RÖPORTAJ: ÖZGÜN ONAT - (SOSYAL EDEBİYAT DERGİSİ'NDEN ALINTIDIR)

-Klasik bir soru ile başlayalım, okurlarımızın sizi tanıması açısından. Tayfun Kaya kimdir?

İstanbul, Bakırköy’de doğdum. Klasik olacak ama Bakırköy o zamanlar yemyeşil ve çok sakindi. Adındaki köy gibiydi. Samimi insanlarla doluydu. Güzel bir çocukluk yaşadım. Komşularımız aile fertlerimiz gibiydi. Biz üç kardeşiz, bir ablam ve bir kardeşim var. İlkokul yıllarımda ablam bana ders çalıştırırdı. Unutamam o sahneyi hiç! Salonda yerde oturur ders çalışırdık. Bir yandan da yoğurt yerdik. Çok keyifliydi. Güzel anlatmış olmalı ki okumayı sevdirmiş. Kız kardeşimin ile yaşımız çok yakın, ama ailemizin en çalışkanıydı. Onun karnesi hep iyiydi. Benimki pek iyi gelmezdi. Karnemi saklardım. Sanıyorum o yıllarda okuma hevesimi o da teşvik etti. Küçüklüğümden beri hem çalıştım hem okudum. Meraklıydım da sanırım. Yaptığım iş ile alâkalı bir kitap okuduğumda, anlamadığım bölümlerin altını çizerdim. Yayınevinden, matbaasından bir şekilde yazarına ulaşır, bizzat kendisine sorardım. Onlar da kendilerinin aranmasından memnun olur ve çok yardımcı olurlardı. 

-Biraz "İntikam Muhacirleri"nden bahseder misiniz?

 Evet biz Balkan harbinde Türkiye’nin bugünkü sınırlarına Selanik’ten gelmişiz. Oradaki Türkler bu dönemde çok zulüm görmüşler. Ve göç etmişler. Bizim gibi bazı aileler, kadın ve çocuklarını gemi ile Türkiye’ye bırakıp, tekrar geri dönmüşler. Ve mücadeleye devam etmişler. Giden Türklerin bazılarının geri döndüğünü gören Rumların içinde “İntikam almaya geldiler” diye söylenti yayılmış. Hatta yakıp, yıktıkları Yunan yerleşim merkezlerine “İntikam muhacirleri buradaydı” diye duvarlarına yazmışlar. Ardından da “İntikam Muhaciri” olarak anılmışlar. 

- İşletme, muhasebe, hukuk, felsefe, iletişim, denetim ve kalite eğitimleri almışsınız. Bu kadar işin arasında yazmaya nasıl karar verdiniz?

Okumanın, öğrenmenin sınırı yok. Okudukça öğrenmek için daha da acıktığınızı hissediyorsunuz. Yeni şeyler öğrendikçe daha da öğrenmek istiyorsunuz. Obez gibi ama sağlıksız değil… Bu da insanı hem heyecanlandırıyor hemde keyiflendiriyor. Yazma meselesine gelince yorumlamayı, çalışmayı, fayda vermeyi seviyorum. Aklımın ve gönlümün yettiğince, sağlıklı yorumlar ile vicdanlara, gönüllere acizane dokunabilmek istedim. İnsanlarımızın bilgilerine, aydınlıklarına bir amper bile katkı yapabilirsem çok çok mutlu olurum.

-Her gün yazı yazmak, konu bulmak zor olmuyor mu? 

Her gün yazamıyorum. Ama vakit buldukça not almayı ve ardından yazmayı seviyorum. Bugün Türkiye’de konu bulma sorunu kimse yaşamaz.

- Bu aralar dikkatimi çeken bir detay var; Cumhuriyet dönemi şair ve yazarları, edebiyat ve felsefe gibi bölümlerden mezun. Günümüz yazarlarının çoğu işletme (serbest muhasebe, mali müşavir ) mezunu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Maliye bozulduğu için muhasebeciler kendilerini edebiyata mı verdi?

