YAĞMUR TANYILDIZ'ın röportajı için tıklayınız...

Yazar YUSUF NAS, kitabını ve yazmaya nasıl başladığını anlattı…  Yazar; “Yazmaya başlamama, Knut Hamsun’un Açlık adlı kitabını okumam ve ailemle tartışmam sonucu evden kovulup sokaklarda yaşamam vesile oldu” dedi…

Hoş geldiniz Yusuf Bey. Öncelikle sizi tanımak isteriz. 

Merhabalar efendim, hoş bulduk. Efendim, Siirt ilinin Eruh ilçesinin bir köyünde doğdum. Eğer yaşımın kaç olduğunu sorarsanız, “Sizi temin ederim ki yaşımın kaç olduğunu bilmiyorum.” cevabını veririm. Çünkü bizim Şark’ta, özellikle “X” ve “Y” kuşağının yaşı tam olarak bilinmez. Nedenini de şu şekilde açıklayabilirim: Bizler köyde oturduğumuz için vilayete gitme imkânımız bulunmuyordu. Nüfus memurları da bilmem kaç ayda bir uğrardı bize. İşte o zaman, köy olarak cumhur cemaat yaşımızı belirlemeleri için anne babalarımız nüfus memurlarına koşar, nüfus memurları da kendi kanaatlerince yaşımızı belirlerdi. Mesela benim “annemin annesinin babasının babasından, annemin babasına kadar (annemin babası dahil) hepsi 01.07...” doğumludur. Doğrusu bu hem komik hem de acıklı bir durumdur. Benim de kimlikteki doğum tarihim 1 Eylül 1990’dır. Ama anneme göre ben Kasım yahut Aralık’ta doğmuşum, babaanneme göre ise Ocak’ta. Ben de kendi yaşımı uğurlu sayım olan 7 sayısını baz alarak ve annemle babaannemin konuşmalarının ortalamalarını alarak “7 Kasım” olarak belirledim ve öyle de kabullendim. İkisi kız altısı erkek olmak üzere sekiz kardeşiz. İlk-ortaokulu ve liseyi Siirt'te tamamladım. Üniversiteye giriş sınavında ilk sene istediğim başarıyı gösteremedim. Diğer yıl “Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’’ bölümünü kazandım. Üniversitede iki sene okumama rağmen bazı özel sebeplerden dolayı okula ara vermek zorunda kaldım. Tebdili mekânda ferahlık vardır şiarından hareketle üniversite sınavlarına tekrar girerek “Adana Çukurova Üniversitesi’nin Türk dili ve Edebiyatı Bölümü’ne gittim. Ama orada da gerek kampüsle kaldığım yurdun birbirine uzak kalması gerekse de bazı başka sorunlardan mütevellit üniversiteyle ilişiğimi kesme kararı alıp kaydımı sildirdim. Ve bu karar hayatımda aldığım en isabetli ikinci karar oldu. Üniversiteler, kendinden önceki eğitim yuvalarında köhneleştirilmiş beyinlerimizin daha da köhneleştirilmeye çalışıldığı son durak değil de nedir? Şu anda Şırnak’ta ikamet ediyorum.  

Yazmaya nasıl başladınız? Sizi teşvik eden biri ya da bir olay oldu mu? 

Yağmur Hanım, yazdığım ilk anı hatırlıyorum, ama kaç yaşımda olduğumu bilemiyorum. Olsa olsa lise yıllarımdadır, yani 16-17 yaşlarımdayımdır. O aralar çok yoğun olarak kitap okuyordum ve okuduğum hemen her yazara özenip onlar gibi olmak istiyordum. Hasbelkader Knut Hamsun’un “Açlık” adlı eserini okuyunca ben de Hamsun gibi dışarıda yaşamayı, onun gibi zorluklar çekmeyi istedim. Ailesiyle arası kötü olan hemen her özgür yapılı kişide olduğu gibi benim de ailemle aram kötüydü. Yine bir gün ailemle kötü bir şekilde tartışmamız, Knut Hamsun gibi yaşamam için bir şans vermişti bana adeta. Ailemle yaptığım kavga sonucu evi terk ettim ve sokağa fırladım hemen. Yaptığım ilk şey, bir internet kafeye gidip biraz çizgisiz kâğıt ve bir kalem almak, akabinde, eskiden orada ayakkabı boyacılığı yaptığım bir caminin merdivenlerinde, gecenin bir vakti, kimsenin gelip geçmediği o viran yerde, ailemin ve benim köyden başlayarak cami merdivenlerine oturduğum vakte kadar başımızdan geçenleri kurgu şeklinde yazmaya başlamak oldu. On yaprak kadar yazdığımı da hatırlıyorum, ama sonra o yazdıklarıma ne olduğunu hiç bilmiyorum. Evet, yazmaya başlamama Knut Hamsun’un Açlık adlı kitabını okumam ve ailemle tartışmam sonucu evden kovulup sokaklarda yaşamam vesile oldu.

