OĞUZ ÇETİNOĞLU VE İMAM MATÜRÎDÎ

OĞUZ ÇETİNOĞLU İLE SON KİTABI ‘MATÜRÎDÎ’Yİ KONUŞTUK

RÖPORTAJ: M.KEMAL SALLI

KEMAL SALLI: On sekizinci kitabınızı, on beşinci ve ‘Serahsî’ isimli kitabınızda olduğu gibi, yine belli çevreler dışında tanıyanı-bileni az bulunan bir başka Türk-İslâm âlimi Mâtürîdî hakkında hazırladınız. Konunun uzağında bulunanlar için Mâtürîdî hakkında bilgi verir misiniz?

OĞUZ ÇETİNOĞLU: Öncelikle, kitabımla ilgilendiğiniz için teşekkür ederim.

Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Türk diyârı Mâverâü’n-Nehr bölgesinde, günümüzde Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan Semerkand şehrinde 853 yılında doğmuştur. 944 yılında aynı şehirde ebedî âleme intikal etmiştir. Türk kültür muhitinde yetişen ve en çok Türkler arasında isim olarak bilinen fakat görüşleri kısmen de olsa ihmal edilen Türk din bilginidir. Sünni-Hanefi Müslümanların itikadî mezhep önderidir. Çok önemli bir İslâm âlimidir.=

SALLI: Son iki cümlenizle alakalı birkaç sorum olacak. Birincisi: Neden en çok Türkler arasında biliniyor?

ÇETİNOĞLU: Bilindiği gibi İslâm âlimleri Türkler, Araplar ve Farslar arasında yetişir. Araplar ve Farslar, kendilerinden olan âlimleri ön planda tutarlar, Türk âlimlerin ilmî bilgilerinde yanlışlıklar, eksiklikler ve kusurlar bulmaya çalışırlar. Kendi akıllarınca bir şeyler bulabilirlerse, bulduklarını kullanarak yıpratmaya çalışırlar. Bulamazlarsa o şahsı ya unutturmaya çalışırlar veya Türk olduğunu belirtmezler. Bu sebeple daha çok Türkler tarafından bilinir.

SALLI: Görüşleri neden ihmal edilmiştir?

ÇETİNOĞLU: İlim adamlarının dışındaki Müslüman Türklerin çoğunluğu, alt konularla, İslâmiyet’in derinliklerindeki bilgilerle ilgilenmeye vakit bulamıyorlar. Yapabilenler, ‘Elhamdülillah Müslüman’ım’ diyerek İslâmiyet’in beş şartını yerine getirmeyi yeterli görüyorlar. Allah onlardan râzı olsun ve sayılarını artırsın.

SALLI: Âmin. İtikadî mezhep imamıdır dediniz. Kitabınızda detaylı olarak açıklıyorsunuz. Yine konunun uzağında olanlar için ‘mezhep’ ve ‘itikadî mezhep’ hakkında kısa da olsa bilgi verir misiniz?

ÇETİNOĞLU: ‘Mezhep’ tâkip edilen, gidilen yol demektir. Aslında, özünde aynı olmakla birlikte, dinin teferruatına ilişkin kendine mahsus kaide ve sistemlerle oluşturulan inanç ve hukuk sistemidir.  

Hıristiyanlıkta Ortodoks, Katolik ve Protestan olmak üzere 3 adet büyük mezhep vardır. Müslümanlıktaki mezhepler de önce Sünni Mezhepler, Şiî Mezhepler olarak iki kola ayrılır. Türkiye’deki Müslümanların % 90’dan fazlası Sünnidir. Bildiğim kadarıyla İran’ın tamamı Şiî Müslüman’dır. Azerbaycan’da iki mezhebin de mensupları bulunur.

Sünnî inancında 4 mezhep vardır: Hanefi, Hanbelî, Mâlikî ve Şafiî. Bu dört mezhebin her birinde inançla ve uygulama ile alakalı öğretiler vardır. Birincisi inanç-itikad ile alakalıdır. Neye nasıl inanacağımızı anlatır.  İkincisi ‘amelî’ olarak anılır. İbâdetlerin nasıl yapılacağını öğretir. Dört mezhebin özü-esası aynıdır. Fark, yalnızca teferruattadır. Sünni-Hanefi Müslümanların amelî-tatbikat-uygulama ile alakalı mezhebinin önderi İmam-ı Âzam Ebu Hanife’dir. İslâm’ın beş şartının nasıl yerine getirileceğine ait bilgileri öğretir. İtikad-inanç mezhebinin önderi de İmam Mâtürîdî’dir. Ebû Hanife’ye ve Mâtürîdî’ye göre ibâdetlerdeki noksanlıklar ve yanlışlıklar Müslüman olmayı ve Cennet’e gitme hakkını engellemez. İmanda ve itikattaki noksanlıklar ve yanlışlıklar ise insanları kâfir durumuna düşünür. Böyleleri Cennet’e giremezler.

