamları ben de arkadaşlarımla top oynamaya çıkıyorum ama aklım derdim kitap. Bir de ben küçüklüğümden beri kitap kurduyumdur. İlkokul, ortaokul sıralarında boş vakitlerimde hep kitap okurdum. Mesela üç beş arkadaş mahallede, sokakta oyun oynarız.

Devamlı birbirimizin evlerine de gider, oynarız. Ben bir eve gittiğimde hemen kitaplıklara, raflara bakarım bu evde kitap var mı diye. Orada baktım güzel roman veya hikaye kitabı var, “arkadaşlara siz oynamaya devam edin, ben şu kitabı okuyayım”, derdim. Bazen üç-dört saat kımıldamadan kitap okumaktan boynum, sırtım tutulurdu, ama elime aldığım kitabı bitirmeden kalkmazdım. Böyle bir kitap hastasıydım. İşte bu kitap sevgisi bana gençliğimde bol bol Kazakça romanları okumama sebep oldu. Fakat sonradan anladım ki, yurtdışına komünist propaganda amacıyla kurulmuş olan Vatan cemiyetindeki çalışanlar da akıllı ve kültürlü insanlarmış. Bana gönderdikleri kitaplar Kazak Edebiyatı’nın önde gelen klasik eserleriymiş. Muhtar Avezov, Sabit Mukanov, Gabit Müsirepov ve Saken Seyfullin gibi Kazak Edebiyatının önemli yazarlarının kitaplarını göndermişler. Hepsi kaliteli romanlar. Bunun dışında Boğaziçi Üniversitesi’nde elektronik okurken İngilizcemi geliştirmiştim, Kazakçam da iyi. Dolayısıyla Hürriyet Radyosu’ndaki büyüklerim (onların birçoğu daha önce Türkiye’den işe alınmış kimselerdi) demişler ki, Abdulvahap Kara’yı bulun, mutlaka sınava müracaat etsin. Böylece benim sınavdan haberim oldu. Fakat aslında benim Hürriyet Radyosu’nda çalışmaya pek niyetim yoktu. Ama beni kandırdılar biliyor musun?


 

Nasıl yani? Sizi kandırıp mı çalışmaya ikna ettiler, hocam?

Evet. Bunu İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü Müdürü olan bir Kazak ağabeyimiz yaptı. O zamanlar bu enstitü benim tarih tahsili yaptığım Laleli’deki İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesinin içindeydi. Dersten çıkınca, bazen boş vakitlerimde oraya giderdim. Sağolsun, bu büyüğümüz benimle ilgilenir, çay, kahve ısmarlar. Tarih, kültür ve edebiyat üzerine sohbet ederdik. Ancak, bu ağabeyimiz o dönemde memur maaşları düşük olduğu için yurtdışına gitmeyi, özellikle Hürriyet Radyosu’nda çalışmayı çok istiyordu. Radyo sınav açınca ilk o gitti. Bilgili ve kültürlü olduğu için sınavı kazandı ve döndü. Bana “İki kişi daha alınacak, istersen sen de gir sınava, belki kazanırsın, birlikte çalışırız” dedi. Ben: “Yok, gitmem. Ne yapacağım Almanya’da gurbette.

Ben burada iyiyim. Sevdiğim işte, arşivde çalışıyorum. Maddi bir sıkıntım da yok. Türkiye gibi cennet bir yer varken, buradan ayrılmam”, - dedim.

O zamanlar gençler Almanya’ya gitmek için can atıyor. Fakat bende öyle şey yok. Sonra o abimiz beni kandırdı dedi ki: “Ya senin Münih’te bir kız kardeşin yok mu?” Dedim ki: “Var”. “Sen bu sınava gitmek için müracaat edersen radyo sınav için sana Almanya vizesi alabilmen için bir davetiye yollar, uçak biletin gelir, bir de 20-30 Mark günlük yevmiye alırsın. Böylece on gün Almanya’da kalır sınava girersin, hem de kardeşini ziyaret edersin. Sonra kazansan da gitmezsin. Seni zorla mı çalıştıracaklar” dedi. Teklif çok mantıklı geldi ve kabul ettim.

Böylece sınav için Münih’e gittik. Sınavda bir Amerikalı bana İngilizce haber metinleri getirdi onları Kazakça’ya çevirmemi istedi. Bunun üzerine “Çevireyim, ama hangi alfabeyle yazacağım. Türkiye’de doğdum; Latin harflerini bilirim, Kazakistan’ın Kiril Rus alfabesini bilirim, Doğu Türkistan’da Kazaklar Arap alfabesini kullanıyor, onu da bilirim. Bu üç alfabeden hangisini kullanayım” dedim.

