RÖPORTAJ: AYŞENUR MAMA

Başarılı yazar Servet Orhan ile yazın hayatına ve “Tanrı Oğulları” adlı kitabına dair konuştuk. Keyifli sohbetimiz sizlerle…

Öncelikle sizi tanımak isteriz. Servet Orhan kimdir?

Sert kaideler, ısrarcı yaklaşımlar, çelişkilerle dolu yaşam mücadelesi ve kayıplar… Herkesin hayatı, benzer travmalarla örülü. Ben; şahsım adına insanın başına gelen kötü olayları bir nevi reklamlaştırıp, insanın yaşadığı acılardan uzaklaşmalarını ve kendilerine yabancılaşmalarını doğru bulmuyorum. Bu nedenle “Servet Orhan kimdir?” derseniz “Gerçek acıları olan, dilsiz bir adam.” derim size; çünkü gerçek acılar, dilsizdir. İstanbul’da doğdum. Uzun yıllar İstanbul’da, modern hayatın akıl almaz boşluklarında düşüp kalktıktan ve kendime sakladığım tarifsiz acılar yaşadıktan sonra Antalya’nın Kaş ilçesine yerleştim. Uzun yıllar spiritüel disiplinlerle haşır neşir oldum. Doğanın işlerliğine hayran bir gezginim. Dalış yapmaktayım. Mutfak, özel olarak yıllarımı harcadığım başka bir alan. Türk ve Osmanlı mutfağına hâkim olduğumu söylemek isterim. Meksika mutfağı da özel ilgi alanıma girmekte. Kısacası; ruhumu ve enerjimi evrenin yasalarını anlamakla geçirmiş ve ömrünü uzağı yakın yapmaya adamış biriyim. “Önce söz vardı.” diye başlayan cümleleri Faust’un alaycı söylemiyle yeniden söylemeyi önemsiyorum. Önce eylem vardı ve eylemin-hareketin olduğu yerde devamlılık ve gelişim esastır. Bu düşünceye karşı sonsuz bir inançla hayatı layığıyla yaşamaya çalışan biriyim sadece. Bence en önemlisi de bu.


Yazın hayatınız nasıl başladı? Size öncülük etmiş isimler var mı?

Yazın hayatım, yazabildiğimi öğrendiğim an başladı aslında. Gerçek yaşam tecrübeleri ile kendi kendilerine olgunlaşmış cümlelerimin hep peşinden koşmuşumdur. Yazmak kadar iç arındırıcı bir eylem olduğuna inanmıyorum. Kelimelerin peşinden sürüklenmek ve onları kendi peşinizden sürüklemek, bana hep mucizevi görünmüştür. Bu nedenle mucizevi kelimeler kullanan büyük yazarlara da hep ayrı bir saygım, sadakatim ve hayranlığım olmuştur. Dostoyevski ismi hep akla ilk gelen isimdir. Büyük ustanın Dünya Edebiyatı’ndaki yeri asla tartışılamaz zaten. Sıkı bir Dostoyevski hayranıyımdır. Dostoyevski’nin tüm öykülerinde yarattığı net çelişkili durumlar, beni her okuduğumda hayretler içinde bırakmaktadır. Savaş karşıtı olduğu için Almanya’dan kaçmak zorunda kalmış Hermann Hesse’nin yeri ise kalbimde ayrıdır. Bozkırkurdu’nu okuduktan sonra uzun zaman kendime gelemediğimi hatırlıyorum. Bu iki ismin kitaplarını defalarca okumama rağmen bana ışık tutmaları için hep yanımda taşıyorum. Az önce bahsettiğim gibi; gerçek acıların dilsizliğini bana anımsatan bu iki dehaya sonsuz şükran duymaktayım. Hermann Hesse der ki: “Gerçekte çekilen acılardan gurur duymak gerekir. Her acı, bize yüksek bir aşamada bulunduğumuzu anımsatır.” Bana acılarımı nasıl yaşamam ve nasıl aktarmam gerektiğini öğrettikleri için Dostoyevski ve Hermann Hesse’yi hep yol arkadaşlarım ve dostlarım gibi görmekteyim.

