RÖPORTAJ: TAYFUN KAYA

Okurlar için Kısaca Özlem Binel’i tanıyalım…

Anne tarafım Kafkas göçmeni baba tarafım Selanik. Samsun’a gemilerle gönderilmiş her iki tarafta. Samsunlu olmuşuz. 

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde Lisansımı ve Yüksek lisansımı tamamladım. Hacı Bayram Veli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Video bölümünde öğretim görevlisiyim. Yazarak ve yazıyla kalıcı olabilme arzusu içindeyim. Çocuk yaştan beri saza, söze merakım, güzel sese hayranlığım, şarkılara düşkünlüğümle yazının meftunuyum.

Yazar olmak çocukluk hayaliniz miydi? 

Okuduklarımla çok mutluydum ben. Böyle bir arzum olduğunu hatırlamıyorum. Hakim olmayı düşlerdim. Ege de bir sahil kasabasında güçlü ve adil bir Hakim hanım. Ve kimselere söylemezseniz bir sır vereceğim; Assolist olacaktım ben. Öyle bir okuyacaktım ki karşı yakadan duyulacaktı sesim. Martıların kanadında okyanuslar aşacaktı. Ben okuyamadım ama hep güzel okuyanların yanında oldum. Şükür ki bu ülkenin en güzel ses ve sazlarına aşina oldum. 

Yazmak sizin için ne ifade ediyor, yazarken neler hissediyorsunuz?

Uçuyorum. Dünyanın tüm gerçekliklerinden, zorunluluklarından, mesuliyetlerinden, beni tutan, sınırlayan ne varsa, kendi bedenim de dahil her şeyden ve herkesten ayrılıyorum. Bu özgürlük ve sınırsızlık hissinin tarifi yok. Hele adrenalin, o kalp çarpıntısı, şimdi ne olacak sorusu… Çalışan parmaklarım; gözlerim seyirci, kendi yazdığıma kendim bihaberim… Bazen katıla katıla ağlayarak bazen gülümseyerek beni duygudan duyguya geçiren yazabilme halime, Türk dilime, gören gözüme, tutan elime şükrederim.  Fakültemde de yaratıcı yazı ve öyküleme dersleri anlatıyorum. Öğrencilerime,  uçun, diyorum. Hiç bir sınırlama olmadan, özgür bırakın kendinizi; kalıplarınızın, cümlelerinizin, tüm fiziksel ve ruhsal özelliklerinizin ötesinde olduğunuzu hayal edin, diyorum.  Ama önce hayal etmekten korkmayın,  diye tembihliyorum...

Sizi yazmaya teşvik edenler oldu mu? Nasıl başladınız?

Önce annem. Hem eğitimci hem yönetici; güçlü, akıllı, gördüğüm en güzel mavi. 

Sabah erken saatlerde evden çıkıp ancak akşam hava kararınca gelebilirdi. Her çalışan anne gibi emaneti güvende bile olsa aklı kızında, ne yapsam da yalnızlığını gidersem derdindeydi. Her akşam koli ile kitap getirilir mi, annem getiriyordu. Şehirdeki tüm çocuk kitaplarını, okuma yazma bilmeyen küçük bir kızı için toplayıp geliyordu. Sonra o kitapları babamla sırayla okuyorlardı. Okuta okuta ezberledim. Okuta okuta okumayı söktüm. 

Ne zaman bu soruya yanıt versem; annem benden hiç bahsetmedin, derdi. Ben de, bazı büyüklükleri satırlara sığdıramam ki, diye cevaplardım. Bu girizgâhım olsun. Mavimin üstümdeki hakkı ödenmez.

Ailem oku dedi, hazırlık sınıfındaki Türkçe öğretmenim Fatma Özsamsun ise, “sen yaz” dedi. Kulağıma konu başlıkları fısıldardı ve benim  kompozisyon yazmamı isterdi. Sonra onları sınıf önünde bana okutturur, “Aferin, yazamaya devam” derdi. Daha ilk dönem bitmeden, “Sen ya gazeteci ya da yazar olacaksın.”, demişti gülümseyerek.  Ve ben tüm akademik eğitimimi Gazetecilik üzerine alıp, yazmayı hiç bırakmadım. Buna nasıl tesadüf diyelim?

