Nevin Şahin ile Senaryo Yazarlığı, Sanat – Edebiyat ve Medya Dünyası Üzerine 

Öncelikle bize  kendinizden  bahseder misiniz?

1976 senesinde, İstanbul’a dönüşün en güzel olduğu şehir Ankara’da doğdum. “Düz duvara tırmanan çocuklar” kategorisinde büyüdüm sanırım. Belki duvara tırmanmama müsaade edildiği için de içimdekileri dışa vurmak, çoğu insana göre daha kolay oldu. Çünkü insan kendini ifade edebildiği sürece daha mutlu hatta daha sağlıklı. Hele hele gelişim çağında. Tabi bu, hem okul hem de sosyal hayatımda önemli sorunlar yaşamama neden oldu. Despotik bir eğitim sisteminde, hür ve kendini ifade eden çocuklar sevilmiyor çünkü. Sistem buyuracak, sen yapacaksın. Dört ilkokul öğretmeninden sonra başlayan ortaokul hayatım da aynı şekilde sorunlar hep devam etti. Sorun nedir derseniz; öğretmenlerin üslupsuzluğu, hadlerini aştıkları yerde de “buna hakkınız yok!” demek. Düşünün bunu söylediğiniz zamanda bir disiplin kurulu var karşınızda. Bununla mücadele ettiğinizde de öğretmenleriniz tarafından “anarşist” ilan ediliyorsunuz. Mesela ortaokula başlıyorum “dakka bir, gol bir” bizim zamanımızda ki ben işte o son seneye denk gelen bahtsız kişilerdenim, yabancı dil kura ile belirlenirdi. Almanca, Fransızca ve Almanca. Kura çekmeden evvel müdür yardımcına “Ben İngilizce okuyacağım” demiştim. Çünkü arkadaşlarım genelde benden büyüktü  ve İngilizce şarkılar söylüyorduk. Onlardan kelimeleri öğreniyorum vs. O müdür yardımcısı ki kendisi Fransızca öğretmeniymiş, zorla kura çektirdi ve maalesef Fransızca çıktı. O kadar üzülmüştüm ki, bir sene boyunca Fransızca derslerini sabote ettim, o öğretmeni yaptığına bin pişman etmek boynumun borcu oldu. Her ders bir vukuatla geçti. Kararını vermiş bir çocuğu teşvik edeceğine, “sınıfım bir öğrenci daha kazansın” diye zorla Fransızca okutmak eğitimci vasfı mı alla aşkına? Ez cümle Pink Floyd’un “The Wall” adlı şarkısı, eğitim sistemi ile ilgili içimden geçenleri en güzel şekilde haykırıyor. Küçük bir not düşmek isterim maalesef günümüzde de öğretmenler veli ve talebe şiddetinden muzdarip. Bizim kuşak öğretmenden çok çekti, veliler zamane öğretmenlerinin de kendi öğretmenleri gibi olduğunu düşünüyor sanırım. Zamane öğretmenleri alınmasın ama 1980’lerde ekseriyeti böyleydi ya da bana iyisi denk gelmedi. Velhasıl liseye geldiğimde de zaten hayatımda pek çok şey bu bağlamda sarpa sarmıştı. Okuldan atılmıştım. Ablamın uğraşlarıyla yeniden başladımsa da yine öğretmen şiddeti girdi devreye ve “sen ne biçim yürüyorsun?” diye soran bir öğretmene “o biçim yürüyorum, sana mı soracağım nasıl yürüyeceğimi” diyerek sınıftan çıktım ve çıkış, o çıkış. Dedim ki; bu eğitim sitemine boyun eğmek yerine, kendi sistemi kurmalıyım. Sonuçta okuma yazma biliyorum. Fakat ilerleyen yıllar, maalesef beni lise diploması almaya hatta üniversiteye girmeye zorladı. Çünkü pek çok alanda lise diploması şartı geldi. Pişman mıyım, derseniz, hayır değilim. Zira beni ben yapan ne varsa sisteme çomak sokmak arzumla oldu. Gençler yapmasın ama çünkü toplum normlarıyla mücadele etmekte ayrı bir güç istiyor, savaş gerektiriyor. Malum tahsil cehaleti alsa da eşeklik baki kalıyor. Ortalık elinde diploması olan ama liyakat sahibi olmayan insancıklarla dolu. Bu arada kaderde “Yedi Güzel Adam” dizisinde şair öğretmenleri anlatmak ve bu vesileyle de öğretmenlerin sevgisini kazanmak varmış. Sanki geçmiş yıllardaki travmaların telafisi gibi oldu bu sevgi. 

