Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’ndeki Zorbalıkla Bulgarlaştırma Döneminde Anavatan Türkiye’ye Sığınan 

Operatör Doktor AHMET YÜCETÜRK’ün Yaşadığı Nefes Kesici Mâcerâ…

Oğuz Çetinoğlu: Bulgarlar, Türklüklerini unutmuş, Türk asıllı Hıristiyanlardır. Onlar kendilerini nasıl görüyorlar?

Dr. Ahmet Yücetürk: Bulgarların birçoğu ve şovenist Bulgar milliyetçileri; Bizans ve Osmanlı olmasaydı, kendilerinin Avrupa’nın en gelişmiş ve büyük medenî milleti olacaklarını iddia ediyorlar. ‘Medenî ve büyük millet olmak’ onlar için bir saplantıdır. Suçu daima başkalarına atıyorlar. Kendilerini ise sütten çıkma bembeyaz kaşık olarak görüyorlar. 

Çetinoğlu: Bulgarların Bizans düşmanlığının dışa vuruluşuna pek rastlanmıyor. Gelişmelerini güya engelledikleri düşüncesiyle Osmanlılara, dolayısıyla Türklere düşmanca davranıyorlar. 

Türk ve Müslüman bir ailenin evlâdı olarak Bulgaristan’da doğup büyüdünüz. Nelerle karşılaştınız?

Dr. Yücetürk: Dedem beni Türk ortaokuluna uğurlarken ‘ümide yolculuksun’ demişti. O ne büyük ümitti… Seviniyordum. 

Bulgaristan’da insan hürriyetini kısıtlayan ve hayatı, yasaklar ve zorbalıklar silsilesine çeviren sözde sosyalizm uyanıklığından nasibimi ben de aldım.

Lise 1’de, paraşütle atlama kurslarına ben de kayıt oldum.  Daha ilk anda önüme bariyer konuldu. 

Çetinoğlu: Sebebini söylediler mi?

Dr. Yücetürk: Dediler ki: ‘Senin Türkiye’de, İzmir’de teyzen varmış; 1951’de göç etmiş, bu sebepten paraşüt kurslarına katılamazsın!’ Liste dışı bırakıldım.

Lise’de öğretmenlerimizin hepsi Bulgar’dı. Lise mezuniyetinde başarı sıralamasında 4. oldum 

Çetinoğlu: Askerlik döneminiz nasıl geçti?

Dr. Yücetürk: 1959 yılında askerliğimi yapmak için Askerlik şubesinde: ‘İşçi Askeri  olacaksın’ dediler. ‘Neden işçi Askeri?’ diye sordum. Bulgar Albay ‘Vatan borcu!’ dedi.

Doğup büyüdüğüm Bulgaristan’da vatan borcunu ifa etmek için bana kazma kürek saplarından başka bir şeyi lâyık görmediler. Silahı tanımak, tutmayı ve kullanmayı öğrenmek, Türklere yasaklanmıştı. En büyük tabu idi.  Bir Türk’ün silâhlı asker olabilmesi asla söz konusu olamazdı. Türklerden böylesine korkuyorlardı. Korkularını açığa vuramıyorlar. Sinsi plânlarla ezmeye çalışıyorlardı. 

Çetinoğlu: Bunların ne demek olduğunu, daha doğrusu kendinizin, ne olduğunuzun idrâkine ne zaman vardınız?     

Dr. Yücetürk: Lise döneminde ben gerçekten ‘Ben kimim, vatan neresi? Eşitlik ne demek, neden eşit değiliz?’ Sorularına cevap aramış ve kendi kendime bulmuştum. 

Çetinoğlu: Bütün bu kısıtlamalara rağmen doktor olabildiniz, ihtisas yapabildiniz ve genel cerrahî uzmanı oldunuz… 

Dr. Yücetürk: 1961’de üniversite imtihanlarında Bulgar asıllı sınıf arkadaşlarım kadar puan aldım, tıbbiyeyi kazandım. Aralık 1967’de Hipokrat yemini ederek mezun oldum.

Eski-Cuma şehrinde mecburî hizmete dâhiliye dalında başlattılar. 

Çetinoğlu: Zorluklarla karşılaştınız mı?