Ne kadar güzel… Açıkçası ben bu detayı bilmiyordum, çok sevindim. Mesleğimiz yazılı kurallarla çevrili olduğundan sürekli okumak durumundayız. Hatta mesleğimiz gereği zorundayız. Yoksa işimizi yapamayız. Sürekli değişen kanunlar ile kendimizi güncelleyebilmeliyiz. Sanırım bu okuma bağımlılığı, amacının haricinde başka güzel şeylere de sebep oluyor. Ne güzel, meslektaşlarımı da tebrik ederim. 

- Hatta yazarlık yaşı çok küçük sayılar oldu. Dolayısıyla bırakın üniversite eğitimini çoğu kitap bile okumuyor. Okumadan yazmak nasıl oluyor?

İnsan bildiği bir şeyi yazabilir. Ama öyle ucundan bilmek yetmez. Derinlemesine bildiğin bir şey hakkında yorum yapılmalı. Dayak yemeyenin, dayak atmayı bilemeyeceği gibi okumayan birinin yazdıkları da okunamaz… Yarım bilmek, hiç bilmemekten çok daha kötüdür. Yarım yamalak bilgi ile kitlelere dokunabilecek eylemler yapmak çok tehlikeli…

-Günümüzde yazarlar kendi bütçeleri ile kitap bastırıyorlar, çoğuda bir editör elinden geçmiyor. Bu konuda düşünceniz nedir? ( yayın evleri matbaaya döndü)

Evet, cevabı “İşin İçinde İş Var”ı okuduğunuzda kendiniz rahatlıkla verebileceksiniz. Çünkü burada ekonomiyi anlayabilmek gerekiyor. Ama bu arada ekonominin detaylarına, ara sokaklarına girmek zorunda değiliz. Ama her bir bireyimiz ekonomiyi anlamak zorunda… Kitap meselesinde belli ki yazarın bir açlığı var, anlatmak istediği şeyler var. Ama buna keza çalışabileceği yayınevlerinin de hedefleri var, bütçeleri var. Haliyle para kazanabilecekleri kitaplara yöneliyorlar. Diğer kitapları göz ardı ediyorlar. Böyle olunca da bazı yazarlar kendi kitaplarını bastırma gayretine giriyor. Bu arada bu durum yeni bir sektör de yarattı. İyi kötü istihdama faydaları oluyor… Vazgeçmeden yazmaya devam etmelerini dilerim. Okusunlar, esinlensinler, yenilensinler, kendi yeni fikirleri oluşsun ve yazsınlar…  

-Eğitimsiz yazarlar, matbaaya dönmüş yayınevleri ile Türk Edebiyatının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Emeklemeden yürüyen çocuk daha görmedim. Onlar da büyüyecek, gelişecek. Bence edebiyatımız açısından geleceğin güvende olduğunun bir işareti onlar… Yeni Yaşar Kemaller, Nazım Hikmetler yolda… Çünkü ne durumda olursa olsunlar, yazmak için okumak zorundalar. Ve okudukça okumak isteyecekler, gelişecekler…

- Geçmişten günümüze Türk edebiyatında klasik olarak birçok eser günümüze kaldı ve keyifle okunuyor. Bugünden geleceğe kalacak böyle kaliteli eserler var mı? Günümüzde ki kitapların ne kadarı gelecekte kalıcı olacak?

Gerçekten çok kaliteli yazarlarımız var. Tarihçiler, ilim ve bilim insanları, edebiyatçılar var. Onlar hakkında yorum yapmanın haddim olmadığını düşünüyorum. Ama geleceğimize, çocuklarımıza çok güzel eserler kalacak, orası kesin… 

- Eski dönemden Sabahattin Ali, Hüseyin Rahmi, Sait Faik gibi belli isimlerin eserlerinin tekrar tekrar basılması, bunun yanında Suat Derviş, Peride Celal, Enis Behiç Koryürek, Ziya Osman Saba gibi yazarların eserlerinin basılmaması sizce neden?