Kitabınızdan bahsedelim isterim biraz. Nasıl çıktı ortaya? Neler anlattınız?

Efendim, 18 yıllık okuma hayatımda şuna inandım ki insan ne okumak istiyorsa, ne tür şeyler okumaktan zevk alıyorsa o tür konularda yazıp çiziyor. Ama sanıyorum benim durumum biraz daha karmaşık oldu gibi. Çünkü ben okuduğum hemen hemen tüm kitapları sevdim ve onları içimde özümseyip dışarıya aktarmaya çalıştım. Bundan dolayı nasıl bir çıkmaza girdiğimi, yani nasıl şeyler yazmam gerektiğini açıkçası bir türlü kavrayamıyordum, şimdi de kavradığım söylenemez. Sonra, özellikle tıkılıp kaldığım dört duvar arasından kurtulup özgürlüğüme kavuşmanın hasretinden olsa gerek epik, fantastik, macera romanı yazma isteği duydum ve bununla ilgili ilk adımlarımı da attım. Ama maalesef her sığ beyinde olduğu gibi bende de işleri basit görme gibi bir alaycılık, noksanlık vardı. Yani ben, bir kitap yazmanın çok basit ve sıradan olduğunu sanırdım. Fakat kitap yazma sürecine girdiğimde bunun hiç de öyle olmadığını, bir eser ortaya çıkarmanın sanıldığı kadar basit olmadığını anlamak bir yana, beklenildiğinden daha zorlu, aşırı emek ve süreklilik isteyen bir süreç olduğunu hayretle fark ettim. Bu yüzden de yazmaya çalıştığım epik, fantastik, macera kitabım uzadıkça uzadı ve hala da uzamaya devam ediyor. Adeta dibi görünmeyen bir kuyu gibi oldu. Tam da bu süreçte, kelimelerin sonsuz enginliğinde boğulurken, bir yudum nefes almak için bulunduğum yerden çıkıp başka bir diyara dinlenmeye giderken, orada “Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci” adlı kitabını okudum. Nedendir bilinmez ama o anda, kahramanı eşek olan bir kitap yazmaya karar verdim. Amacım çok ama çok kısa, hikâye tarzı komik bir şeyler yazmaktı. Adını da “Eşek Bey” olarak belirledim. Hatta taslağını da oluşturmaya başlayınca taslağa komik şeyler katmaya çalıştım ve kitabı birkaç hafta içinde bitirmeyi düşündüm. Bu heyecanla da dinlenmek için gittiğim yerden dönüp adeta benimle özdeşleşmiş olan dört duvarın içine tekrardan girdim. Çünkü ilham perilerimin uçmasından korkuyordum. Kısa tutmaya ve eşekle ilgili komik bir hikâye yazmaya çalıştığım kitabım, bir süre sonra bana adeta hükmetti. Kalemim bana karşı çıkıyor, kelimeleri istediği gibi çiziktiriyordu. Fark ettiğim şuydu: Yıllardan beridir onca kitabı okuyup özümsemiş olan beynimle ellerim birlik olmuştu ve kalbime karşı gelip komik bir kitap yazmaktansa karakterimi, kişiliğimi yansıtan, beni olduğum gibi gösteren, kimsem o olduğumu belli eden bir kitap yazmaya karar vermişlerdi. Bu yüzden “Eşek Bey” adı bir anda “Nuh’un Şehrinde İsa’nın Eşeği’ne” dönüşmüştü. Kitabı yazdıkça korkum arttı. Çünkü iş çığırından çıkmış gibiydi. Sayfalara dökülen kelimeleri hayret ve dehşetle izliyordum, ama korkumdan müdahale edemiyordum. Güleyim diye yazmaya çalıştığım bu kitabı, duygularım sayısız kitaptan sadece biri, kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, kimsenin tavuğuna “kışt” demeyen masum bir kitap olarak görse de aslında hiç de öyle değildi. Çünkü hayattan, dayatılan ahlak kurallarından, gelenekten, zorlamalardan bıkan, onlardan adeta intikam almak için yanıp tutuşan simsiyah, yaşamı karanlık gören beynim, bu kitabı öyle ciddi, tehlikeli, saldırgan, korkutucu, yıkıcı bir kitap yaptı ki kitapta yazılanların benim düşüncelerim olduğuna inanmak bile istemiyorum. Birkaç haftada yazıp bitirmeyi düşündüğüm kitabım aylara yayıldı. Hayatım boyunca bu kadar disiplinli bir şekilde çalıştığımı, bir şey için bu kadar emek verdiğimi görmedim ve bundan sonra da göreceğimi sanmıyorum. Çünkü 18 yıllık birikmişliğimi kılı kırk yararak, ince eleyip sık dokuyarak, baştan sona defalarca okuyup düzenleyerek sayfalara aktarmaya çalıştım. Kitabın bir kusuru şu olabilir: Noktalama İşaretleri… Kitabı baştan sona o kadar çok düzenledim ki bir süre sonra beynim dondu ve kitabımdan artık tek sayfa okuyamaz, hiçbir şeyini düzeltemez oldum. Kitap az çok noktalama işaretleri yönünden eksik kalmış olabilir. Okuyucuların, genç bir yazarın yazdığı ilk kitabın heyecanıyla bu tür hatalara maruz kalmasını affedeceğine inanıyor ve aflarına sığınıyorum. Kitabımda, Nuh Tufanı’nı, kutsal sayılan kitaplarda yazılanların, bize eskiden beri anlatılan doğruların Nuh, melekler, şeytan ve tanrı tarafından farklı bir bakış açısıyla yeniden ele alınıp değerlendirilmesini, kendi ağızlarından bazı konuları açıklığa kavuşturmalarını anlatmaya çalıştım.