Dr. Yücetürk: Tedâvi ettiğim hastalardan biri aktif savaşçılardan biriymiş. Şefim hastanın erken taburcu edilmesini istedi. Bir hafta sonra biri ‘Gazeteciyim’ deyip benimle görüşmek istedi. Hastayı neden erken taburcu ettiğimin hesabını sordu, tehdit etti, meseleyi uzattıkça uzattı… Kızmıştım:      ‘Gazeteci kimliğinizi görmek isteyecek değilim. Bulgarcanız için şunu söyleyeyim: Bu şehirde Bulgarca dilini benden daha iyi bilen 3-4 kişi vardır. Diğerleriniz, siz de dâhil, Bulgarca bilgisi ve konuşma bakımından benim için ‘yok’ sayılırsınız. Bulgarcayı bile bilmiyorsunuz.’ Diyerek konuşmayı bitirdim. 

Her halde gururunu kırmıştım. Gözlerimin içine bakarak bana: ‘Yılanın başı küçük iken ezilmeli!’ dedi ve çekip gitti. Eminim ki, gizli polis elemanıydı.

Bulgaristan’da artık doktordum. Fakat resmî devlet kurumunda çalışan bir Bulgar bana ‘yılan’ diyordu. Türklerin doktor olmasına tahammülleri yoktu. Bizi rahat bırakmayacaklarının işâreti idi…

Çetinoğlu: Şikâyetçi oldunuz mu?

Dr. Yücetürk: Kime şikâyet edeceğim? Muhatabımı cezalandıracak, hiç değilse onu kınayacak bir merci bulmak mümkün değil. Üstelik meseleyi alevlendirmiş olurdum. Başıma ‘iş’ açardım…

Çetinoğlu: Dâhiliye’den cerrahî bölümüne geçtiniz… 

Dr. Yücetürk: Dâhiliyede 1 yıl görev sürem doldu.  Hastanenin Cerrahî bölümüne kadrolu tâyinim yapıldı, ihtisasa başladım. Genel cerrah uzmanı oldum. 

Çetinoğlu: Artık rahata erdiniz…

Dr. Yücetürk: Kaderin cilveleri bitmiyordu. 1968, yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Devleti arasında göç antlaşması imzalandı. Fakat sosyal haklar konusu havada kaldı. 

Çetinoğlu: Yine problem mi çıktı?

Dr. Yücetürk: 1975 yılında  ‘ortopediye geçeceksin’ dediler.  Ortopedi ihtisasına başladım. Bana tahsis edilen evle alakalı kira kaydımı yaptırmak için, Emniyet Müdürlüğüne gittim. Orada, bir Türk kızı, kimliğimde isminin bir harfinin yanlış yazıldığını söylüyordu. Emniyet görevlisi sinsice gülerek: ‘Kız, bir iki yıl sonra sana güzel bir Bulgarca isim koyduktan sonra, yanlışlık olmaz!’ dedi. Emniyet görevlisi ağzından kaçırmıştı. Türklerin isimlerinin değiştirileceğini öğrenmiş bulunuyordum. O anda yıldırım çarpmış gibi oldum. Kulaklarım çınlamaya, kafam zonklamaya başladı. Demek ki zamanı gelmişti: Doğup büyüdüğüm bu ülke,  isim değiştirme barbarlığını hazırlamış, uygun zamanı bekliyordu. Bu ülke artık benim için ‘vatan’ olmaktan çıkmıştı.

Çetinoğlu: Bulgaristan’ı terk etmeyi kararlaştırdınız. Sonra?

Dr. Yücetürk: 1968 Göç Antlaşması’nın ek protokolü Kasım 1977’de Ankara’da imzalandı; Protokole göre göç etme hakkına sâhip oluyordum. Mayıs 1978’de, göç etmek için müracaat ettim. Haziran ayından 30 Kasım’a kadar Göç etme Pasaport Şubesinde: ‘Size hâlâ bir şey yok.’ Cümlesini 22 defa işittim. 

Çetinoğlu: Bulgaristan’ı terk etmenize izin vermiyorlar. Terk etmezseniz, Bulgar ismi kullanmak mecburiyetinde bırakılacaksınız…

Dr. Yücetürk: Evet! Kırk katırla kırk satır arasında tercih mecburiyetinde kalmamak için Göç Etme Komisyon Başkanlığı’nın makamına gittim. İl Halk Şurası Başkan Yardımcısı Kiril Petkov, aynı zamanda il hastanesi yetkili sorumlusu idi. Onunla bir hayli gergin bir ortamda konuşmamız oldu.     -Doktor, hangi durum sende göç etmek ihtiyacını doğurdu? Diye sordu.