Neden yazarlık? 

Mekteple arama mesafe koyduktan sonra bas gitar çalma hevesim vardı ona yöneldim. Aslında eğitim hayatım yolunda gitseydi tiyatro bölümüne girmeyi düşünüyordum. Hatta orta son sınıfta ismi lazım değil bir üniversitemize gidip “tiyatro bölümüne girmek istiyorum” demiştim. Malum tiyatro liseden sonra girilen bir bölüm olduğundan dikkate bile almadılar. Halbuki o yaşta, o kapıya gelen bir çocuğu, en azından bir kaç ders konuk edersiniz, hevesini kırmazsınız vs. vs. Bunu Bilkent Üniversitesinde bir yabancı bir hoca yaptı ve bir dönem derslere katılma imkanım oldu. Lakin kader ağlarını örmüş bir kere, göklerden “yazar olacaksın” emri gelmiş ki tüm şartlar beni oraya sürükledi. 1990 senesinde İstanbul’a gittim. Müzik yapmak ve belki de o yılların ötekisi olan rockçuların en rahat yaşadığı şehri tercih ettim. İyi ki etmişim çünkü burada ruhu şad olsun sevgili hocam Zühtü Bayar’la tanıştım.  Şiir ve öykü çalışmalarım vardı. Aslında benim amacım iyi bir bas gitarist olmaktı ama dedim ya kader beni kelimelerin içine içine çekiyordu. 90’lı yılların başında İstanbul’da şiir geceleri olurdu. Bir şiir okumuştum, kürsüden inerken Zühtü Bayar “Nereden arakladın onu çocuk!” deyince içerledim sanırım. Bir sonraki hafta, Zühtü şiirini okurken, en önde gözüne baka baka bir nazire yazdım. Sonra da kürsüden yine gözünün içine baka baka şiirimi okudum. Anladı tabi kızgınlığımı, sonuçta araklamakla suçlanmıştım. Çocuksunuz ispat etmek istiyorsunuz. Kürsüden indikten sonra özür dilemişti. Ve Zühtü Bayar’ın rahleyi tedrisine girmem de böyle başladı. Beyoğlu’nda bir kitapçı dükkanı vardı. Talebeleri oraya gelirdi. Klasik edebiyat dışında önemli bir bilim kurgu yazarıydı Zühtü. Diğer talebeleri o alana daha meyilliydi. Daktiloyla tanışma, kendini sorgulama, hayatı tanıma, kelimeleri keşfetme... Hepsi o kitapçıda oldu aslında. Çünkü Zühtü Bayar ayaklı bir kütüphane idi. Hem batı hem şark dillerine hakimdi. En önemlisi de anarşistti. Bir taraftan bas gitar çalıp, diğer taraftan yazmaya devam ettim. Şiirlerim yayınlanınca bir heves de oldu sanırım. Yazmaya ağırlık vermeye çalıştım. Çünkü Zühtü Bayar sayesinde çok önemli edebiyatçılarla sohbet etme,  oturup kalkma imkanı buldum. Hoş alaycı ve lakayt bir yanımda vardı o zamanlar, o insanların kıymetini sonradan daha iyi anladım. Bu yanımın törpülenmesi epey zaman aldı. Hocaların, ustaların görevi de bu sanırım.  Zühtü Bayar’da bu alanda devam etmemi, müzikten ziyade yazmaya istidadım olduğunu söylüyordu.  Artık geri dönüşü olmayan yola böylece girilmiş oldu. 