Benim Arap alfabesiyle Kazakça yazmayı öğrenmem de ilginç bir hikâyedir. 1978’de Çin reform yapıp yurt dışına açılınca, Doğu Türkistan’da bizim akrabalar çıktı. Onlardan mektup gelmeye başladı. Onlar mektuplarında Arap harflerini kullanıyorlardı. Kimse bunu okuyamıyordu. Sadece Hamza İnan isminde yaşlı bir dedemiz var. O okuyabiliyordu. Mektup gelince babam: “Oğlum şu mektubu dedene okut bakalım ne diyorlar.” Ben de dedeme okuturdum. Sonra bir hafta geçer babam: “Oğlum şimdi git dedene ve cevaben şöyle şöyle bir mektup yazdır.” Ben dedeme mektubu yazdırıyorum ama dedem yaşlı olduğu için yazısı kargacık burgacık çok kötü, hani biz Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuz için Hafız Osman’ın harflerine alışık olduğumuzdan o yazıyı beğenmiyorum. Kendi kendime dedim ki, “Yazıyı öğreneceğim. Hem de dedemden daha güzel yazacağım. Hatta bunu görünce dedem, kendi mektuplarını da bana yazdıracak.”

Hocam çok azimlisiniz, bravo

Öğrenmeye meraklıyım. Arap harfleriyle Kazakça yazmayı öğretecek çevremde kimse yok. Ancak, Osmanlıca’nın Arap harfleriyle yazıldığını biliyorum. Bu sebeple eski kitaplar satan Beyazıt’taki sahaflara gittim. Oradan Osmanlıca Okuma Anahtarı diye bir kitap satın aldım, ona bakarak Osmanlıca yazmayı öğrendim.

Süpersiniz hocam

Fakat Osmanlıca ile bizim Kazakların kullandığı Arap yazılarının imlaları birbirinden farklıymış. Çoğunu anlamakla birlikte bazı Kazakça okunuş ve yazılışları anlayamadım. Bir gün öğrenciyim, o zaman Boğaziçi Üniversitesi’nde son dönemimdi. Belediye otobüsünde Zalebay Teyci isimli Kazaklardan yaşlı bir büyüğümüze rastladım. Onun geçmişte memlekette öğretmenlik yaptığını duymuştum. “Eski yazı biliyor musunuz, bana öğretir misiniz?” diye sordum. “Evladım bunu öğretecek genç bulamıyorum. Seve seve öğretirim. Hafta sonu evime gel”, dedi.

Tesadüf değil tabii siz kalpten istemişsiniz, çok da çalışmışsınız Allah karşınıza çıkarmışsınız ne mutlu

Tabii sonra evine gittim bir Cumartesi günü, evinde dolaptan eskiden kalma bir kitap getirdi. Bu, Kazakların meşhur şairlerinden Abay Kunanbayoğlu’nun Arap harfli eski baskı bir şiir kitabıymış. Ondan birkaç sayfa okudu bana. Ben de birkaç soru sordum: “Niçin bu böyle okunuyor? Bu neden böyle?” gibi. O da çok güzel açıkladı. Anladım. “Tamam, artık öğrendim. Bir daha gelmeyeceğim. Bu yazıyı çözdüm. Teşekkür ederim” dedim ve eve geldim. Güzel bir mektup yazdım. Dedeme götürdüm ve dedim ki: “Dede ben kendimce bir mektup yazdım. Bir okur musunuz, hatası, eksiği var mı?” Dedem mektubu eline aldı, okudu. “Oğlum hiçbir hata yok, hatta benimkinden güzel yazmışsın. Bundan sonra benim mektupları da sen yazacaksın. Benim katibim olacaksın” dedi. Dünyalar benim olmuştu. Maksadım hasıl olmuştu. Böylece vefat edene kadar dedemin mektuplarını ben yazdım. Sadece o mu, mahalledeki tüm Kazaklar mektuplarını bana yazdırıyordu artık.

Dolayısıyla Münih’teki sınavda Amerikalı görevliye “Hangi alfabeyle yazayım” diye sormak ihtiyacı hasıl olmuştu. Amerikalı da dedi ki: “Ben Türkologum. Bahsettiğin üç alfabenin üçünü de okurum. İstediğin alfabeyle yaz.”