On ayrı sebebi sıralarken; 

1-Lise 1’de paraşütle atlamak yasak, diye başladım. 

Cevabı dikkat çekiciydi: ‘Tabiî yasak olacak. Sen paraşütle atlamayı öğrendiğinde Türkiye için, yetiştirilmiş asker olacaksın. Bunu yapmak ahmaklık olur.’ demişti. 

Bu Bulgar komünist yönetici, biz Bulgaristan Türklerini doğup büyüdüğümüz ülkede ‘beşinci kol’, Türkiye’nin, Bulgaristan’daki faşist Franko tipi ajanları olarak kabul ediyordu. 

Çetinoğlu Yılanın başı’ meselesini de söylediniz mi?

Dr. Yücetürk: Söyledim. Ayrıca;  Askerliğim sırasında silahı tanımama, kullanmayı öğrenmeme, Türk olduğum için izin verilmediğini de de söyledim. Diğerlerini de sıraladım: 

-1922 yılında inşa edilen Türk Mektebi’ni, 40 yıl sonra yıktınız. Yerinde kocaman bir çukur ve çirkin bir taş yığıntısı mevcut. Bu kültür ocağı bir müze olarak bırakılamaz mıydı?

-Beş-altı yaşındaki oğlum televizyon seyrederken: ‘Baba, tuğgeneral olabilir miyim?’ diye soruyor. 

Şimdi ben de size soruyorum, cevap verin: Yarın benim oğlum, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde tuğgeneral olabilir mi? 

Göçmen olmak isteğini bende uyandıran sebepleri 10’a tamamladığımda şaşkınlıkla bana bakıyordu. 

Netice alamadım…

20 Eylül 1978’de, izinden dönmüştüm. Ameliyathane plânında büyük Ortopedi ameliyatı var. Şefim plânlamış, ben ameliyat edeceğim.

Uroloji şefinden duydum: ‘Bu sabah başhekimlik toplantısında İl Halk Şurası Başkan Yardımcısı Kiril Petkov da vardı’ dedi. Birden kafama dank etti...

  İşte ‘Ameliyathânenin tavanında sarkacak Demokles kılıcı’ diye düşündüm.

17 yaşındaki gencin uyluk kemiği ameliyatı başarılı bir şekilde sona eriyordu ki, gelen sıhhiyeci: ‘Doktor Ahmet, Başhekimin sekreteri haber etti. Dr. Simeonov odasında sizi bekliyormuş.’ dedi.

  Ameliyat bitti, başhekimin odasına gidiyorum.     

  Bu sırada trafik kazasında yaralanan bir hasta geldi. Baldır (kaval) kemikleri kırık. ‘Ameliyatı sen yapacaksın! Başhekimin yanına gideceğini de biliyorum.’ Dedi şefim.

Başhekimin odasındaki elektrikli havayı hissediyorum; bana ‘sıcak’ gelecek. 

  Burada da Demoklesin kılıcının ikizi benim üzerimde ve kılıç kıldan ince bir iplikle tavanda asılı duruyor.  

  Rüyâ görmüyorum... İl Sağlık Müdürü de burada.

Başhekim sordu: Acaba Dr. Ahmet gereken yerine oturmuş mu? Oturmamış mı?   Türkiye’ye göç etmekten Vazgeçmiş mi, vazgeçmemiş mi? Bu soruları cevaplandırmaya hazır mı? Ankara’nın propagandasına inanmaktan vazgeçmiş mi? Partinin emrettiği görevlerde hizmet etmeye hazır mı?

Çetinoğlu: Parti’ sözüyle herhalde Komünist Partisi’ni kast ediyor. Siz Komünist Partisi’ne üye miydiniz? 

Dr. Yücetürk: Hayır! Komünist Partisi üyesi değilim. Sorularının maksadı şu: Dr. Ahmet, kimin hizmetinde bulunacak? Bulgaristan’ın mı Türkiye’nin mi? 

Çetinoğlu: Cevabınıza göre ameliyathânenin tavanındaki kılıcı bağlı tutan ip kopacak ve sizin ense kökünüze saplanacak mı yaksa yerinde kalacak mı? 