Yazarken nelerden esinlenirsiniz? Örnek aldığınız yazar veya şairler var mı?

Şahsen eski dilleri ve dinleri araştırmayı çok önemseyen biriyim. Japon adalarının tarihte bilinen ilk insanları Ainular mesela. Ainu dini merasimlerine dair kayıtların bulunduğu klasik bir kaynak olan Neil Gordon Munro’da Ainulara ait şöyle bir cümleye rastlarız: “Bir hareket ve bir ruh ki sevk eder bütün düşünenleri, bütün düşüncelerin bütün hedeflerine ve bütün eşyayı baştanbaşa dolaşır.” Bu cümle ile koca bir yaşam felsefesine dair merak ettiklerime ışık tutabilmiş oldum. Faust’un dediği gibi; “Başlangıçta eylem vardı. Neandertal insanın bile dini ritüelleri olduğunu görmekteyiz ve doğayla daha iç içe olan yaşamları, o dönem insanını daha derin cümleler kurmaya itmiştir. Modern insanın en büyük yanılgısı, doğayla yaptığı erk savaşıdır. Kısacası; ilham kaynağım eski yazıtlar, parşömenler ve unutulan dini ritüellerdir. Yazın dillerine hayran olduğum yazarları zaten ifade etmiştim; ama yazın konusunda örnek aldığım ve dili kullanma biçimine hayran olduğum kişi Gabriel Garcia Marquez’dir. Özellikle Marquez’in doğal olarak akıp giden tasvirlerinin hayranı olduğumu belirtmek isterim. Yazmak, koca bir serüvendir. Kendime “Yazar” demek istemiyorum. O takdir, okuyucunundur. Ben, merak ettiklerini yazmaya çalışan biriyim sadece. Dediğim gibi; eski dinleri ve hasıraltı edilmiş hikâyeleri Marquez gibi bir betimleyebilme gücüne sahip olmak için didinmekteyim.

Ekim ayında okurlarla buluşan “Tanrı Oğulları” adlı kitabınızdan bahseder misiniz? Bu kitabı neden yazdınız?

“Tanrı Oğulları” benim Karina Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabım. Neden yazdığımı da anlamışsınızdır zaten. Yine unutturulmuş dini bir hikâyenin derinlikli felsefesini işlemek istedim. Yazılı kutsal metinlerden alıntı, unutulmaya yüz tutmuş; ama sırlarla dolu olan bir hikâye çıkacak karşınıza. Hz. Musa tarafından yazılmış ve daha sonra anlaşılırlığının artması için beş kitap halinde ayrıştırılan Tora veya Tevrat’ın birinci kitabı olan “Yaratılış (Bereşit)” kitabında Nefilim ırkından bahsedilmektedir. Bu ırkın günümüz insanına oldukça fantastik gelebilecek bir hikâyesi vardır. Bahsi geçen hikâyenin bir kısmı şöyledir: “Tanrı Oğulları, insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde ve ondan sonra yeryüzünde “Nefilim (dev adamlar)” vardı. Bunlar, eski zamanlardan beri zorba ve şöhretli adamlardı… Böylece Tanrı, tüm bu yaratıkları ve onlarla aile kuran insanları yok etmeye karar verdi. Böylece Nuh Tufanı gerçekleşti.” Nuh Tufanı ile ilgili yazılı kaynaklarda şimdiye dek rastlanmamış bir başlık karşıma çıkmış oldu böylece. Ben de “Tanrı Oğulları” adlı kitabımda, bu hikâyenin ekseninde kurgulanmış bir dünyanın içinde, kendi inancımı ve felsefemi aktarmaya çalıştım. Kitabım, içimizde var olan iyi ve kötü duygunun ayrımını yapmaya çalışıyor esasında. Herkesin kendi inancını salt doğru ve kutsal kabul ettiği bir yaşam düzeninde iç sesimiz, bize neler söylemek istiyor? İnancımız ve kutsal kabul ettiğimiz değerler üzerinden konuştuğunu düşündüğümüz iç sesimiz, bizim tanrımız mı? Yoksa aslında o ses, şeytan olabilir mi?

“Tanrı Oğulları” okurlara hangi mesajları vermeyi amaçlıyor?