Yeni kitaplar gelmeye devam edecek mi?

Yağmur Hanım, çağımıza, çağımızdaki insanlara baktığımda üzülerek görüyorum ki kitaplarla ilgilenen kesim çok geriledi. Bizim ülkemizde ise kitap okuyanlar neredeyse yok gibiler. Şimdiye kadar milyonlarca kitabın basımı yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor. Günümüzde kitapları köklü yayınevlerinde basılanlar ve kitapları çok satılanlar da sosyal medyada sözüm ona “popüler” diye geçinenler oluyor maalesef. Donanımlı, bu iş için senelerce emek verenler ise tozlu raflarda unutulup gidiyor. Bu, çok üzücü bir durum. Kum yemeyi seven insanlar incinin kıymetini ne bilsin?  Açıkçası, günümüzde kitap yazmanın bir işe yaramayabileceğini üzülerek söylemek istiyorum. Çünkü kitabı okuyacak bir muhatap, bildiklerimizi, tecrübelerimizi, araştırmalarımızı aktaracağımız birilerini bulmak oldukça zor. Fabrikaların açılmasıyla unutulmaya mahkûm olmuş eski meslekler gibi, sosyal medyanın çıkmasıyla da kitap okumanın unutulmaya yüz tutma tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini fark ediyorum. Kim bilir, belki de bir süre sonra kitap okumak da tarihe karışacak ve kitaplardan kimse yararlanmayacak. Ama yine de bir sanatçının üretmekten başka şansının olmadığını, çünkü yapısında bunun olduğunu düşünmem şiarıyla, eğer sanat dünyası da kabul edecekse ben de naçizane bir yazar olarak yeni kitaplar yazmaya, yeni eserler üretmeye, okuduklarımı, görüp öğrendiklerimi, düşüncelerimi, deneyimlerimi kâğıda dökmeye ve bunları da insanlara ulaştırmaya devam edeceğim.

Yazarlık dışında neler yapıyorsunuz?