Sünni Hanefi Müslümanların, bir itikat imamı daha vardır: Hasan el-Eş’arî. Arap asıllıdır. Önceleri Mu’tezile mezhebine mensuptu. Bu mezhep bâzı İslâm âlimlerince  ehl-i sünnet dışı ve ehl-i bid’at olarak kabul edilmiştir. Bir başka ifâde ile makbul görülmemiştir.    

SALLLI: Mâtürîdî ile Eş’arî arasında ne gibi farklar var?

ÇETİNOĞLU: Mâtürîdî, Kur’ân âyetlerini yâni vahiy kavramını esas almakla birlikte, Kur’an-ı Kerîm’deki Aklınızı kullanın’, ‘siz hiç akletmez misiniz ve neden aklınızı kullanmıyorsunuzşeklindeki yüzlerce âyetten aldığı emirle akıl kavramına da büyük ehemmiyet atfeder. Eş’arî, aklı, Mâtürîdî kadar değerli bulmaz. Hatta kendisinden sonra gelen Eş’ariyye imamları, aklı yok saymadılarsa da, iyice geri plâna itmişlerdir. Bâzı âlimler Mâtürîdî’nin öğretilerini ‘Aklî iman’, Eş’ari’nin öğretilerini ise ‘naklî iman’ hatta ‘taklidî iman’ olarak vasıflandırırlar.

SALLI:Aklî’ ve ‘naklî’ kavramlarını biraz açar mısınız?

ÇETİNOĞLU: Aklî iman’, kesin hüküm yoksa, akla uygun olanı yapmayı, anlaşılamayan konuları da araştırmayı tercih eder. Naklî iman ise nakledilen ne ise onu yapmayı tavsiye eder. Abartılı bir ifâde ile, ‘kendine imam kabul ettiğin kişiyi taklit et’ denildiği iddia edilir.

SALLI: Öyle midir?

ÇETİNOĞLU: Güvenilir kaynaklardan öğrendiklerimi ve çevremde gözlemlediklerimi söylüyorum. Yanılıyor isem, Allah’a sığınırım. Mahalle aralarında, şıhlar, şeyhler, ‘efendi hazretleri’ ve müritleri var. İslâmiyet’i aslî kaynaklardan öğrenmeyi külfet zannedenler veya bu külfete katlanamayanlar, onlara tâbi oluyorlar. Fakirmendiler, çantalı-şemsiyeli Mehmet hocalar, İbrâhimzâdeler var. Bunları herkes biliyor… Sayıları çok az olsa bile bâzı din görevlilerinin onlardan aldıklarını, vaazlarda ve sohbetlerde, çevresinde toplananlara sattıkları da...

Büyük konuşmayı sevmem. Fakat iddiam şu: Mâtürîdî’nin ‘akla dayalı iman’ kavramını benimsenip uygulanırsa, İslâm adına İslâm’a ihânet eden El-Kaide, Taliban, IŞİD-DEAŞ, Eş-Şebab, El Nusra, Boko Haram, Hizbullah, Halkın Mücâhitleri ve diğer cinâyet şebekeleri, eylemlerini yürütecek intihar komandoları bulamazlar.

SALLI: Açıklamanızla alakalı sorularım bu kadardı. Şimdi başka konulara geçelim… İmam Mâtürîdî mezheb imamı. Bir mezhebe intisap etmek, bağlanmak şart mıdır?

ÇETİNOĞLU: Güzel bir soru… Teşekkür ederim.