Baktım Hürriyet Radyosu Kazak servisinde her yerde Kazakistan’dan gelen Kiril harfli gazete, dergi ve kitaplar var. Ben de Kiril harfleriyle yazdım sınav kağıdına tercümelerimi. Bir de ben Tarih Bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansa başlamıştım. Ders veren hocalarımızdan Prof. Dr. Mehmet Saray “Rusça öğrenmeden Orta Asya ve Kazakistan tarihi çalışılmaz” demiş ve bize Bulgaristan’dan göçmen olarak gelen ve Rusçası iyi olan bir turist rehberini Rusça öğretmeni olarak tavsiye etti. Yüksek Lisans yapan beş – altı öğrenci o kişiden saat ücretini ödeyerek Rusça dersleri aldık. Rus alfabesinin bir özelliği matbu yazısı ile el yazısının birbirinden farklı olmasıdır. Sonradan öğrendiğime göre, benim Kiril el yazısı bilmem de Amerikalı görevlinin hoşuna gitmiş. Münih’teki Hürriyet Radyosu’nun sadece bir radyo değil, aynı zamanda büyük bir SSCB Araştırma Merkezi ve muazzam bir kütüphanesinin de olduğunu görünce, fikrimizi değiştirdik ve burada çalışmamın Kazak tarihi bilgimi arttırmak açısından yararlı olacağını anladım. Böylece sınavı kazandıktan sonra burada çalışmaya karar verdim.

Hocam 40’a yakın çok değerli kitaplara imza attınız.  Sizin kitap yazmada muhakkak özel tecrübeleriniz vardır, bunlardan bahseder misiniz?

Ufkumuzu genişletmek için kitap okumak, bilgi almak zorundayız. Bilgilenmek, insan için hava, su ve yemek kadar ihtiyaçtır. Ben bilgilenme ile beslenme arasında benzerlikler olduğunu düşünürüm. Örneğin beslenmeyle vücudumuzun temel ihtiyaçlarını karşılarız. Ancak, vitamin, protein, karbonhidrat ve kalori vs alacağız diye tatsız tutsuz gıda maddelerini zoraki mi yeriz? Yoksa güzel bir sofra hazırlayıp hem göze, hem damağa hitap eden lezzetli yiyecekleri mi yeriz? Tabii ki ikincisi. İşte kitapta öyledir. Bilgi yüklü diye üslupsuz, Türkçesi iyi olmayan kitapları millete işkence ederek okutmanın anlamı yoktur.

Dolayısıyla ben bir kitabı yazarken insanlar bilgi alsın, bilgi alırken de hoşça vakit geçirsin diye akıcı ve güzel bir Türkçe ile yazmaya itina gösteriyorum. Öyle ki, insanlar kitabı okurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmesin. Tabii bu kolay bir iş değildir. Peki hocam siz bunu başarabildiniz mi diye soracaksınız. Eh, sanıyorum bunu başardım. Çünkü, kitaplarımı okuyan birçok kimse bana “Hocam çok güzel yazmışsınız. Rahat okunuyor. Bir başladım, elimden bırakamadım” dedi.

Bu başarınızın daha somut bir kanıtı var mı derseniz, o da var. Hiç unutmuyorum, başımdan şöyle bir olay geçti. Cengiz Dağcı kitabım çıktıktan sonra, beni Kırım Türkleri Derneği davet etti. 2006 senesiydi. Dernekten  “Hocam bize bir Cengiz Dağcı konferansı verin, hem de kitabı burada tanıtalım” dediler. Ben de kabul ettim. Dernekte konferansı yaptık, kitabın satışı da oldu. 15 gün sonra aynı yerde bir arkadaşımın konferansı vardı. Onu dinlemeye gittim. Biliyorsunuz Kırım Tatar Derneği’nde konferanstan sonra çiğ börek ikramı olur. Bunun için üst kata çıktık. Orada yemek yerken 45 yaşlarında bir beyefendi geldi. “Hocam durun size bir sarılayım, öpeyim. Size teşekkürüm sonsuz” dedi. Ben şaşırdım, “Hayrola ne teşekkürü?” diye sordum. “Sizin sayenizde hayatımda ilk defa bir kitabı baştan sona okuyup bitirme şerefine nail oldum. 15 gün önce tanıttığınız kitabı aldım ve sayenizde kitabı sonuna kadar okuyup bitirdim”, - dedi.