Hepsi birbirinden değerli büyüklerimiz… Lâkin basılmama meselesi tamamen talep ile alâkalı… Bugün her şey ama her şey maliyet hesabına dayanmaktadır. Hatta evlilikler, aileler bile… Tv programlarında görüyoruz, işsiz olduğu için eşinden ayrılanları, evi, arabası, emekli maaşı yoksa evlenme teklifini geri çevirenleri… Onlarında dönemlerinin tekrar geleceğini düşünüyorum. Mesela Suat Derviş hanımın “Fosforlu Cevriyesi” kötüydü bunun için ilgi görmüyor denilebilinir mi?.. Mümkün değil… Toplum katmanlarını, bu kadar yalın anlatan kitabı döneminde halk çok sevdi, hatta şarkısını yaptı… Tekrar popülaritesinin artacağı günler yakındır…

- Romanlar eskiden gazete ve dergilerde tefrika ediliyormuş, bittikten bir süre sonra kitap olarak basılıyormuş. Siz de günümüz gazeteci ve yazarı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu sistem tekrar uygulanabilir mi? 

Önemli olan insana, insanlığa katkısının olup olmayacağı… Ortada yazılmış, sağlıklı değerler, bilgiler var ise unutturulmamalı… Her ne şekilde olursa olsun, halka ulaştırılmalı… 

- Geçmişte yazarlarımız uluslararası ödüller aldılar, bugün alanlar olsa bile medyada çok yer almıyor. Gelecekte Türk edebiyatını nasıl görüyorsunuz? Tekrar uluslararası ödüller kazanılır mı? 

Her şeyde olduğunu gibi bu alanda da umutsuz olamayız… Umudumuzu yitirdiğimiz an yaşam fonksiyonlarımızı da yitirmiş olmasak da, zayıflatmış oluruz. Her neslin kendine has güzellikleri var. Bizden sonraki nesil çok kaliteli, güzel gençler… Türk edebiyatını da ileriye taşıyacaklarına inanıyorum. Gelecek edebiyatçılarımızın, bugünkü edebiyatçıların üzerine koyacağına inanıyorum.

-Biraz kitabınızdan bahsedelim. "İşin İçinde İş Var." bize ne anlatıyor? 

Öncelikle kitap, mesleki bir kitap değil… İlk olarak ekonomi neydi tekrar hatırlayalım!.. Ekonomi; Ekolojik hayatın maddi, parasal yönetimi, bilimidir. Bu durumda ekosistem içinde var isek ekonomiyi de anlamak zorundayız. Ve hepimiz anlamak zorundayız… Sadece bu işi yapanlar değil, herkes… Teknik analiz yapın demiyorum. Teknik terimleri öğrenin de demiyorum. Detaylıca bilin hiç demiyorum. Ama ülke içinde ya da dışında bir eylem gerçekleştiğinde ekonomik olarak ne anlama gelebileceğini okuyabilmeliyiz. Çünkü bugün ekonomisini yönetemeyen hizmetkâr oluveriyor ve bunu anlamıyor bile… Eğer bu haberleri doğru okuyamazsak ve durumda sorunlu ise kısa süre içinde “ekonomik bağımlılık” başlıyor. Esaret başlıyor. İşte bu sebeple kitabımda ekonominin felsefesini, düşünce biçimini anlatmaya çalıştım. Teknik tabirlerden, deyimlerden mümkün olduğunca uzak durdum. 

Bu noktada şunu da ayrıca ifade etmeliyim; Ekonomiyi anlayıp, anlamama kararımız, çabamız… El açıp, açmayacağımızın da göstergesi olacaktır. 

- Kitabınızın adı dikkat çekici, bu ismi seçmeye nasıl karar verdiniz?

Açıkçası çok zorlanmadım. Kendiliğinden çıkıverdi. Şöyle ki! Kötü rasyoları bile anlatırken, doğru kelimeler ile algıları pozitif etkileyebilirsiniz. Bunu kitapta daha keyifli okuyabilirsiniz. Mesela en basit örneği ile; Bir masada iki kişi oturmuş olsun, masayada bir kilo pişmiş balık gelsin, biride tamamını yesin… Diğeri ise hiç yiyemesin… Ertesi gün rasyolar şöyle açıklanabilir. “Ortalama biri kişiye yarım kilo balık düşüyor”… Halbuki haber içeriğine baktığınızda durum böyle değil… Biri, bir kilo yedi, diğeri hiç yiyemedi… Kitabın ismi de kendiliğinden çıkıverdi.

