ÇEKİRDEKTEN YETİŞME ÖĞRETMEN’  Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY ile EĞİTİM MESELELERİMİZİ KONUŞTUK.

Oğuz Çetinoğlu: Bir sohbetimizde, ‘Ben çekirdekten yetişme Öğretmenim’ diye söze başlamıştınız. Sorulara geçmeden önce bu sözünüz ile alakalı bir açıklama lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Ben bir öğretmenim, hem de ‘çekirdekten yetişme’ bir öğretmenim. Neden böyle diyorum? Çünkü babam öğretmendi ve 30 sene köylerde çalıştı ve 5 sınıfı aynı salonda okuttu. Ben 4. sınıfa geçtiğim zaman yani 1946'da babam dedi ki: ‘Ben 4. 5. sınıflara tarih coğrafya gibi dersleri anlatırken 1.2.3. sınıfların kontrolünü sana veriyorum.’  1946'dan 1950'ye kadar 4 sene bu görevi devam ettirdim. 1950'de ortaokula başladım. 1956’da Konya Lisesi’nin fen şubesinden mezun oldum.1961 'de İlahiyat Fakültesini bitirince Sivas Pamukpınar Öğretmen Okulu’nda öğretmenliğe başladım. 1963'de Perşembe Öğretmen Okulu’na nakledildim ve orada 4 sene çalıştım. Aynı zamanda Perşembe Ortaokulu’nda resim, beden eğitimi dâhil, muhtelif derslere girdim. Sonra Ankara İmam Hatip Lisesi’ne tâyin edildim. Askerde de ‘Er Eğitim Tümeni’nde acemi erleri eğittim.1971 de asistanlık imtihanını kazanarak İlahiyat Fakültesi’ne Felsefe Târihi asistanı olarak girdim. 1971'den 2004 yılına kadar Polis Akademisi dâhil altı üniversitede dersler verdim. Halen 29 Mayıs Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Yâni Türkiye’nin her kademedeki eğitim kurumlarında dersler verdim ve buna devam etmekteyim. Bu sebeple ‘öğretmenlik benim asıl mesleğim’ diyorum. Çünkü eğitimin içinde doğdum, içinde büyüdüm. Günün dersleri bitince babam ertesi günkü dersi hazırlarken ben de tek başıma boş sıraların arasında koşturarak vakit geçiriyordum. İnşallah son nefesimi de böyle ders veya konferans verirken teslim edeceğim. 

Çetinoğlu: Allah gecinden versin. Neden böyle söylüyorsunuz?

Prof. Bolay: Çünkü Allah bana derin bir çocuk sevgisi, bir insan sevgisi, bir canlı varlık sevgisi, öğretme aşkı bir de öğrenciler dâhil herkesten bir şeyler öğrenme hevesi bahşetmiş. Yolda, belde, uçakta otobüste üç beş aylık bebeklerle bile kolayca iletişim kurarım ve onlarla anlaşabilirim. Bu sebeple yaklaşık yarım asırlık fiilî meslek hayatımın ve emeklilikten bugüne kadar 12 senelik geçen günlerimin çok verimli olduğuna inanıyorum. 

Çetinoğlu: Öğretmenlik nasıl bir meslek?

Prof. Bolay: Öğretmenlik bir aşk, bir şevk, bir zevk, bir heves ve bir meşk işidir. 

Çetinoğlu: Bu açıklamaya, ‘Neden’ diye başka kapı açarak sizi konuşturmak gerekirse de asıl konuyu geciktirmemek için sorayım: Millî Eğitim sistemimizin aksayan yönleri olduğu söyleniyor ve biliniyor. Aksaklıkları gidermek için işe nereden başlamayı tavsiye ediyorsunuz?

Prof. Bolay: Millî eğitimin meselelerinin çözülmesinde ben öğretmeni esas alıyorum. Dolayısıyla vasıflı öğretmen yetiştirilmesi hususunda hem ortaöğretimden hem yükseköğretimden gelen vasıflı öğretmende hangi hususiyetlerin bulunması icap ettiği noktasında bazı tekliflerim olacak. 

Çetinoğlu: Gelmek istediğim nokta tam da bu idi… 

Prof. Bolay: Vasıflı öğretmenin yetişmesi için onu yetiştirecek vasıflı insanlara ihtiyaç var. 