Daha önce hiç kitap bitirememiş mi? (gülüşmeler)

Bitirememiş. Sonra okuyucum şöyle devam etti: “Kitabı çok severim. Fakat bir türlü sonuna kadar okuyamadım. Kitabı iki-üç sayfa okuduktan sonra uykum gelir ya da canım sıkılır fırlatır atarım. Ama sizin kitabı elime aldıktan sonra bırakamadım. Okudukça okumak istedim ve kitabı bitirdim. Allah sizden razı olsun.”

Bundan sonrada okur artık hocam,  bitirir inşallah.

Tabi kitap okumak alışkanlıktır. Belli bir yaştan sonra başlayanlara kitap okumak zor gelir. Küçük yaştan itibaren alışkanlık edinirseniz, en zor kitabı bile okursunuz. Kitap yazmada benim Hürriyet radyosundaki gazetecilik deneyimim çok yararlı oldu. Günde iki makale yazardım. Hesap ettim çalıştığım yedi yılda 3.500 makale yazmışım. İnsan ne kadar çok yazarsa, kalemi o kadar çok kuvvetlenip akıcı hale geliyor. O açıdan rahatım. Benim doktora tezimin kitaplaşmış haline de “hocam bu çok rahat okunuyor” derler. Hatta bir keresinde biri bana şöyle dedi: “Bu bilimsel kitap sayılmaz” dedi. “Niçin” diye sorunca “Çok rahat anlaşılıyor” dedi. Demek ki, bilimsel eserin anlaşılmaz olması lazımmış! Ya da bilimsel eseri halk anlamamalıymış! Çok yanlış bir düşünce. Bilim kitlelere ulaşmazsa, o ülke kalkınır mı? Ne yazık ki, bunu söyleyen bir üniversite hocasıydı.

Bu tabuyu da yıktınız bence hocam.

Hocam her şey anlaşılıyor, bunu çocukta okursa anlar, bu bilimsel değil diyor.

Anlasın ki, okusun öğrensin, amaç o zaten. Hocam gençlere ne önerirsiniz?

Bu günümüz fırsatlar dünyası. Bunu sağlayan internet çağı, bilgi çağı olması. İnsanların kendi kendini yetiştirmesi çok uygun ortam ve araçlar mevcut. Gençleri bunları değerlendirmeli ve zamanı iyi kullanmaları, okuldaki, üniversitedeki eğitimle yetinmemeleri, onun üstüne çıkmaları gerekiyor. Bunları yaptıkları zaman başarılı olurlar yoksa bugünkü çağımızda tahsil imkanlar arttı. İş bulmada rekabet had safhada. Bugün en yoksul insanın bile tahsil imkanı var. Çünkü, alt düzey gelir seviyesindeki ailenin çocuklarına devlet burs veriyor, orta gelir düzeyinde ise kredi veriyor. Okuyamıyorum diyenler sağlık ve ailevi vs. sebepler dışında doğru söylemiyor, günümüzde herkes okuyabiliyor. Dolayısıyla şimdi herkesin neredeyse üniversite diploması var ve rekabet çok güçlü. Ekmek eskiden arslanın ağzındaydı, şimdi ise midesinde. Gençlerin bu rekabetten sıyrılması için kendilerini çok yönlü geliştirmesi lazım. Üniversite eğitimiyle yetinmeyecekler, ama illa Avrupa’ya Amerika’ya gitmeye de gerek yok. İnternette bütün eğitimler var. Kendi kendine yabancı dil bile öğrenmek mümkün. Her türlü alanda uzmanlaşmak için özel siteler, bloglar var. Bilgiler e-kitap olarak da var, video olarak da var. Burada tek sorun gençlerin zamanını bunlara kanalize edebilmesi. Yani gençler zamanını sadece internetteki oyun ve zaman öldürme araçlarıyla harcamamalı. Böyle yaparlarsa, vakitlerini boş şeylerle harcamış olurlar ve cahil, bilgisiz kalırlar. Bu sebeple internet denen olay hem yararlı, hem de zararlıdır. İlla gençler oyun oynamasınlar, sosyal medyada olmasınlar da demiyorum. Hatta bunları yapsınlar, çünkü ölçülü kullanılırsa bunlar da yararlıdır. Fakat devamlı oyun ve sosyal medya olursa, o zaman kaybederler.

Ayrıca gençlerin photoshop, kamera çekimi ve video montaj gibi görsel malzemeyi işleyen programları da mutlaka öğrenmeleri lazım. Çünkü günümüzde algı önemli oldu. Artık her şeyin resimlerle anlatıldığı ve bir algı oluşturulduğu bir dönemdeyiz.