-"Para esaretin yeni şeklidir." demiş Tolstoy. Siz ise " Belki bir miktar paramız oldu ama yaşam için zaman kalmamıştı." diyorsunuz. Bu bana bir tekerlemeyi hatırlattı: GENÇLİKTE - zaman var ,enerji var; para yok. ORTA YAŞLARDA-para var,enerji var,zaman yok. YAŞLILIKTA- para var zaman var maalesef enerji yok. Biz bu hayatı ne zaman tam yaşayacağız? Zaman / Para dengesi nasıl kurulacak?

Bu denklemi bize daha ortaokulda öğretiyorlar. Ama maalesef formül olarak öğretip geçiyorlar. Halbuki bu formülün derin bir felsefesi var. Bununda ayrıca öğretilmesi gerekir. Akıllara kazınması gerekir. Çünkü hayatımız boyunca bununla yaşayacağız. 

“Güç = İş / Zaman”… Güç; yaşam kalitesi. İş; gayret, çalışma. Zaman ise zaman… Güçlenmek, yaşam kalitemizi artırmak istiyorsak az zamanda daha fazla gayret göstermeliyiz… Yani verimlilik… Ama verimliliği yanlış anlayanlar var, bu sebeple şu ince nüansı da söylemeliyim… Verimlilik adına da eksik bir şeyler yapıp, ardından da “bak bu tamdır” diyemeyiz… Eğer dersek; bunun adı “Güç” olmaz.  Olmadığı gibi yaptığımız verimlilikte “hırsızlık” olur… 

- Ailemde bir dönem menkul kıymetler borsasında çalışanlar oldu. Ve söyledikleri "Tüm yumurtalar aynı sepete konulmaz." Bunun da anlamı tüm birikimi aynı alana değil; altın, döviz, hisse senedi gibi farklı alanlara bölmek; hatta hisse senedinde de tek bir hisseye değil farklı birkaç hisse almak. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Bu bakış açısı çok yaygındır. Doğru bir mantığa da oturtulmuştur. Riski sevmeyenlere önerilir. Ama çoğu zaman enflasyon karşısında bile kendini koruyamaz. Gerçek finansal yatırımlar uzun vadeli yapılabilenlerdir. Bu da sepete ihtiyaç duymaz. Diğerleri yani bugün alıyım yarın, üç gün, beş gün sonra satıyım düşüncesi, bir süre sonra hırsa dönüşüyor. İddia oynayıp da maç takip eder gibi takip başlıyor. 

“Borsa iner mi? Çıkar mı?” gibi bir takım finansal araçlara yatırımlar başlıyor. Tahmin başlıyor. Tıpkı at yarışı gibi… Bunun herhangi bilimsel dayanağı elbette olamaz. Çünkü rahatlıkla kısa vade manipüle edilebilir. Bilimsel yaklaşımınız, örneğin borsadaki o şirketin geçmişi ya da belli bir atın annesini, babasını tanımanız bir işinize yaramaz…

17- Bütün dengeleri bozan, yaşam zamanı, alanı bırakmayan parayı buldukları için Lidyalılara mı kızmalıyız? Yoksa bu dengeyi kuramayan, sisteme kapılan bireyler olarak kendimize mi kızmalıyız?Kaşife kızılabilir mi? Tabi ki kızamayız. 

Geçmişte de bıçağı bulan kişiye az hakaret etmediler. Bıçak yüzünden kılıç bulunmuş ve çok insan ölmüştü. Ama o bıçak sayesinde vahşi hayvanlardan korunabildik. Hayvan derilerini rahatlıkla soyabildik. Burada problem bıçağın bulunması değil, toplumun diğer bireylerinin bir kaşif gibi kendini geliştirememesi ve en basiti seçip, bıçaklayarak işini çözmeye çalışması…

Bugün aynı şekilde 4 üncü evre sanayi ile karanlık fabrikalar hayatımıza giriyor. Bilgisayar ve robotlar her şeyi imal edebilecek. Ve birçok insan bunu keşfedenlere kızıyor. İşçilerin yerini robotlar alınmasın diyorlar. Haklılar ama eksikler… Birazda alıştıkları ve kolay olan yol kapandığı için kızgınlar. Artık o işçilerin de kendilerini aynı seviyede geliştirmesi ve başka gelişmiş iş alanları bulabilmesi lazım… İnsanlık ancak böyle ilerler, gelişir. 