Çetinoğlu: Bir çıkmaz sokağı girmeden bir kısır döngüye saplanmadan, vasıflı insanın târifini yapabilir miyiz? 

Prof. Bolay: Merak etmeyiniz. Vasıflı insanın hangi özelliklere sahip olması, hangi insan özelliklerini taşıması lâzım geldiğine de işaret edeceğim. Daha sonra da millî eğitim felsefemizin batı eğitim felsefelerinden farklı olarak millî kültür ve târih esaslarına dayandırılmasına dâir bazı tavsiyelerim olacak. Bunun temelinde çeyrek asırdır üzerinde durduğum ve geliştirmeye çalıştığım “Millî Akıl” anlayışına dayanan bir temellendirmeye yer vereceğim. Yine bu çerçevede Osmanlı eğitim sisteminde mevcut olan bazı eğitim esaslarına temas edeceğim.  Sonra da medeniyet meselesi ve modern insan tipi karşısında bu medeniyet tasavvurunun nasıl bir yere götüreceğine dair bazı önerilerim olacak. Daha sonra bizim yetiştireceğimiz insanın ne gibi özelliklere sahip olacağına dair birkaç teklif ileri süreceğim.

Çetinoğlu: Araya girip soru sorma hakkım mahfuz kalmak şartıyla söz sizin! Buyrunuz Hocam… 

Prof. Bolay: Eğitimimiz, Batı’ya yönelmeden önce, kendine göre bir sistem içinde idi. O sistemin yetersizliği ortaya çıkınca, yönümüzü Batı’ya döndük; o zamandan beri de hep nakilde, hep taklitte kaldığımız ve hep reform krizine girdiğimiz için, bize özgü bir eğitim sistemine sâhip olamadık. Elimizdeki işletmeye çalıştığımız modelleri, kâh Fransız, kâh Alman, kâh İngiliz ve Amerikan yamasıyla yamadık; Ruslara özendik, Japonya’ya heveslendik. Devletin toptan Batılılaşma siyâseti, devletle milleti karşı karşıya getirmiş, bu da ayrı bir sosyal kimlik bunalımını ortaya çıkarmıştır. Böylece bizi bin senedir bir arada yaşatan inanç birliği, gelenekler, örf ve adetler ve manevî değerlerimiz, değersizleşerek eski işlevlerini yerine getiremez olmuştur. Her ülkenin târihî, coğrafî ve kültürel şartlarına göre kendilerine özgü felsefî ve dolayısıyla eğitim sistemleri anlayışları var: Genel olarak Fransız felsefesi rasyonalist, Alman felsefesi idealist, İngiliz felsefesi deneyci, Amerikan felsefesi faydacı karakterli olarak… 

Çetinoğlu: Biz, millet olarak; kültür ve medeniyet değiştirerek Batılı mı olacağız, yoksa kendi kültürüne, kendi târihine ve değerlerine sâhip çıkarak ve kendisi kalarak, kim olduğunu ve neden burada olması gerektiğini bilerek mi gelişip ilerleyecceğiz? 

Prof. Bolay: Tam mânâsıyla Batı’ya yönelenlere bir bakın; yüz yıla yakındır ne yapmışlar? Bir de kendileri kalarak, binlerce şekilden oluşan yazılarını terk etmeyerek çağdaşlaşan Japonya’ya, Çin’e ve yazısını değiştirmemiş Yunanistan’a, İsrail’e ve Rusya’ya bakın. Bu milletler gibi bizim de sâbit ayaklarımız binlerce yıllık târih, kültür ve medeniyetlerimizde, hareketli ayaklarımız ise bütün dünyada bütün kâinatta olmalıdır. 

Bizim bir arada kaynaşmamızı temin eden değerlerimize meşrutiyetten sonra yavaş yavaş sırt çevirmeye ve onları kötülemeye başladık.  Hatta Osmanlıyı toptan mahkûm ettik, şimdi de öyle devam ediyor.  Osmanlı ile ilgili yazılan bazı eserlere bakarsanız; Osmanlı medeniyeti bizim değildir,  Osmanlı halkı Türk değildir, Osmanlı âlimleri ve paşaları câhildi, Osmanlı musikisi bizim değil, Bizans’ındı. Osmanlı yüksek sanatkâr yetiştirememiştir. 