Hanımefendim, sizi temin ederim ki sevdiğim hiçbir şeyi yapamıyorum. Öyle bir lanet çöktü ki üstüme hiçbir şeyden tat alamaz oldum. Daha doğrusu tat alabileceğim bir şey yok diyebilirim. Elbette, küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmak gerekir, sözüne ben de aşinayım. Fakat gerçekler öyle olmuyor. Bulunduğum yer dolayısıyla (Şırnak) hayattan tat almam mevzubahis bile değildir. Belki biraz karamsar bakıyorum dünyaya, bunu kabul ediyorum, ama okuduğum kitaplarla yaşadığım hayatı kıyasladığımda ben kendim için “yaşıyorum” bile diyemiyorum. Bilmem falanca kontun balosu, sineması, tiyatrosu, uşakları, zengin sofraları falan filan var, ya benim? Hayır, sizi temin ederim ki kıskançlığımdan değil ama ne bileyim, insan yine de kendi hayatını sorgulamıyor değil. Daha düne kadar Dostoyevski’nin, Çehov’un, Gogol’un, Tolstoy’un o kendine bir palto bile alamayan, yamalı, dibine kadar çamur alan yırtık ayakkabılarla işe giden roman kahramanlarına acırken ve acaba gerçekten de böyle bir şey olabilir mi, diye sorguladığımız hayatı şimdi bizzat biz yaşarken, haklı olarak biraz isyan edebiliyor insan. İşte ben de tam olarak o durumdayım. Öyle bir memnuniyetsizlik var ki üzerimde, Binbir Gece masallarında insanların boyunlarına ayaklarını geçiren ve onları eşekleri yapan o devlerin ayakları sanki benim de boynuma geçirilmiş gibi hissediyorum. Mutluluğa dair hiçbir şey hissetmiyorum. Ama mutluluğun nasıl bir şey olduğunu da az çok hatırlıyorum. Sanırım insanın içinde kelebekler uçuşuyormuş gibi bir duygu uyandırıyordu. Ama eğer, “yazarlık dışında neler yapmak isterdiniz?” diye sorarsanız bana, hemen söyleyeyim efendim: Sakin bir nehir kenarında, kuş cıvıltıları, bülbül şakımaları, gül kokuları arasında uzanıp tüm dertlerimden arınmak ve dünyaya geldiğim için mutlu olduğumu haykırmak isterdim. Sonra, masum, beni seven, insan olduğumdan utanmama neden olmayacak, içimde kelebekler uçurtan ve şu kısacık ömrümüzde, kararmakta olan kalbimde çiçekler açtıran insanlar arasında yaşamak, onlarla konuşmak, gülmek, sevmek isterdim. Gece olunca sonsuz yıldızlara bakıp “acaba bizden ne kadar uzaktalar, acaba onlar da şu anda bize bakıyorlar mı?” diye düşünmek isterdim. Dağlarda, bayırlarda, kırlarda, Sezar’ın sağlığını korumak için yaptığı sonsuz yürüyüşler gibi ben de yürümek, koşmak, doğayı kucaklamak ve her şeyi çok sevdiğimi haykırmak isterdim. Dağ başına gidip ellerimi kanat gibi açıp mutluluktan uçmak isterdim. Suya ellerimi daldırıp o berraklıkta ferahlığı tatmak isterdim. Dünyanın en güzel ve en acıklı şiirlerini dinleyip hüzünlenmek, en güzel şarkıları dinleyip çağlayanlar gibi coşmak isterdim. Ağlayana kadar gülmek, sevmek, sevilmek, bir gün olsun bu dünyadan nefret etmeden günümün bitmesini ve sabah uyanırken gözlerimi hayata iğrenmeden açmayı isterdim. Güzel hayaller…

Örnek aldığınız yazarlar var mı?