Dr. Yücetürk: Hayatımın en heyecanlı ve tehlikeli anlarından birini yaşıyorum. Düşüncelerimi ve kararımı savunmak benim için şeref meselesi…  Kendi kendime telkin ediyorum: ‘Hiç irkilme, Ahmet! Ne sesinde, ne de ruhunda biz eziklik olmasın. Tavanda kılıç asılı olsa bile sen elindeki kılıcı nâmusun, şerefin için mertçe kullan! Korkmak, kazanma şansını kaybetmektir. Tavandaki kılıcı düşürmemek veya düşmesinin sana zarar vermemesini sağlamak mecburiyetindesin. Bu da davranışların ve söyleyeceğim cümlelerle mümkün olabilir. 

Cevap veriyorum: Benim etrafıma bakışım ve dünya görüşlerim şekillenmiştir. Hiçbir sebepten dolayı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duymuyorum. 

Ben kaçmıyorum. Ben hakkımı istiyorum.

Çetinoğlu: Ne cevap veriyorlar?

Dr. Yücetürk: Cevapları da benim kararım gibi keskin oluyor. Böyle azimli tutumunu devam ettirirsen, biz seni işten kovacağız ve sen Bulgaristan’da hiçbir yerde doktor mesleğini icra edemeyeceksin. Senin meslekî hazırlığını biliyoruz, genel cerrahî uzmanı olarak senden memnunuz, sonra iki ihtisas sâhibi yapıyoruz seni, sen ise ‘bariyerin diğer tarafına’ hazırlanmışsın. Hey, seni siyasî elverişsizlik sebebi ile işten atacağız.

Çetinoğlu: Sonra?

Dr. Yücetürk: Cevap verdim: ‘Size söyleyeceğim başka bir şey yok. Sizin de bana başka sualleriniz yoksa lütfen beni bırakın. Ciddi bir kemik ameliyatı beni bekliyor.’

Çetinoğlu: Bıraktılar mı?

Dr. Yücetirk: Evet! İkinci ameliyatım da başarılı geçti. 

Çetinoğlu: Tebrik ederim. Ameliyathânedeki kılıç ense kökünüze saplanmadı…

Dr. Yücetürk: Evet ama uğursuz kılıç ameliyathâne tavanında yine tehlikeli bir şekilde asılı duruyor. Ameliyathâne sıhhiyecisi geldi, ‘Saat 14,30’da seni İl Halk Sağlığı Müdürü’nün makamında olmanızı istiyorlar.’ Dedi. 

    Kendimi toparlayıp, İl Halk Sağlığı Müdürü’nün yanına gidiyorum. İlk sözü: ‘Dr. Ahmet, yukarıdan en sorumlu kişiler, seni siyâsî elverişsizliğin sebebiyle işten çıkarmamı emrettiler. Burada meslekî hazırlıktan söz etmiyoruz. Biz senin ciddiyetini ve profesyonel hazırlığını biliyoruz ve saygı gösteriyoruz. Burada siyâsî elverişsizlik söz konusudur. Seni siyasî sebeplerden dolayı işten çıkarıyoruz, sen ise ürküp sarsılmıyorsun bile.

Bulgaristan’da hiçbir yerde doktor olarak iş bulamayacaksın. Söyle! Daha neye güveniyorsun?

Çetinoğlu: Mâcerânın sonuna gelindi galiba…

Dr. Yücetürk: 20 Eylül 1978 târihinde başarılı iki ortopedi ameliyatı yaptığım esnada, iki ameliyat arasında siyasî-polisin çapraz sorgulamasına mâruz kaldım. Beni işimden kovma kararı aldılar. Bunu da Türkiye’ye göç etme sebebi olarak sicilime işlediler.   

21 Eylül 1978 tarihi ile Türkiye Cumhuriyetine göç etmeye müracaatından dolayı, ‘işe elverişsiz kişi olarak işinden azledilmiştir’ ibâresi ile işimden çıkarıldım.

Çetinoğlu: Sonra?