Efendim, iyi bir Müslüman olabilmek için âyet ve hadisleri bilmek gerekir. Bâzen bilmek yetmez. Yorumlamak gerekir. Yorum yapabilmek için de bilgiye ihtiyaç vardır. İslâmiyet’te, sıradan herkesin kendi kafasına göre âyet ve hadislerden hüküm çıkarması ve ibâdetlerini buna göre yapması söz konusu olamaz. Hüküm çıkarırken âyetlerin nüzul sebebinin, hadislerin söyleniş sebebinin bilinmesi gerekir. Bütün bunlar, müctehid olan mezhep imamları tarafından tespit edilmiş ve yazılmıştır. Onlardan yararlanmak gerekir. Müslümanlar için asıl olan Kur’ân’a göre yaşamaktır. Kur’ân, bütün insanlara ve bütün zamanlar için gönderilmiştir. Bu süre içerisinde olacak olanlar devamlı ve sonsuzdur. Kur’ân’ın ifâde ettiği hükümler, bizim telaffuz ettiğimiz kelimeler itibâriyle sınırlıdır. Sınırlı olan hükümler, sınırsız olan olayları anlatamayacağına göre, yeni olaylar için yeni hükümler gerekir. Bu hükümlere ictihad deniliyor. İctihad İslâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü, Kur’ân’a uygun olarak ortaya koyma gayretidir. İctihadı yapacak olan şahsın, esas kaynak olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve O’nun açıklaması olan hadisi veya sünneti bilmesi gerekir. Gerekir ki, Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir hüküm ortaya koymasın. Bu yapabilecek olanlar olanlar mezhep imamlarıdır.

Peygamber Efendimiz’in, sahabelerin, tâbiinlerin ve tebe tabiînlerin ebedî âleme intikalinden sonra yüzlerce, belki binlerce müctehid gelmiş-geçmiş, ictihadlarını söylemiş ve yazmışlardır. Ancak söylediklerinin-yazdıklarının bir kısmı, Kur’ân’a, akla ve mantığa uygun bulunmamış ki itibar görmemiş ve unutulmuş. Dört müctehid imam, mezhep imamı var ki onlar; İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik,  İmam Hanbel ve İmam Şafiî’dir.

Şimdi akla başka bir soru gelebilir: Mâdem ki esas olan Kur’ân ve O’nu açıklayan hadislerdir, 4 imamdan birinin görüşleri doğrultusunda hareket etmesi şart mıdır?

SALLI: Şart mıdır?

ÇETİNOĞLU: Bu soruya verilecek farklı ve uzun açıklamalı cevaplar olabilir. Kısa bir cevap uygun bulunmayabilir. Şu kadarını söyleyebilirim: ‘Bir mezhep imamına uymak farz mıdır?’ diye sorulursa, cevap veremem. Çünkü bir şeyin farz olup olmadığını tespit etme yetkisi Cenâb-ı Allah’a ve O’nun Rasûlüne aittir. Söz konusu soruya ancak ‘Gereklidir’ diye cevap verilebilir.  

SALLI: Biraz derinlere ineyim. Dört mezhep imamının öğretilerinin doğru, farkın teferruatta olduğunu söylediniz. Hanefi mezhebinden olan bir şahıs, bir başka mezhebe uyabilir mi?

ÇETİNOĞLU: Mezheplerin kolay taraflarını araştırıp, mecburiyet yokken sırf nefsimizin arzusuyla işimize geldiğini almaya izin verilmiyor. Çünkü bu dinî hükümlere değil, nefse uymaktır. ‘Kendilerini İslam’a uyduramayanlar, İslâm’ı kendilerine uyduruyorlar’ sözü bunun gibi insanlar için söylenmiş olmalı.

SALLI: Daha derinlere ineyim: Mâdem ki esas olan dinî hükümlerdir, dört mezhebe lüzum var mıydı?

ÇETİNOĞLU: O zaman dört değil, dört bin, hatta dört milyon, belki dört milyar mezhep olurdu. Bilindiği gibi mezhep imamları, Kur’ân’da bulunmayan hükümleri, benzer bâzı hükümlerden yola çıkarak tefekkür yoluyla ve derin bilgilerle ortaya koyuyorlar. Bu hükümler, asırlar boyunca Müslümanların ve İslâm âlimlerinin süzgecinden geçmiş, tasvip görmüş, uygulanması tavsiye edilmiştir.

SALLI: Mezhepsiz Müslümanlık olur mu?

ÇETİNOĞLU: Efendim, bendeniz, yazılarımla ve konuşmalarımla okuyucularımı ve dinleyicilerimi bilgilendirme cür’etinde bulunmadan önce, kendimi bilgilendiriyorum. Röportaj teklifinizi kabul ettikten sonra, neler sorabileceğinizi düşündüm. Vereceğim cevapları araştırdım, öğrendim; karşınıza edindiğim bilgilerle oturdum. Sorularınız, tesâdüf bu ya…, çalıştığım yerlerden geldi. Teşekkür ederim.