Medyaya ilk adımı nasıl attınız? DİNİ ATADAN ALMA

Aslında medyaya dergilerde şiirleri yayınlanan küçük bir şair olarak başladım. Fakat her şey 1994 senesinde bir anda başka bir noktaya geldi. Ankara’ya ailemi ziyarete gelmiştim. Hatta Ramazan ayıydı. Doğum günümde bir barda arkadaşlarla buluşup, kadehlerimizi tokuştururken birden içimde bir şeyler değişti. Çok tarif edilebilir bir şey değil. Halk arasında “hidayete ermek!” dediğimiz cinsten bir durum, çünkü ateisttim ve bir anda Allah’ın varlığını tüm zerrelerimde hissettim. Sarhoşken yani. O yüzden kimin ne olacağını bilemeyiz. Kimseyi ayıplamamak lazım, ilahlık taslamamak lazım. Sanırım bazı inananların genel sorunu; kul olmak yerine, ilahlık taslamak. Tabi Müslüman olunca, hayatım baştan ayağı değişti. Dünya ile arama bir mesafe girdi. Evet meyhanede birden Müslüman oldum ama tek başına yetmezdi. Bir taraftan da öğrenmeye çalıştım. Ateist olduğum zamanlar karşı çıktığım, anlamsız bulduğum şeyleri öğrendim. Aslında dinin sahibinin Allah olduğunu öğrendim. Çünkü biz diğer insanların İslam’ı nasıl yaşadığına bakarak karar veriyoruz. Sanki onlarda birer aciz kul değilmiş de dinin sahibiymiş gibi. İşte bunu anlamak bile bana kendi kusurlarım dışında, kimsenin kusuruyla meşgul olmamayı öğretti. Velhasıl Ankara’da kalmaya karar verdim ve Kanal 7’de Dünya Elçileri programında asistan olarak medyada profesyonel çalışma hayatıma başladım. Bu sırada bir bocalama, orta yolu bulma dönemi geçirdim. Radyoda kara mizah programı yapmaya başladım. Bir taraftan da haber merkezinde çalışıyordum. 1996 senesinde ise tamamen habere yöneldim ve muhabirlik yapmaya başladım. 1999 senesine kadar bazı televizyon ve gazetelerde muhabir olarak çalıştım. 1999’da tekrar İstanbul’a geldim. Çünkü medya başkenti İstanbul ama ben tutunamadım. Çünkü o yıllarda magazin hakimdi ben ise politika muhabiriydim. 2002’de yine Ankara’ya döndüm. Fakat burada da her şey değişmişti. Koalisyon zamanlarına benzemediği ortada idi. Pek zevkli bir saha değildi artık Ankara. Çok yordu beni. Üst üste de, üst düzey isteklerle her yerden kovuldum. Yazmaya ağırlık vermiştim. 2005 senesinde Yine İstanbul’a geldim ve sevgili Osman Sınav’ın Kapıları Açmak dizisinde, senaryo yazarlığına başladım. Hayattaki diğer bir talihimde sanırım Osman Hoca’yı tanımaktı. Zira Sinegraf bir okuldu ve orada Osman Hocadan çok şey öğrendim.  Yine Osman Hoca’nın Acı Hayat dizisinde yazmaya devam ettim. Fakat habercilik peşimi bırakmadı ve yeniden haber merkezine döndüm. Bu sefer sahada değil de merkezdeydim ve ana haberi de sunuyordum. 2009’a kadar haberciliğe devam ettim ama bir taraftan da hikayelerimi senaryolaştırmaya başladım. Sanırım habercilikte farklı noktalara gitmeye başladı ve artık senaryo ile belgesel dışında bir şey yapmak istemedim. 

Medya dışında yapmak istediğiniz çalışmalar var mı?

Sanırım yok. Çünkü kendimi bildim bileli sanat-edebiyat ve medya dünyasındayım. 

Mesleğinizde bir rekabet baskısı/etkisi hissediyor musunuz? Eğer hissediyorsanız bu mesleğinize nasıl yansıyor? Bu rekabet ortamının size ve mesleğe olumlu olumsuz etkileri nelerdir?

Rekabet iç savaş gibi bir şey. Açıkçası rekabetten çok gıpta etmeyi tercih ediyorum. Rekabet sevdiğim bir duygu değil ama sektör elbette bunu istiyor. Her insanda benlik vardır. Bunu yönetmek önemli. Eğer o benlik benden iyisi yok, ben oldum piştim diyorsa, emin olun hamdır... Rekabet sizi olmadığımız bir yerde de hissettirebilir. Çünkü hırs giriyor devreye. Hırs, yakıp yıkan bir duygu. En iyisi işimiz doğru yapmak, iyi yapmak, layıkıyla yapmak. Daha doğrusu gayret etmek. Tabi son yıllarda dizilere olan ilgi elbette rekabeti artırdı. Hatta çığırından çıkmış bir rekabet ortamı var. Belki de o yüzden her hikaye neredeyse diğerinin aynısı. Bu nedenle rakip olmak değil de bir eser ortaya koymak hedefi bana daha yakın geliyor. 