Bir çocuğun başına gelebilecek en iyi şey önce ilgili bir aile sonra ise iyi bir öğretmendir, diye düşünüyorum. Türkiye çapında ortaokullar arası bir kompozisyon yarışması varmış. Öğretmenim benim komposizyonumu göndermiş ve ben birinci olmuşum. Ankara’ya ödül almaya geldim on iki yaşımda ve sanırım bu benim için bir kırılma noktası oldu.

Sonra lisede üç yıl boyunca en ön sıradan ağzım açık dinlediğim edebiyat öğretmenim Abdullah Orak. Edebiyat Antolojileri taşıdı bana. Şiirler ezberledik. Ahmet Haşim’i konuştuk. Gülümseyerek, onayladı ne yaptıysam. O iki öğretmenimin gülüşünü takip ettim ben. Ne isimlerini, ne dediklerini bir an unutmadım. Hala derslerinde tuttuğum defterleri saklar; ne zaman sendelesem ara sıra açar bakarım. Kırmızı kalemle yazılmış birer aferine sarılıp yeniden toparlarım. Sözcükler büyülüdür. Başlı başına birer birer büyüdür her iltifat. Ve kıymet bilen için ömürlüktür. 

Son on yıldır ise sevgili büyüğüm, Çiğdem Ülker ile beraberim. Kıymetli bir eleştirmen, önemli bir dilbilimcidir. Benim göremediklerimi gören gözüm, dostumdur ve en büyük destekçilerimdendir.

Yazmaya başlamadan önce araştırma yapıyor musunuz?

Okumadan, araştırma yapmadan yazılabileceğine kesinlikle inanmam. Tek bir kitabı yazabilmek için en az yüz elli kitap okumuşumdur. Aradığım, sorduğum, danıştığım nice kıymetli zat da cabası. Google dan bulunacak şeyler değildi aradıklarım. O sözü anımsadım. Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır.

Örneğin bir Kadiri tarikatı anlatmaya çalıştım ki hiçbir bilgim yoktu öncesinde. Sadece kitabi bilgilerle betimlemek öyle zor oldu ki... Bazen  neden bu denli uğraşıyorum, bir çokları gibi genel geçer tümceler yazıp geçebilirim, de dedim. Ancak ben ruhu olsun istedim yazdığım ve yazacağım kitapların hatta her bir cümlenin. Katmanlı olsun, sırrı olsun istedim, fark edenlerin ömürleri gibi.

Kitabınız “sırbende” mistik ögeler taşıyor. Hikayesi nedir? 

Kitapta sözü edilen Bursa'daki dergâh, konak ve onları birbirine bağlayan demir köprü yüzyılı aşkın zamandır, Osmangazi de Çarklı Değirmen sokak'ın köşesinde durmaktaymış. Ben gördüğümde konak bakımsızlıktan virane hale gelmişti. Dergâh ve kozaklık olarak kullanılmış bina ise ayaktaydı. Köprü ise Dergahın ikinci katından karşı binanın yıkıntılarına varıyordu. Yanından Cillimboz deresi geçiyor ve koca bir bahçeye açılıyordu. 

Dergâh ile evin, yalnızca onlara ait özel bir köprü aracılığıyla birbirine bağlı olması çok ilgimi çekmişti. Üstelik çocukluğumdan beri Allah dostlarına, türbelere ilgi duyar, tasavvufa büyük bir sevgi beslerim. Bana çok özel, gizemli ve değerli geliyor. 

Bu iki ev, beni öyle derinden etkiledi ki, yıllar yılı içimde çevirdim durdum. Sonra tesadüfi bir şekilde "Sırbende" nedir öğrendim. Ve birbirine cem olarak, büyüyerek koca bir roman yazdırdı bana bu küçücük anlar.  Derinlemesine bir tasavvuf bilgim olmadığından okuyup araştırarak bilgi edinmeye çalıştım.

Ve bunları alıp, bir kurgunun içine yerleştirerek kendi gizemli, ruhani dünyamı oluşturdum.  Böylece ortaya mistik yetilere sahip Şeyh Efendi ve kızı Leman, Çerkez Feride ve daha niceleri çıktı. Ben de anne tarafımdan Çerkezim ve sanırım Kafkaslara ilişkin de söylemek istediklerim var. Ki çoğunu ikinci kitapta yazdım. Aslında bir aşk romanı Sırbende. Ama kim hangi aşkı arıyorsa onu bulabileceği bir roman...