Yağmur Hanım, insan yeni yeni yazarlar tanıdıkça sürekli onlara öykünmek istiyor, en azından bunun benim için geçerli bir durum olduğuna inanıyorum. Dostoyevski okursam kendimi çaresiz, ezik hissederim. Bu ruh halinden de kolay kolay kurtulmam. Nietzsche okursam tüm insanlarla arama öyle bir mesafe koyarım ki onların sesini duymak bile midemi bulandırır. Çehov’u okursam hayatım tuhaf olur, bazen mutlu olurum bazen de korkmuş. Schopenhauer okursam bilgili sanırım kendimi ve felsefi olarak tüm acılarımı aştığımı hissederim. Kafka’yı okursam dünyanın çok adaletsiz bir yer olduğunu düşünür, sabah uyanınca sinirden ve üzüntüden kendimi adeta bir böcek olarak görürüm. Homeros’u okursam savaşçı özelliğim canlanır hemen ve savaşma isteği duyarım. Motte Fouque’i okursam dünyanın en kibar insanı olur, durduk yere, hiçbir nedeni yokken ağlamaklı olurum. Tolstoy’u okursam kendimi çiftlikte işçilerle sabah ışıklarıyla çalışır bulurum. Balzac’ı okursam kendimi sosyetenin göbeğinde şatafatlı kadınlarla içki sofralarında sarhoş bulurum. Conan Doyle’yi okursam öyle iyi bir dedektif olurum ki ben bile kurtulamam kendimden. Dini kitapları okursam en dindar adam ben olurum ve kitabın yazarına mürşitlik taslarım. Din karşıtı kitapları okursam en koyu din düşmanı olurum ansızın ve tüm dindarlar korkar bu yozlaşmışlığımdan. Binbir Gece Masalları’nı okursam kendimi hilekâr kadınların oyunlarına alet olan o garip gibi görürüm yahut o büyük cinin kollarında gökyüzünde uçar bulurum; oradan oraya savrulur, yeni medeniyetler görür ve gördüklerim karşısında büyülenirim. Nazım Hikmet’i okursam hemen âşık olurum hem de kime âşık olduğumu bile bilmeden. Dumas Pere’yi okursam herkesten intikam almak isterim, çünkü birden herkes düşmanım kesilir gibi olur. Hayyam’ı okursam şarap içme isteğim son safhaya ulaşır. Hemen o kızıl yakuta coşkuyla koşar ve en büyük ayyaş ben olurum... Yani örnek aldığım bir yazar yok, yeryüzündeki tüm yazarları örnek alırım, yeter ki tanışmış olayım o yazarlarla. Bedenim ve ruhumdaki tüm zerrelerimin her bir zerresi bir yazara aittir ve zerrelerim mihmanların gelip yerleşeceği zamanı beklerler. Zerrelerim yazarlarla, sanatçılarla karşılaşınca da artık örnek aldığım o olur ve o da örnek aldığım diğerlerinin arasındaki yerini alır, sonra da mihman olduğu zerresinde istirahate çekilir.

Sohbetiniz için teşekkür ederim. Son olarak neler söyleyeceksiniz?

Yağmur Hanım, çağımız insanını ve çağımızı bir türlü sevemedim. Kimsenin kimseye saygısının kalmadığını, selam verdiğimiz kişilerin bile ondan bir beklentimizin olduğunu düşünmelerini, masumiyetimizin kaybolduğunu, herkesin çıkarı peşinde koştuğunu, paranın bize adeta hükmettiğini ve tüm dostlukları, arkadaşlıkları, insaniyetliği bitirdiğini, kimsenin kimseyle artık konuşmadığını, kimsenin kimseye güvenmediğini hatta herkesin herkesten nefret ettiğini görmem bu çağı sevmeme engel oluyor. Değerli ve dahi olan birçok insanımız yoksulluk ve açlıkla boğuşurken ne idiği belirsiz, herhangi bir alametifarikası olmayan ama ihtişam içinde yüzen ve bunları da gözümüzün içine sokup sokup çıkaranları görmek beni derinden yaralıyor. Saygın insanların keder içinde boğulması ama gereksiz ve işe yaramaz ayaktakımlarının bize nispet yaparcasına ihtişam içinde, dertsiz bir şekilde, bizim alın terimizle dalga geçmek pahasına gösteriş yaparak yaşaması bence dünyanın en büyük adaletsizliğidir. Orhan Veli’nin ceketi olmadığı için gömlekle gezdiğini ve ceketsiz bir şekilde öldüğünü öğrenmem bende ne kadar derin bir etki bıraktı, anlatamam. İyi insanların acılarının olması ve sefalet içinde yaşayıp kahır içinde ölmesi beni kahrediyor. Bu yüzden kafam karmakarışık Yağmur Hanım, bir türlü alışamadım bu çağa. Büyüdükçe de daha çekilmez oluyor tanık olduklarım. Umarım her şey düzelir ve güneşli güzel günler görürüz. Ve ben, tıpkı rüyadan uyanırcasına güzel günlere gözlerimizi açacağımıza inanıyorum. Tekrar herkes birbirini sevecek, birbirine güvenecek, birbirlerine tebessüm edecek, hiçbir çıkarları olmadan, içlerinden geldiği için birbirlerine yolda selam verecek ve birbirlerinin günlerini güzelleştirecekler. Çünkü ben de karanlığın aslında olmadığına, ışığın yokluğunda oluşan duruma “karanlık” adının verildiğine inanıyorum. Işığımız bol olsun. İşte böyle Yağmur Hanım… Asıl ben teşekkür ederim efendim. Sizinle sohbet ettiğim, bana içimdekileri dökme fırsatı verdiğiniz için çok mutluyum ve size minnettarım. Çok keyif aldım sizinle sohbet etmekten. Sürçülisan ettiysek affola. Esenlikler diliyorum efendim, saygı ve sevgilerimle…