Medya dünyasında bir şeyleri değiştirme şansınız olsa neleri değiştirirdiniz?

Her şeyi. O kadar kötü gidiyor ki. İlk önce gündüz kuşağını tarihe gömmek isterdim. Artık orası aleni olarak insan onurunu aşağılama üzerinden yürüyor. Yakında yemek programların çatal kaşıklarda havada uçmaya başlar. Hoş haberde de durum çok farklı değil. Canlandırmalı cinayet haberi var ya. Mesela haber dili diye bir şey yok artık. Ya çok övgü ya çok sövgünün ortasında bir medyadan bir şey bekleyemeyiz. Ayrıca artık dijital medya çok önemli. Bakın her gün kazan kaynıyor memlekette çünkü dijital okur yazarlığımız yok. Mesela bir haber geliyor önünüze; doğru mu, yanlış mı asla kontrol edilmiyor. Biz eskiden haberi getirdiğimizde flaş bir şey varsa, haber müdürü “ses var mı, fotoğraf var mı, görüntü var  mı?” diye sorardı. Şimdi o öyle söylemiş, bu böyle demiş, o duymuş, bu duyurmuş, mış mış da mış. Medya dünyasında etik kalmadı. O yüzden de neresinden tutarsak tutalım, maalesef giderek de yozlaşacak gibi. Bunda 90’larda yetişmiş iyi gazetecilerin bir süredir işsiz olması da bence önemli bir etken. 

Yaptığınız iş için kurs eğitimi şart mı  ya da bu işi yapabilmek için sizce nasıl bir eğitim almak gereklidir ? 

Senaryo matematiğini öğrenmek için bir bilenle çalışmak şart. Çünkü senaryo yazarlığı aşamalı bir yazarlık türü. Pek çok denge unsuru var. Düz bir metinden çok farklı. Kitaptan öğrenmek için de bir bilen lazım. Çünkü dediğim gibi aşamaları iyi öğrenmek lazım. Çok izlemek, okumak ve her gün disiplinli bir şekilde, işsiz güçsüz bile olsanız bir kaç sayfa yazmak gerekli.  Senaryo yazarlığı şu sıralar popüler ama en stresli ve özveri isteyen işlerden biri. Bazı atölyeler var. Senaryo yazarları burada Ortalama 12 hafta süren eğitimler veriyor. Bu eğitimler size senaryo yazma tekniklerini öğretir. Gerisi yazar adayının kendini geliştirmesine kalmıştır. Çünkü dünyadaki her şey senaryo yazarının konusu. Bu nedenle de sadece teknik değil bilgi anlamında da gelişmeye, öğrenmeye hep devam edilmesi gereken bir meslek. 

Kendinizde bir şeyleri değiştirme imkanınız olsa neleri değiştirirdiniz?

Zor bir soru.  Çok şey var aslında ama yeri gelince zaten her şey değişiyor.   

Medya ile aranız nasıl? Televizyon, internet, gazete, dergi gibi iletişim araçlarından ne şekilde faydalanıyorsunuz? Sosyal medya ile aranız nasıl?

Medya benim işim. O yüzden de yakından takip etmeye çalışıyorum. Dizilerin ilk bölümlerini muhakkak izliyorum. Şu sıra biraz haber perhizi yapmaya çalışıyorum sadece. Çünkü kamera görüntülerinden; hırsızlık-arsızlık-cinayet-tecavüz ve akla gelecek bir sürü kötülüğü izlemek çok yoruyor. Haber kanallarında bile durum aynı. Gazeteleri genelde internet üzerinden takip ediyorum. Dergileri önemsiyor ve desteklemeye çalışıyorum. Sosyal medyaya çok vakit ayıramıyorum çünkü okumam, araştırmam, yazmam gerekiyor. Bu da zaman demek. Eğer hayata geçmiş bir proje varsa sosyal medyada o zaman daha çok vakit harcıyorum. Zaman hızla akıyor. Bunu 40’dan sonra daha çok hissediyor insan ve zamanı her anlamda iyi kullanmak istiyor. 