Çetinoğlu: Yeri göğü dolduracak kadar şişirilmiş iftiralar… 

Prof. Bolay: Bu inkâr anlayışı Cumhuriyet anlayışının temeline de intikal etti. O zaman Cumhuriyetin idâresinde çeşitli mevkilerde söz alan siyasîler ve bir kısım yazar-çizer takımıyla üniversite öğretim elemanları bu inkârcı iddialara sarıldılar. Bu bizi Batı’ya kökten bağlanmaya sevk etti. Eğer kökten bağlanmazsak bizim bir yere varamayacağımız, adam olamayacağımız düşüncesi zihinlere yerleşti.  Bu arada günümüzde bile bu yıkıcı tutum devam etmektedir. 

Çetinoğlu: ‘Biz adam olmayız.’ Safsatası mı? 

Prof. Bolay: Bu gibi sloganlarla hâlâ aşağılık duygusu aşılanmaktadır. Hatta bazı düşünürlere göre Türklerin hiç bir zaman yüksek felsefe yapamadığını iddia etmektedirler.  Bence bu iddialar tamamen yanlıştır. 

Son yüz elli yıldır devletimiz, darbelere, ihtilallere, ıslahat, çağdaşlaşma ve modernleşme gayretlerine rağmen, kendimize uygun teorik çerçevesi açık bir şekilde belirlenmiş bir toplum modelini tespit etmiş sayılmaz. Nasıl bir toplum, nasıl bir insan tipi yetiştirileceği belli olmadığından taklitlerle, nakillerle, özentilerle nerdeyse bir asrı doldurmuş durumdayız. Sık sık model ve eğitim sistemi değiştirildiği için bu istikrarlık eğitimin işlevini yeterince yerine getiremez duruma düşmüştür. 

Çetinoğlu: Müsaade ederseniz asıl sorumu sorayım: Nasıl bir eğitim sistemi? Veya; eğitimin maksadı ne olmalıdır?

Prof. Bolay: Eğitimin amacı, ferdi tabiatının üstüne çıkararak manevî dünyasını ve kabiliyetlerini geliştirmek, ona değerlerimizi kazandırarak toplumlaştırmak, ferde şahsiyet ve kimlik kazandırmaktır. Buna göre insan olarak şahsın kimliği belirsiz ve değişken olunca topluma ait kimliğin teşekkülü, toplu ilişkilerinin sıhhatli bir şekilde gelişmesi de istenen seviyeye gelememektedir. 

Çetinoğlu: Neden?

Prof. Bolay: Çünkü amaçların ve hedeflerin sık sık değişmesi neticesinde sıhhatli bir toplumun oluşması da gecikmekte, toplum devamlı surette inançlarla, ideolojilerle ve kimlik arayışlarının artmasıyla bölünme noktasına gelmektedir. 

Çetinoğlu: Bizim için devamlı nakilcilik yapmak, taklit etmek mukadderat mıdır? Bunun değişmesi mümkün değil midir? Mümkünse nasıl olacaktır? Bizim Matûrîdimiz varken Eş’ariyye yönelmek çok mânâsız…

Prof. Bolay: Türk devletlerinin ve milletinin hayatına göz attığımızda aklın ön plânda tutulduğunu görürüz. Buna vâkıayı/ameliyeyi yani uygulamaya ve gerçeklerle yaşamayı da eklemeliyiz. Türk milletinin birlik içinde tutan unsurları imanı, buna dayanan ahlakı, mefkûreleri, gelenekleri, vatanı ve bayrak sevgisidir. Milletimiz, doğrudan doğruya devlet, hürriyet ve eğitim teorileriyle uğraşmamıştır. Kendi inancına, değerlerine ve dünya görüşüne göre devletini kurmuş, yenilemiş, ona uygun olarak eğitimini de yürütmüştür. Batı’daki gelişmelerin aksine bizde hürriyet değil, adâlet daima ön plana çıkmıştır. Zira idâre her grubun hakkını ve emniyetini baştan tanımıştır. Çünkü fert ve toplum olarak hürriyeti kralın değil, Yaratıcının lütfu olarak doğuştan kazanmıştır ve öyle inanmıştır. Nitekim Namık Kemal (d. 1840-ö. 1888) başta olmak üzere bir kısım Tanzimat münevveri, hürriyetin padişahın değil ama Allah’ın bir lütfu ve bağışı olduğunu söylüyorlardı. Adalet hem Allah’ın ismi ve emri olduğu hem de sosyal hayatta fertler arası hakların yerini bulması yönünde bir uygulama olduğu için mukaddes bir değer olarak algılanmış ve en önemli değer kabul edilmiştir. 