Aşk için, aşkla, aşka yazıldı. Ve içine şarkılar sırlandı. Ömrümün vazgeçilmezi sazlar, sözler var satırlarda. İçinden musiki damlayan cümleler iliştirdim kitaplarıma. Bulana aşk olsun.

İkinci Romanınız “Ay Işığım”, sırlara ışık tutuyor mu? 

Ay Işığım kurtuluş mücadelesinin yapıldığı yıllarda Eşref’in Şeyhinin karısı Feride’ye duyguyu gerçek aşkı ve insan-ı kamil olma yolundaki gayretini anlatıyor. Çerkez kast sistemini, inancı, ilişkileri sorguluyor. Sırlar bir bir açılırken yerine yenileri ekleniyor. Sihir kitabın içinde, büyü satırlarda, şarkılarla tamamlanıyor. 

Evet, ben iki koca roman yazdım. Ama benimle beraber iki şarkı, bir beste vardı. 4 yıl boyunca kaç cd bozdum, kaç kere aynısından aldım bilmiyorum. Eşref; Aşk Masalım, dedi. Feride, Yalnız Sen. Ses; Çiğdem Gürdal’ındı, besteler Göksel Baktagir’in.  Henüz duymamış, dinlememiş olana tarif edilemeyecek kadar derin ve kıymetlidirler. Okuyacak olanlara ricam olsun; ilk önce “Sevda” açılacak. Göksel Baktagir’in hicaz bestesi. Sonra Çiğdem Hanımın sesinden Yalnız sen ve ilerledikçe hissedeceksiniz zaten Aşk Masalının vakti gelecek. 

Özcesi, söz ettiğim iki kıymetli sanatçı bu romanların her anında yanımdaydılar. Müteşekkirim, minnettarım, onlarla aynı yüzyılda dünyaya geldiğim için çok şanslıyım… 

Nasipse bu romanlar üçleme olacak. İlk kitabı teslim ettiğimde İkinci kitabı çoktan yazmaya başlamıştım. Çünkü anlatacaklarım bitmemişti henüz. Hala da bitmedi. Kurgu kaldığı yerden ilerleyecek ve günümüze dek gelecek. Allah ömür verir, yazmayı nasip ederse, her kitap geçtiği dönemin üslubuna uygun bir dille yazılmaya çalışılacak.

Kitabınızın bir özelliği var mı?

Roman da öykü de düğümlerin, çatışmaların üzerine kuruludur. İçlerinde bir kötü olmalı, biri ölmeli, katil hiç ummadığınız biri çıkmalıdır. Ama bu kitabın içinde kötü yok, herkes kendince bir gayrette, herkes kendi penceresinden haklı. Ben de mistik bir kurgu ile, dialoglarla yarattığım paradokslarla, fantastik bir atmosfer yarattım. İç sesimizle söylediğimiz, hatta bazen içimizden bile geçirmeye çekindiğimiz ne varsa söyleyen biri var bu kitapta. Eğrisi de doğrusu da onu ilgilendirir. Küfrü de zikri de kendisine aittir.

Şarkılara düşkünlüğünüz neden? 

Babamdan. İnsan sevdiğinin sesini unutur mu? Ben unuttum. Çok güzeldi babamın sesi, yalnızca güzel olduğunu hatırlayabilmek ne acı. Müthiş bir nota bilgisi, şan eğitimi vardı. Belki de duyduğum her güzel erkek sesinde hala onu arıyorum. Buna benziyor muydu? Yok değildi? Ya bu? Hayır bu kadar kalın hiç değildi… O, yerinden, tane tane okur, okurken başını hafifçe yana eğer, dudağında eğri bir tebessüm gözlerini kapatırdı. Sesini hiç yükseltmeden, hiç zorlanmadan, kaynağından çıkan bir su gibi okurdu. Belleğimde yüzlerce şiir, binlerce şarkı var onun sayesinde. 