Yazarlıkla ilgili çalışmalarınızdan bahseder misiniz? 

Yakında nasipse uzun zamandır üzerinde çalıştığımız Elli Kelimelik Mektuplar adlı sinema filmimiz motor diyecek. Kıymetli edebiyatçımız Sadık Yalsızuçanlar’ın anı romanı olan Vefa Apartmanı’ndan esinlenerek kaleme aldık. Demokrat Parti döneminde pek çok görev almış, önemli icraata imza atmış, kıymetli bir politikacı olan ruhu şad olsun Tevfik İleri’nin hayatının son iki yılını anlatıyoruz. 1960’da Yassıada’da yaşananlara, biraz daha yakından bakacağız. 

Belgesel projelerinizi anlatır mısınız? 

Bu sene malum Doktor Fuat Sezgin yılı. Ruhu şad olsun çok geç tanıdığımız bir değer. Dünya Bilimler tarihini yeniden yazan, kıymetli bir Bilim Tarihçi. Fuat Hoca’nın hayatını anlattığımız belgeselde yeni yayın döneminde seyirciyle buluşacak inşallah. 

İyi senaryo yazarlığını  nasıl tarif edersiniz?  

Bunu tarif edemem sanırım. Çünkü iyi de göreceli. Daha doğrusu her yiğidin bir yoğurt yiyişi var malum. Senaryo yazarı kendini ne kadar geliştiriyorsa o kadar iyi yazar. Nedir o gelişim derseniz, sokaktaki adamdan bir kaç adım önde olacak. Nasıl peki? Psikoloji bilecek, sosyoloji bilecek, sokağı tanıyacak. Kendi dilini iyi bilecek. Ülkesini iyi tanıyacak. Yazdığı konuya hakim olacak. Çok film izleyecek. Çok okuyacak. Yeni bilgiler keşfedecek. Öz disiplini olacak ki her gün yazacak. Dünyadan haberi olacak. Bazen öyle sahneler izliyoruz ki; gazetede mi okumuyor bu senaryocu, diyoruz.  

Yaptığınız meslek stresli mi? Stresli yanları sizce neler?  

Türkiye şartlarında evet. Çünkü diziler 150 sayfaya yakın yazılıyor. İki saati geçen diziler var. En önemlisi de bir türlü sektör olamayışımız. Çünkü yapımcılar bir an önce yazılsın bitsin istiyor, halbuki bir hikayenin gelişmesi, yazarın hikayenin ve karakterlerin tüm sürecini ortaya koyması için zamana ihtiyacı var. Bizde durum demlenmeden çayı bardağa dökmek gibi biraz. Koşulların dışında ise yazmak başlı başına bir stres. Çünkü bir sürü karaktere hayat veriyorsunuz.  Bu karakterleri bir hikayede buluşturuyorsunuz. Bir dünya sunuyorsunuz seyirciye. Hem bedenen hem zihnen çalışmanız gereken bir meslek senaryo yazarlığı. Emin olun beyin hücrelerimizin isyanından çok bedenimiz isyan ediyor. Saatlerce yazıyorsunuz. 

Yeni Medyanın (Sosyal Medya ve İnternet) Geleneksel Medyayı (Radyo-tv gazete) Yok edeceği söyleniyor siz buna ne dersiniz? Yeni Medya sizce ne yönde ilerleyecek? 

Evet yok etti bile, geleneksel medya şu an direniyor ama çağ gerçekten başka bir çağ. Biz nedense sonraki çağları pek düşünmüyoruz. Günü kurtarma. Medyada da bu var. Kimse elini taşın altına sokmak, kalıcı çözümler üretmek istemiyor. Herkes şikayet ediyor ama kimse hikayet etmiyor. Belki de sorun bu. Benim gazetecilik yapmama nedenlerimden biri de bu. Mecra yok.  Kimse yeniliğe öneriye açık değil. Bunu senelerce yaşadım. Bir dekor önerseniz o riske bile giremeyen yöneticiler vardı. Teknoloji bir kaç yıl sonra da yükselişe geçecek. Bu nedenle dijital medyaya ağırlık vermek lazım. Dijital okur yazarlığı öğrenmek lazım. Gençlerle yakın temas halinde olmak ve çağı onlardan yakalamak lazım. Mesela benim her yaştan arkadaşım var. Ama en çok ergenler ve gençlerle takılıyorum. Çünkü çağı onlardan öğreniyorum ve geleneksel medyanın çöktüğünü de görüyorum. Onların umurunda bile değil. O yüzden dijital medyaya yönelmek gerekli. Televizyon yok olmaz ama. Neden bilinmez, ne yapıp edip onu hayatta tutuyorlar çünkü. 