Bunlar bilimsel etkinliklerde de yararlı oluyor. Mesela sempozyum veya konferans afişlerimi kendim hazırlarım. Derslerimde kullandığım slaytlardaki harita ve grafik gibi görsel malzemeyi de kendim hazırlarım. Bu hem hızlı oluyor, hem de paradan tasarruf ediyorsunuz. Üniversitelerde bu tip şeylere pek bütçe ayrılmıyor. Dolayısıyla reklam ajansına afiş tasarlatmak için para vermenin imkanları çok kısıtlı. O yapılmadığı zaman da etkinliğinizi duyuramıyorsunuz. Özetle gençlere tavsiyemiz, kendilerini çok yönlü eğitecekler. Her şeyi okuldan, üniversiteden beklemeyecekler. Bunun için çok ama çok okumalı ve interneti zaman öldürme değil, bilgi aracı olarak kullanmayı öğrenmeliler. Kısaca söylemek gerekirse, internet ve sanal teknolojinin kölesi değil, efendisi olsunlar.

Hocam çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Prof. Dr. Abdulvahap Kara

Abdulvahap Kara 19 Kasım 1961 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Gazipaşa İlkokulu, Abdülhak Hamit Ortaokulu, Yeşilköy Ticaret Lisesi, 1982 senesinde Boğaziçi Üniversitesi Elektronik Yüksek Teknisyenliği'nden mezun oldu. 1982-1985 Yeşilköy Atatürk Havalimanı DHMİ Elektronik Bölümünde vazife yapan Kara, 1986 senesinde İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü bitirdi. 1987-1988 yılları arasında Osmanlı Devlet Arşivlerinde vazife yaptıktan sonra, Almanya'nın Münih şehrinde bulunan Hürriyet Radyosu'nda 1988-1995 senelerinde Kazak Türkçesi yayınlarda editör olarak çalıştı.

1997 senesinde Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Kazakistan'da 1986 Almatı Olaylarının İçyüzü ve Etkileri başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini ve 2002 senesinde de doktorasını tamamladı. Doktora tezi aynı sene Türkistan Ateşi Mustafa Çokay'ın Hayatı ve Mücadelesi ismiyle yayınlandı.

Kasım 2006 tarihinde doçent, Kasım 2012 tarihinde professör olan Kara'nın Gamalı Haç ile Kızılyıldız Arasındaki Yazar Cengiz Dağcı (İstanbul, 2006), Kazakistan'ın Yeniden Doğuşu 1986 Aralık Olayları (İstanbul, 2006),Türk İş Adamları ve Yatırımcıları için Kazakistan Rehberi (İstanbul, 2008), Özgürlüğün Sönmez Ruhu Nurgocay Batur'un Osman Batur Hakkındaki Hatıraları (Astana, 2009), Avrasya'nın Yükselen Yıldızı Kazakistan (Doç. Dr. Okan Yeşilot ile birlikte, İstanbul, 2011), Turgut Özal ve Türk Dünyası Türkiye – Türk Cumhuriyetleri İlişkileri 1983-1993, (İstanbul, 2012) telif ve Eski Devirlerden Günümüze Kazakistan ve Kazaklar (2007), Prof. Dr. Nemat Kelimbetov'un Türk Dünyasının Ortak Edebi Eserleri (2010), Hasetlik (2011), Yaşlılık (2011) ve Oğluma Mektuplar (2011) çeviri kitapları ile Türkiye ve Kazakistan'da yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.

Kara'nın aldığı ödüller:

- Türkiye Yazarlar Birliği Biyografi Ödülü (2002)

- Almatı Valiliği Şeref Ödülü (2007)

- Kazakistan Cumhurbaşkanlığı Astana Şehri 10. Yılı Madalyası (2008)

- Kazakistan Kültür ve Enformasyon Bakanlığı Dil Komitesi'nin “Kazak Türkçesine Hizmet” Madalyası (2008)

- Kazakistan'ın Jas Kazak Üni Gazetesi “Diyasporada Yılın Adamı” (2010)

- TÜRKSOY Şair Kasım Amancolov'un 100. Yılı Madalyası (2011)

- Kazakistan Eğitim ve Bilim Bakanlığı Kazakistan Bilimine Hizmet Madalyası (2011)

- Kazakistan Ankara Büyükelçiliği Kazakistan – Türkiye İlişkilerine Hizmet Madalyası (2011)

- Kazakistan Yazarlar Birliği ve Kazakistan Yayıncılar Birliği'nin “Kazak Kültürüne Hizmet” Madalyası (2014)