Babam ve arkadaşları, samsun musiki cemiyetinin kurucuları. Sonra belediye konservatuarı oldu yıllardır da devlet konservatuarı olarak varlığını devam ettiriyor. Ben de gündüzleri koleje gidip geceleri Klasik Türk Musikisi eğitimi alıyordum. Arapça ve Farsça sözcüklere aşinalığım da ondan. Ki o sözcüklerin de dilde çok büyük zenginlik olduğunu düşünüyorum. Yani şarkılar önce 15 yaşımda kaybettiğim babamın hatırası ve en büyük mirasıdır. Her şarkıda bir an, bir anı saklıdır. Ben hayatıma giren herkesi şarkılarla hatırlıyorum. Bu şarkı Nursal Amcanın, bu da Asuman Teyzemin, diye…

Hem yoğun iş temposu, hem de yazarlık derken kendinize vakit ayırıp, bu kadar bakımlı, şık ve güzel olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Öncelikle teşekkür ederim. Çocukluğumdan beri esvaba büyük bir düşkünlüğüm var. Ama sürekli aynaya bakan kadınlardan değilim; yanımda tarak, ruj hiçbir zaman taşımadım. Sabah evden çıkarken ne yapıyorsam o… Benim çantamda renk renk kalemler, kâğıtlar, not defterleri ve içine yazılmış koca koca hayaller var. 

Güzellik ise geçici ve göreceli. Bakışıdır insanı güzelleştiren şey.  Dudaklarının biçimi değil, gülüşüdür. Bakış ve gülüş de ruhunun ipuçları... O nedenle yetenekleri ile tanınmalı insan, birikimiyle, donanımıyla, nezaketiyle. Erdeme kıymet verilmeli fiziklerden ziyade.

Siz de Mistik öğeler içeren kitap yazmış bir yazar olarak “Tılsımlı Kitap” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Beşer şaşar, Allah şaşırtmasın, diyorum. İnsanoğlu her şeyi yazabilir, her şeyi söyleyebilir.  Ben Mesih’im diyor biri, diğeri cehennem ateşine dayanıklı kefen pazarlıyor. Cennetten yer sattığını iddia ederek milyonlar kazananların olduğu bir ülkede, ben bahsettiğiniz şahsı da onun benzerlerini de çok zeki ve ticari öngörüsü yüksek buluyorum. Üzüntüm, bu kitapları satın alanlar için! Bin değil,  üç bin değil, on binlerce okur var, yüzlerce baskı yapıyor bu kitaplar. 

Alanında yetkin olmayan niceleri; kimi duayla, kimi psikolojik telkinlerle,  kimi yaşam koçluğu başlığı altında;  anlamsız imgelemeler, hayal etmeler, pembe balonlar, yeşil ördeklerle insanları avutuyor. Avutulmak istiyoruz çünkü. Zor zamanlardan geçiyoruz,  ihtiyacımız bu…

İnsanlar, güzel şeyler duymak istiyor. Geleceğe dair umut veren şeyler; sevdiğin dönecek, beklediğin para gelecek, o araba senin olacak, densin istiyor. Hem üzülüyorum hem de hak veriyorum. Yalnızca, insanımızın bu denli büyük bir arayış içinde olmasını,  akıl ve bilinci inanılmaz bir hızla devre dışı bırakışını kederle izliyorum. Her Şeyh’im, Şıh’ım diyenin; keramet göreceğim, diye peşine düşmenin, bunlardan hiçbir farkı yok zannımca. 

Bu da kimdir, nereden bilir, diye sorgulamayı akla getirmeden; birini, birilerini acil kurtarıcımız seçiyor, biata hazır bekliyoruz. Bu inanma açlığının orta ve uzun vadede çok tehlikeli başka sonuçları olur, diye de ülkem adına kaygılanmıyor değilim. 

Gerçekten bir kitap hayatımızı değiştirip, güç, tılsım katabilir mi yoksa bu tür kitaplar süper bir reklam mucizesi mi? 

Dualar hayatımızı değiştirebilir. Herkes kendi dini, inancı ölçüsünde ve ışığında ibadetini gerçekleştirir. Beni soruyorsanız, Allah inancım tam, ibadetim eksiktir. Niceleri gibi ben de görünmeyeni merak eder, spritüal alemi severim. Ama aklımı, bilincimi ve bir Cumhuriyet kadını olduğumu daima tek elimde sıkı sıkı tutarım. Bana akıl, bilgi, feyz verenin kim olduğuna bakarım. Hangi zikri kaç kere çekeceğim, hangi duayı kaç defa okuyacağımı söyleyen kişi kim? Yaşamı, kişiliği, birikimi, esvabı, duruşu ile bu kişi bana bu formülü vermeye yetkin midir, diye sorgularım? Uzun, kıymetli ve çok önemli konulardır bunlar. O dualar, zikirler Rabcadır ve sadece para kazanma niyeti ile yazıldıysa o kitaplar, müthiş ve gereksiz ve ürkütücü bir cesaret örneği sergilenmiştir, ben  düşünürken dahi korkarım. 