Boş zamanlarınız nasıl değerlendiriyorsunuz?

Boş zamanım olmuyor maalesef. Hatta zaman yetmiyor. O yüzden gençlere illa söylemek isterim “zamanın kıymetini bilin” diyen büyüklerime kulak vermediğim için çok pişmanım. Meğer zaman kıymetli bir taştan daha kıymetli bir şeymiş. Projelerle ilgili bir şey okumam ya da yazmam gerekmiyorsa, film izlemeye, kitap okumaya çalışıyorum. Bazen de uzun sessizlik ve yalnızlıkla şarj oluyorum. 

Hayatımın Kitabı/Filmi diyebileceğiniz bir kitap/film var mı?

Ah Güzel İstanbul, yazarıyla, yönetmeniyle, oyuncusuyla mükemmel bir filmdir. Bıkmadan usanmadan izliyorum. Hep ilk kez izliyormuşum gibi merakla, heyecanla izliyorum. Sanırım en çok Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevisi, İmam Gazzali’nin İhyası, Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin de Amak-ı Hayal’inin üzerimde tesiri yüksek. Belirtmeden geçemeyeceğim. 

Kırmızı Türk hakkında neler söylersiniz? 

Önemli bir misyon yüklendiniz. Spikerlik ve sunuculuk çok önemli bir meslek çünkü. Medyanın yüzü. Bizlerin yaptığı projeleri, haberleri yani mutfağı halka yansıtan onlar. Dili, güzel konuşmayı onlarla öğreniyoruz. Kırmızı Türk bu meslek erbabını bir yerde buluşturdu. Bugüne değin neden yapılmadı bu hayret! Fakat bu birliktelik, eminim dilin korunması açısından, spikerlerin site sayesinde kitlesiyle buluşabilmesi açısından son derece faydalı görünüyor. Çünkü bir yük, bir emanet  var üzerlerinde. Türk Dili. Umarım Kırmız Türk’ün ömrü uzun yolu açık olur.  

Gelecek planlarınız nelerdir? Şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz ve gelecekte kendinizi nerelerde görmek istersiniz?

Plan yapmayı pek sevmiyorum. Daha doğrusu yaş 40’ı geçince bakış açımızda bazı köklü değişikler oluyor. Çünkü siz istediğinizi planlasanız da hayatın size ne getireceğini bilemiyorsunuz.  Bulunduğum yerden elbette memnunum aksini söylemek şükürsüzlük olur açıkçası. En zorlandığım sorular bunlar sanırım.  Çünkü bizim memleket buna izin vermiyor maalesef. Hayallerimiz bile gündeme endeksli artık. Gelecek gelecek mi, hissiyatın ağır ben de...

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey, takipçilerinize vermek istediğiniz bir mesaj var mı? 

Takipçi değil de varlıkları ile destekleri ile güç veren, kıymetli birer dost onlar benim için. Genelde yaptığım projeler nedeniyle takip eden genç bir  kesim var ki ben de onları takip ediyorum ve çağı yakalamak böylece zor olmuyor. Gençlerle ilgili üzüldüğüm tek şey politikanın onları gençliklerinden uzaklaştırması. Popüler kültüre teslim olmaları. Halbuki onların bugünkü duruşu, kendi yarınları da olacak. Bu nedenle güncel politikaya dalmak yerine kendileriyle meşgul olsunlar. Zira gençliklerini mumla arayacaklar. Zamanın kıymetini anlayacaklar. O yüzden genç gibi yaşamalı. Yani hayatın içinde olmalılar. Sanatta edebiyata, spordan eğlenceye... Derginize de bu güzel röportaj için çok teşekkür ediyorum. Yolunuz açık olsun. 

Röportaj: Cengizhan KAYA