Her insan, her millet, her sistem aklı kullanmaktadır. Buna rağmen fertler, gruplar, toplumlar ve milletlerarasında büyük farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Türk milleti de nevi şahsına münhasır bir millettir; onun da birçok farklılıklar göstermesi tabiidir. 

Çetinoğlu: Bu farklılıklar nereden gelmektedir? 

Prof. Bolay: Herhalde aklı doğru kullanmaktan veya yanlış kullanmaktan yahut aklı hiç kullanamamaktan ileri gelmektedir. Her milletin, her sistemin aklı kullandığını biliyoruz. Buna rağmen milletler, gruplar, toplumlar arasında büyük, farklılıklar her zaman ortaya çıkmıştır. 

Çetinoğlu: Eğitimimizin meselelerine bakarsak efendim… 

Prof. Bolay: Bizim eğitimimiz, geçen asrın sonlarından beri pozitivist, materyalist anlayışların tesiriyle metafizik fobisine girmiş; dolayısıyla normları ve normatif olan esasların öğretimi ve eğitimi yerine sadece gözlemlenebilir, olgu ile alakalı nesnelerin öğretimine dönmüştür. 

Çetinoğlu: Yani?

Prof. Bolay: Çoğu zaman tek yanlı, tek kanatlı bir eğitim; insanın manevî yönünü ihmal ve inkâr eden bir eğitim anlayışına bel bağlanılmıştır. Pozitif felsefe, dinlerin ortadan kalkacağını iddia eder. Bu dönemde metafizik karşıtlığı o kadar ileri gitti ki bizzat Auguste Comte (d.1798-ö.1857) hücre keşfedildiği halde hücrenin varlığını kabul edemeden bu dünyadan göçüp gitti. Comte müspet bilim sâhibi bir insandır fakat metafizik olur diye gözle görülmeyen şeyleri kabul edemiyor.  Alman fizikçi ve tanınmış filozof Ernst Mach (d.1838-ö.1916) da aynı gerekçe ile atomun varlığını kabul edemeden öldü. Bu pozitivist anlayış, Meşrutiyet döneminde bazı düşünürlerimizce benimsenerek dinlerin ve özellikle İslâm’ın ortadan kalkacağına inandılar. Bilimsel kılıflı din düşmanlıkları yapıldı.

Çetinoğlu: Hâlâ böyle düşünenler var…

Prof. Bolay: Günümüzde de bu fikrin kalıntılarına rastlanmaktadır. ‘Dinler ortadan kalkacaktı. Hâlâ niye dinden bahsediliyor? diye sızlanan okur-yazar takımından hâlâ hayıflananlar az değildir. Dolayısıyla bu gibi akımlar ve görüşler, Türkiye'de eğitimin tek kanatlı olmasına ve sâdece varlığın görünen yüzüne bağlanılmasına yol açtı. Yani insanı eğitirken manevî dünyası, manevî cephesi,  zihni, ruhu ve kalbi yok sayıldı veya göz ardı edildi. 

Biyolojik olarak ne varsa orda onların üzerinde durup onların geliştirilmesi eğitimdir, zannına kapıldık. Dolayısıyla uzun vadeli 30, 40 sene içerisinde programlar yapmak, geleceği öngörmek şeklinde sistemler de geliştirilemedi. 1968 de Fransa’da başlayan ve dünyayı saran bir maddeci hareket vardır. Sokaklar işgal edildi. Fransa'da o zamanki Fransız hükümeti iki binli yıllarda otomasyonun geliştirilmesi ve yirmi milyonun kişinin istihdamının temin edilmesi vazifesini, yaklaşık 40 sene önce üniversiteye görev olarak yüklüyor. Biz bundan 20 sene 30 sene sonrasını hesap edemiyoruz. İngilizler, bundan çeyrek asır evvel Hilafet kongresi topladı. 

Çetinoğlu: Niye hilafet? İngilizlerin hilafetle ne alakası var ki?

Prof. Bolay: Bu soruyu İngilizlere de sormuşlar…

Çetinoğlu: Ne cevap almışlar?