Öğrendiklerimi nakledeyim: Büyük İslâm âlimleri, mezhepsizliğin insanı (Allah korusun) dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu söylüyorlar.

Mezhepler sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. ‘Mezheplere gerek yoktur’ diyenler, ola ki Müslümanların sorularını cevaplamaya kendilerini ehil görebilirler. Onlara nasıl güvenilebilir ki? Adını şu anda hatırlayamadığım bir âlim: ‘Mezhepsizliğin önü safsata, sonu dinsizliktir’ diyor.

Doğruyu Allah söyler ve söyletir. Doğru yolu gösteren de O’dur.

SALLI: Mezheplerin çıkış sebebini sorabilir miyim?

ÇETİNOĞLU: Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildi. Gerek inanç, gerek ibâdet ve muamele, gerekse âdap ve ahlâka dâir anlayamadıkları bir mesele çıktığında, Resûlüllah’a (s.a.v.) sorarlar, o da açıklardı. Dört halife döneminde de bu hususlarda herhangi bir sıkıntı olmamıştı. Sahabe ve tâbiîn devirlerinde ise, akaid ve tatbikata dair bir mesele ortaya çıkarsa, hemen güvenilir âlimlere müracaat edilir, cevabı alınır, karışıklık çıkmasına fırsat verilmezdi.

Ancak, daha sonraki devirlerde, kendilerine güvenilir zatların yavaş yavaş azalmaları sebebiyle, Müslüman halkın sıkıntılarını gören bazı âlim ve müctehidler, ibâdet ve fıkıh alanındaki görüşlerini açıklayıp yaymaya başladılar. Nitekim hicrî birinci asrın sonlarından itibâren mezheplerin kurucuları, gerek ibâdet ve gerekse fıkıh sâhasındaki çalışmalarını artırdılar. Onların bu görüşlerini dinleyen, okuyup yazan insanlar da, bunlara uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve ictihadları, halkın anlayışında bir mezhep olarak yerleşti. Bununla birlikte hemen ifâde edilmeli ki, bu büyük âlim ve imamlardan hiçbirisi, ‘Ben bir mezhep kuruyorum, bana uyunuz!’ diye, halkı kendi görüşlerine tâbi olmaya çağırmamışlardır. Devlet adamlarının, makam-mevki ve nüfuz sâhibi kimselerin dâvet veya emirleriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdir.

Bilindiği üzere insanların anlayış-kavrayış ve idrak seviyeleri farklıdır, istek ve ihtiyaçları çeşitlidir. Dolayısıyla dinin esâsına uygun olmak kayıt ve şartıyla fıkhî ihtilafların / farklılıkların da normal olması bir kenara, ümmet için bir rahmettir, kolaylıktır. Onun içindir ki Peygamber Efendimiz, müctehid, ictihadında isâbet ederse iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı bu ictihadında hatâ ederse bir sevap alacağını söylemiştir.

Netice olarak; herkesin, hükmü asıl kaynaklarından, Kur’ân ve sünnetten alması gerekir. Buna gücü yetmeyenler ise, bir imama veya müçtehide tâbi olabilirler. Tâbi olmak, körü körüne taklit anlamına gelmez. Müçtehidin deliline bakarak tercihte bulunmak, onun görüşünü paylaşmak anlamını taşımaktadır. Bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak kadar, ‘kişi muhayyerdir, dilediği müçtehidi taklit eder’ demek de doğru değildir. Verilen fetvânın, kişinin vicdanını tatmin etmesi aklının verilen tavsiyenin doğruluğuna karar vermesi gerekir. Hemen belirtilmeli ki İslâmiyet’in emrettiği ‘istişâre’ teslim olmak değildir. Kararı verecek olan, akıldır.

 Kur’ân da zâten hep onu söylüyor: ‘Aklınızı kullanınız’. Mâtürîdî de aklı ön plânda tutuyor.

SALLI: Akıl şart…

ÇETİNOĞLU: Evet, aklı olmayanın zâten dinî bir sorumluluğu yok.

SALLI: Mezheplerin ortaya çıkışını konuşuyorduk…

ÇETİNOĞLU: Mezheplerin ortaya çıkış sebeplerinden biri ve ön önemlisi diyebileceğimiz husus; İslâm’ın insanlara tanıdığı hürriyet anlayışıdır. Bu anlayışın sebebi de insan aklına olan güven anlayışıdır. Bilinmektedir ki sâlih akıl, tercihini dâima doğrudan yana kullanır.