Dr. Yücetürk: Türkiye’ye göç etmek istediğim için beni ve ailemi takibe almışlardı. Bir sonraki gün 22 Eylül 1978’de, Çocuk Yuvasına giden kızımızı, hemen yuvadan almamı söylediler. Bir hafta geçti, öğretmen olan eşimi de işinden azlettiler. Daha sonra, 1985’te ben Belene Kampı’nda tutuklu iken, lise son sınıfta okuyan oğlumuzu ders saatinden alan Gizli Polisler Emniyet Müdürlüğüne götürmüşler. 

Çetinoğlu: Ders saatinden alarak… 

Dr. Yücetürk: Evet! Ders saatinden alarak… Oysa  ders saatinin dokunulmazlığı vardır! Kimse ders saatini bölemez ve öğrenciyi dersten alamaz!

Yine 1985’te Ben hâlâ Belene Toplama Kampında idim, yine Gizli Polis oğlumuzu bu defa evden alıp Emniyet Müdürlüğüne götürmüşler. Orada sorgulamadan sonra, bir yazı metni dikte ederek, el yazısı ve ile yazdırmışlar. Emniyete çalışması için de baskı yapmışlar. Şehrimizde Lise bitiminde, Lise son sınıf birincisine altın madalya verilmesi gelenek olmuştu. Fakat lise birincisi olan oğlumuza verilmedi.

30 Kasım’da son göçmen kafilesi de Türkiye’ye gitti.

Hastane yönetiminden bir tebligat aldım; beni oturmakta olduğum kiralık evden çıkarmayı kararlaştırmışlar. İlin Komünist Partisi yönetimi ve Devlet Güvenlik Servisi, kapitalist Türkiye’ye göç etmek istediğim için beni kıskaca aldı.

Konuyu Mahall! Mahkemeye taşıdılar. Ben mahkeme kararını kabul etmediğimi beyan ile yüksek mahkemede yeniden yargılanma talebinde bulundum. Beni İl Savcısı Apostol Apostolov’un makamına çağırttılar. Savcının önünde ne sıkıntılar çektim bir ben bilirim.

Çetinoğlu: Peki Efendim, mâcerânın devamını bir başka röportajda konuşuruz. 

Dr. AHMET YÜCETÜRK:

4 Temmuz 1941’de Bulgaristan’ın Eski Cuma (Tırgovişte) iline bağlı Avdallar (Lovets) Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Sonra Eski Cuma Türk Ortaokulu’na devam etti. Doktor olmak istediği için Bulgar Lisesi’ne kaydını yaptırdı. Bu liseyi dördüncülükle bitirdi.

Bulgaristan’da her Türk gibi askerliğini iki yıl işçi asker olarak yaptı.

1961-1967 yılları arasında Sofya Tıp Fakültesi’nde okudu. Mezuniyetten sonra Eski Cuma İhtisas Hastanesi’nde genel cerrahî uzmanı olarak çalıştı ve ortopedi-travmatoloji ihtisası yaptı.

1978 yılında Türkiye’ye göç etmek için müracaatta bulundu. Eski Cuma makamları, bu talebi siyâsî suç olarak gördü. Bunun üzerine 21 Eylül 1978’de işinden kovuldu. Bunu da Türkiye’ye göç etme sebebi olarak siciline işlediler. Daha sonraki yıllarda idârî makamların baskısına maruz kalarak yaşadı. Dinî mensubiyetinin işâretlerinden biri olan Türk ismimin zorla değiştirilmesine karşı koydu.

Hiçbir suç işlemediği halde 24 Haziran 1985 târihinde kelepçelenerek tevkif edildi. 108 gün Bulgaristan Emniyet Teşkilatı’nın hücrelerinde sorgulandı ve işkenceye mâruz bırakıldı. Buradan Belene Toplama Kampı'na götürüldü. Kampta altı ay, suçsuz 570 Türk münevveriyle birlikte zulüm gördü. Ardından Bulgar nüfusunun yaşadığı bölgelere sürgün edildi. 10 Haziran 1988 târihinde serbest bırakıldı.

Jivkov rejimi Bulgaristan Türklerini etnik bakımdan yok etmek istedi. Bu istek üzerine Bulgar Emniyeti, Dr. Ahmet Yücetürk ve ailesine (eşi ve iki çocuğuna) Bulgaristan’ı 6-7 saat içinde terk etmesini emretti. Bunun üzerine 29 Haziran 1989’da ailesiyle beraber Türkiye’ye göç etti. Hâlen Türkiye’de yaşamaktadır.