Prof. Bolay: Demişler ki 50 sene sonra İslam dünyasına Hilafet gelirse biz ne yapacağımızı bilelim diye toplandık. Onlar, geleceklerini böyle tasarlıyorlar. Biz de gelecekte bunlar hâkim olur zannıyla onların sistemlerine ‘hak bayram’ diye sarılıyoruz. 

Okullarımızın müfredat programları yenilenme çalışmaları genelde tamamen Batı kaynaklı olduğu için Batı’da bilgiler tarafsız çağdaş bize sunulması ve onların tercüme edilip ezberletilmesi ‘siyantist’* anlayışın bir çeşit uygulaması olmuştur.  Meselâ Ernest Renan’ın (d. 1823-ö. 1892) Bilimin Geleceği adıyla dilimize çevrilen kitabında Bir gün gelecek herkes bilecek kimse inanmayacak.’ ‘Geleceğin amentüsünü ilim yazacak.’  deniliyor. Bilimin böyle bir özelliği yok. İlmin getirdiği bilgilerin de mutlaklığı, değişmezliği yoktur. O bilgi her an değişir. Dolayısıyla bunlara mutlak gözüyle bakıp bilimi kutsayıp bizi bilime tapınır hâle getirmeye çalışılmıştır. Artık Batılı bilim anlayışı ağır bir şekilde kendi bilimcileri tarafından tenkit ediliyor. Prof. Dr. Korkut Tuna’nın (1993) Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine adlı kitabı Batı’daki gelişmelerden esinlenerek yazılmıştır. Tuna, bu çalışmasında batılı bilginin etraflı bir eleştirisini yapmaktadır.

Çetinoğlu: Eğitim problemimizi ana hatlarıyla ifade emek gerekirse, neler söylenebilir?
Prof. Bolay: Şunlar söylenebilir: 

*Kendimize özgü bir insan şahsiyetinin ve ona uygun bir eğitim sisteminin geliştirilememesi,

*Uzun vadeli mesela 40-50 yıllık veya daha uzun süreli programlar yapılamaması, 

*Müfredat programları, eğitimde yenilenme çalışmalarının tamamen Batı kaynaklı olması,

*Eğitimci ve politika yapıcıların hangi yabancı ülkeye gittilerse oranın eğitim anlayışını ülkemizde yerleştirmeye çalışması,

*Batı ülkelerinde geliştirilen eğitim sistemleri, kendi kültür ortamlarına dayanan ve buna uygun kendi medeniyet tasavvurundan kaynaklandığı halde biz de Batı medeniyetine mutlak surette bağlanmayı hedefe alarak eğitim sistemleri geliştirilmeye çalışılması dolayısıyla çağdaş denilen eğitim sisteminin toplumu aslına uygun tarzda yönlendirme, ferdî hayatların düzene konulması, kendi inançlarımızdan kaynaklanan ahlakî bir yaşayışın yerleştirilmesi gibi konularda başarılı olamaması,

*Yunan ve Latin klasiklerine dayanan bir kültür ve bilgi yığınıyla beslenen hümanist nesiller yetiştirilmeye yönelinmesi,

*Okulun ailenin ve hayatın birbirinden ayrı olarak düşünülmesi ve eğitimin bütünlüğünün bozulması,

*Eğitimde ve okulda ahlakî eğitime ve sorumluluk duygusunun yerleşmesine yeterince önem verilmemesi,

*Okullarda ana dilin iyi öğretilememesi (Ana dil, ilkokul, ortaokul ve lisede öğretilir, üniversitelerde öğretilmez, öğretilemez),

*İnsanımıza istikrarlı bir şahsiyet ve bilgi birikimi kazandırılmaması,

*Cumhuriyet öncesi kültür ve eğitim hayatının toptan ve devamlı kötülenmesi, 

*Millî hayata bağlı eğitim sistemine uygun vasıflı öğretmen yetiştirilememesi.

Çetinoğlu: Anlaşılıyor ki mesele; önce öğretmende düğümlenmektedir.  
Prof. Bolay: Öğretmen de tek başına meseleyi halletmeye yetmez. Onu yetiştirecek üniversitelerin de yüksek vasıfta öğretime ve ilim zihniyetini benimsemiş, millî kültür hazineleriyle bezenmiş öğretim üyelerine sâhip olması lâzım. Bu da yetmez. Üniversiteler, millî kültür hazinelerini de iyi araştırıp başta öğretmenler olmak üzere yetiştiği insanlara o hazineleri kazandırması gerekir.

(DEVAM EDECEK)