Benim gönlüm der ki; Allah’ın ilmini para ile okuyan, para ile satan kişinin önce bilgisinden sonra inancından şüphe ederim ve fakat ben bunu demekten bile imtina etmeliyim çünkü hiçbir eylemin sebebini sonucunu biz bilmiyoruz. Onlar, yaptıkları yanlış ise,  tövbe eder kurtulur, günahı bizim üstümüzde kalır. O nedenle hiç karışmayalım, karıştırmayalım. Allahın bir  bildiği vardır, deyip susalım. 

Ve aradığımız dua ise  esma ise  hepsi tek kitabımız Kuranı Kerimin içinde bulunmakta, niyet edenleri ışıldayarak beklemekte, diye de ekleyelim. 

Bu tip kitaplar edebiyata katkı sağlar mı, zarar mı verir sizce?

Bunların çoğu edebiyatla alakası olmayan basılı yayınlar. Kitap halindeler ama edebi eser değiller. O nedenle üstünde konuşmanın anlamı yok. Her zaman dilimi içinde böylesi şeyler olur, olacaktır. Popüler olanla asıl olan bir gün ayrışacaktır. Daima iyiler kazanacak diyemesem de farkı gören görmekte, her kitap kendi okuyucusunu oluşturmaktadır. 

Kendi kitaplarınız böyle pazarlama taktikleri ile popüler olsun ister misiniz?

Asla. Hiçbir taktik kullanılmasını istemediğim gibi reklam yapılmasına, sosyal medya paylaşımlarına bile sıcak bakmıyorum. Gerçek edebiyatın buna ihtiyacı yoktur, diye düşünüyorum. Ama hızın bu kadar önemli olduğu bu yüzyılda benim bakış açım hiçbir değer ifade etmiyor. Reklamı, tanıtımı yapılmayan iyi kitaplar arada kaybolup gidecek ya da sonucunu görmeye yazarın ömrü yetmeyecek. O nedenle edebi unutmadan ufak ufak bir şeyler yapmalı.

Son olarak, Sır ben de için yapılan bir incelemede: “Biz bu tip iyi yazarları zor hatta güç bela bulabiliyoruz. Neden Türk edebiyatı bu kadar geriye dönük ve belli kalıplar arasına sıkışmış. Misal Canan Tan, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin ne yapsa  gözümüze sokuluyor da neden Özlem Binel gibi iyi yazarlara denk gelmek için illaki ücra bir iki satırlık söyleşilere denk gelmemiz gerekiyor? denilmiş. Bu yorumu okuyunca ne hissettiniz?( 1000 kitap-Sevda Gür) 

Bahsi geçen isimler uzun yıllardır Türk edebiyatına büyük katkıda bulunmuş, kıymetli yazarlardır. Onları tenzih ederek söylemek isterim ki; Bu dünya düzeninde Popülarite önemli bir olgu. Ünlü olmak, tanınmak, yüzün bilinirliği çok kıymetli. Ve maalesef ki şöhret sattırıyor. Yayınevleri de haklı olarak çok satan, sattıran isimlere yöneliyor. O nedenle, herhangi bir başka alanda üne sahip olmadan sadece yazdıklarımla yavaş yavaş tanınıyor olmak benim için çok önemli. Hoş bana kalsa, simam hiç bilinmesin isterim. Yüzüm tanınmasın. Huyum araştırılmasın. Kendi inancım, değer yargılarım sorgulanmasın. Çünkü ben yazdığım şeylerin içinde yokum. Onlar bambaşka karakterler, kurgular, diller. Onlar başlı başına başka bireyler. Dilim, dilimin yetkinliği, kurgu yeteneğim tartışılsın. Edebiyat ancak böyle gelişir, böyle katkı sağlar okur yazarına. 

Ama öte yandan da; Marifet iltifata tabidir. Bana sorsalardı; tam olarak ne duyarsanız bunca uykusuzluğun, gözaltı morluklarının, şu yaşta yakını göremeyen gözlerin hakkı verilmiş olur, diye? Herhalde bu içeriği isterdim.  O nedenle aldım, bağrıma bastım, sevgiyle sarıldım. Tek bir cümle bile o kadar şeyin karşılığı olabiliyor ki. Yaşasın, değdi. Okunmuş binlerce kitap, ezberdeki yüzlerce şiir, notasıyla bilinen onca şarkı, şimdi yerini buldu, diyor insan.