Dünyaya geliş amacımızdan kopmamalıyız. 

- Eskiden evlere bir kaç gazete alınırdı, özellikle hafta sonları; bir de Akşam gazetesi (gece erken baskı ) ve Bayram gazetesi vardı. Şimdi ise her şeyde olduğu gibi kitap ve gazeteler elektronik ortama geçti, baskı azaldı. Bu durumda basının geleceği nasıl sizce?

Bir sektörün geleceğini “talep” belirler. Talep olduğu sürece gazetecilik olacaktır. Kağıt, elektronik, frekans, ışın ne olursa, fark etmez… Bir şekilde haberleşmeye, iletişim içinde olmaya ihtiyacımız olacak. Ve bu meslek de devam edecek. 

-Bir yazar olarak kendinizi gelecekte nerede görmeyi arzuluyorsunuz? 

Bir insanın idealleri olmalı tabi. Ben yazmaya başlarken tek istediğim, köy kahvesindeki hiç tanımadığım bir abimize kadar ulaşabilmek ve onun anlayacağı şekilde derdimi, meramımı anlatabilmekti. Vatanımın her bir köşesine ulaşmak ve kolayca anlaşılabilmek en büyük isteğim oldu. Bu sebeple yazılarımı olabildiğince sade ve kısa cümleler ile yazmaya çalıştım. Yarın bu bakış açım değişir mi?.. Bilemiyorum. Çünkü değişim gerektiğinde değişmemek için kendimi kasmam, döneme ayak uydururum. Çabucak değişebilirim. 

Bu anlamda Dünyayı kendime rol model yaptım. Sürekli dönüyor ve değişiyor. Yaz oluyor, kış oluyor, ilk bahar, kar oluyor, güneş açıyor, yeşeriyor, sararıyor hiç durmuyor. Düşünsenize koşullar kış gelecek diyor ama Dünya inatla yaz olmalı diye kasıyor. Olacak şey değil, ortadan ikiye çatlayıverir. Olabilir, belki gelecekte yazım stilimde değişebilir. Ve tabi ki her insan sevilmeyi övülmeyi sever. Kim bilir belki bir gün bende bir ödüle layık görülürüm  

-Yeni projeleriniz var mı? 

Olmaz mı var tabi ki!.. Henüz anlatacağım, söyleyeceğim çok şey var… Hatta roman tadında anlatımlarla, kitaplarla yine karşınıza gelmek çok istiyorum.

-Bir gazeteci olarak siz bu söyleşi kendinize ne sorardınız? 

Köşe yazarlığı yapıyorum ama hiçbir zaman gazeteci olduğumu iddia etmedim. Gazetecilik, saygı duyduğum ve içinde çok farklı yetenekler barındıran bir meslek. Tereciye tere satamam, sorularınız gayet etkili ve güzeldi. Teşekkür ederim.

- Son söz olarak okurlarımıza ne söylemek istersiniz?

Bir istatistik vardı. Çok güzeldi hızlıca paylaşmak isterim.  “İncil şunu der ama Hristiyanlar yapmaz… Tevrat bunu der ama Museviler etmez… Kuranı Kerimin ise ilk söylediği “oku” dur, ama müslümanlar okumaz”… Ben böyle olmadığını, farkımız olduğunu biliyorum. Neden ilk olarak “oku” dendiğinin farkına varıyoruz. Okumaktan, aileden, sosyal kalmaktan vazgeçmeyelim. Her ne koşulda olursa olsun ümitsizliğe düşmeyelim. Herkese sevgilerimi sunarım.