SALLI:Hürriyet’ dediniz. Bu ne hürriyeti?

ÇETİNOĞLU: Dinin emirlerini yerine getirip getirmeme hürriyeti… Kaynağı ve teminatı da Bakara Sûresinin 256. Âyetidir. Muhkem âyetlerdendir ve ifâdesi kesindir: ‘Dinde zorlama yoktur

İnsanın, insan olabilmesi için ‘olmazsa olmaz’ şartı; akıl ve hürriyettir. Bir başka ifâde ile aklı ve hürriyeti olmayan insan, şeklen insan olsa bile, mânâ itibâriyle insan değildir. Bilindiği gibi binek ve araba atları için ‘gem’ denilen bir âlet kullanılır. Binilen veya arabayı çeken at, bu âletle idâre edilir. Atın hürriyeti, gemi yâni dizgini, o âleti kullananın elinde ve emrindedir. Atın hâkimi artık o kişidir. İnsanoğlu hürriyetini bir başka insanoğluna devrettiğinde, insanlığından vazgeçmiş, kendisini ‘at’ seviyesine indirmiş olur.

Allah’a kul olmanın gerekli olduğu, akıl yoluyla bulunur. Bulunduktan sonra da insanoğlu, kendisine tanınan hürriyet hakkını, bizzat kullanmayıp bir başkasına devrederse, yaratılışındaki fıtratından uzaklaşmış olur. Allah’a kul olmak yerine, kula kul olmuş, böylece ‘insan olma’ hakkından vazgeçmiştir.

Bu bilgilerin hepsi ve daha fazlası ‘Büyük Türk-İslâm Âlimi MÂTÜRÎDÎ isimli kitapta okuyucuya sunulmuştur.

SALLI: Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

ÇETİNOĞLU: Kitabımı tanıtma imkânı sağladığınız için size minnettarım.

ESERİN ARKA KAPAK YAZISI:

Dünyâmızın mevcut düzeni, insanlığa huzur müjdesi veremiyor. En problemsiz toplumlar bile yakın veya uzak bir gelecekte, ‘kelebek etkisi’ kavramı sebebiyle huzursuzluk tusunamisinin kendilerine de ulaşabileceğinden endişe ediyor.

O halde, yeni bir medeniyet anlayışını inşa etmek mecburiyeti söz konusudur. Denilebilir ki yeni bir medeniyet anlayışı, insanlığın huzuru için beka meselesidir.

Beklenen ve özlenen medeniyet; Mâtürîdî’nin akıl, din, bilgi, hürriyet ve saadetle alâkalı olanlar başta olmak üzere bütün düşünceleri temel kabul edilerek inşa edilebilir.

İslâm âlemindeki huzursuzluğun, görünen en önemli sebeplerinin giderilmesi için Mâtürîdî, asırlar öncesinde çözümler üretmiştir. Ancak bu çözümler, târihin derinliklerinde kalmıştır. Bilindiği gibi Mâtürîdî; dönemin İslâmî ilimler çevresi olan Mekke, Medine, Bağdat, Basra, Küfe ve Şam bölgelerinden uzakta, Türk diyârı Mâverâü’n-Nehr bölgesinde yaşamıştır. Bu sebeple, biraz da ırkî mensubiyeti dolayısıyla ön plana çıkamayışı, oluşturduğu sistemin bir taraftan cihanşümul olmasını diğer taraftan da yıpranmasını engellemiştir. İncelendiğinde görülecektir ki oluşturduğu sistem sağlamdır. Aynı çağda diğer İslâm âlimlerinin geliştirdiği sistemler gibi felsefeyi, astronomiyi ve fen ilimlerini red veya ihmal etmemiştir.

Mâtürîdî’nin vazettiği sistemi bilmeyenler, aklı ve bilgiyi değil, temelsiz bir imânı ve teslimiyeti öne çıkarmışlardır. Bu düşünce ile hareket edenler kurdukları tarikatlar ve oluşturdukları cemaatlerde önce mensuplarının, sonra da toplumun önemli bir kesimini yönlendirme imkânı bulmuşlardır. Böylece İslâm’ın özünü bilmeyen şekilci bir Müslümanlık üretmişlerdir.

Elinizdeki kitap, Matürîdî’yi ve O’nun önce İslâm âlemini sonra da bütün insanlığı huzura ve saadete ulaştıracak sistemini yeniden gün ışığına çıkarıyor.

BİLGEOĞUZ YAYINLARI: [email protected]  // www.kitapburda.com //  0.212-527 66 65