“Tanrı Oğulları” kitabının okurlarına anlatmak istediği mesele aslında çok net. Duygularınızın esareti altında kutsal kabul ettiğiniz her bilgiyi ve başkasını yok saydığınız her yargıyı olumlamak, kendimizi iç sesimiz sandığımız tanrı yoluna adamak demek değildir. Bu dogmatik eylemleriniz, şeytanın boyunduruğu altında lanetli günahlara bulaşmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Kitabın ismi nereden geliyor?

Kitabımın isminin neden “Tanrı Oğulları” olduğu sorusu sıkça karşıma geliyor; ancak nedeni çok açık. Tora’da bahsi geçen “Dev Adamlar” olarak nitelendirilen Nefilim ırkı ile ilgili satırlarda “Tanrı Oğulları” adlı bir kavram karşımıza çıkar. “Tanrı Oğulları” kavramı, Tanrı’nın huzurunda toplanan ruhani ve göksel varlıklara verilen bir ad olarak anlaşılmaktadır. Eski Ahit’in en önemli kitaplarından biri olan Hanok Kitabı’nda birinci kitap ve yedinci bölüme gelirseniz Tanrı Oğulları’nın kim olduğunu açıkça görürsünüz: “İnsanoğulları çoğalınca, güzel ve alımlı kızları oldu. Melekler; göklerin çocuklarını görüp, onlara karşı şehvet duyguları beslediler. Birbirlerine dediler ki: ‘Gelin, insanların arasından kendimize eşler seçelim ve onlardan çocuklarımız olsun.’ Sonra liderleri Semyaza onlara dedi ki: ‘Bunu gerçekten yapmayı kabul etmeyeceğinizden ve büyük bir günahın cezasını tek başıma çekeceğimden korkuyorum.’ Onlar da ona dedi ki: ‘Yemin edelim. Ne olursa olsun, bu plandan vazgeçmeyeceğiz.’ Sonra hep birlikte yemin ettiler ve planı uygulayacaklarına söz verdiler.” “Eski Ahit” alıntısından da anlayacağınız gibi, büyük bir günaha giren ve göksel katın çocukları olan Tanrı Oğulları ile insani hayat arasındaki dengenin bozulması, kitabımın eksenini oluşturuyor.

Sizce kitap, beklenen başarıya ulaşacak mı?

“İnsan sahip olduklarının toplamı değil, henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır.” der Sartre. Henüz gerçekleştiremediklerimin iç huzuru ve bilinci ile bugünden attığım bu adımın başarılı olacağını biliyorum. Başarı; zaten bir sonuç değil, yolculuğun kendisidir.

Kitabınıza bir okur gözüyle nasıl bir yorum yaparsınız?

Bir solukta okunan ve derdini net olarak açıklayan bir kitap, diyebilirim ki zaten eleştiriler de hep bu yönde. “Eski Ahit” oldukça kapsamlı bir kitap. O kitaptan anlatmak istediğim bilinmeyen çok hikâye var; ancak tüm hikâyeleri belirli bir bilinç sırasıyla işlemekti benim için önemli olan.

Hazırlık aşamasında olan yeni bir eseriniz var mı?

“Bilinç sırası” kavramını bu yüzden kullandım. İlk kitabım “Tanrı Oğulları” sorunsalın bir bölümüne odaklanıyor. Tanrı Oğulları’nın dünyasına yolculuğumuz; diğer kitaplarımda, başka odaklarda devam edecek. Bütünsel bir hikâye akışım var. Bu akış devam ettikçe her sorunsalı yeni bir kitapta inceleyeceğim. Kısacası “Tanrı Oğulları” konusu uzun bir süre gündemimde olacak.

Son olarak gazetemiz okurlarına neler söylemek istersiniz?

Öğrenmeye karşı merakın ve bundan duyulan hazzın insanın en doğal dürtüsü olduğuna inanıyorum. Okuyan, araştıran, raflarda saklı hikâyeleri merak duygusuyla ortaya çıkaran her insan; çok değerli, çok özel. Modern dünyanın kavram karmaşasından ve anlamsız hiçliğinden kaçıp, satırlara sığınan tüm okurlara selam olsun.