Yusuf Tolga Ünker Maltepe Üniversitesi Grafik Tasarımı Bölümü Araştırma Görevlisi İSTANBUL

5.BÖLÜM

Hakkı Baba,  buraya kadar, Hadid suresinin, 3. ayetindeki, “O, evvel ve ahir” vasıflarını anlattınız. Bu ayetin, zahir ve batın” vasıfları nelerdir, anlatır mısınız?

 Tolga Bey, Ayette zikredilen, “zahir ve batın” nispetlere göre söylenmiş ifadelerdir. Örneğin; güneş, doğumundan batımına kadar, bizim için zahirdir. Çünkü biz onu gün boyu görüyoruz. Bizde gün battığı zaman bize göre,  gece boyu batındır, yani görülmüyor. Ancak Yunanistan’da hala zahirdir, yani görülüyor. Yunanistan’da güneş battığı zaman batındır. Makedonya’da hala güneş zahir ve görülüyor olacaktır. Aslında güneş ne doğar ne de batar. Onun zahir ve batın oluşu bize göredir. O, hep vardır ve bu sonsuza dek böyledir.
Âlemlerin Rabbi Zat da aynı Güneş’e benzer ki, bir görünen vasfı, bir de görünmeyen vasfı vardır ve her ikisi de Hakk’tır. Ayette zikredilen “Batın” ifadesi, “Mutlak” olan Zat’ı işaret eder ki, O, hiçbir zaman görülmez. O, bizim özümüzdür. Yani ana rahminde iken bize üflenen ruhtur. “Zahir” ifadesi ise “Her an değişebilen” Allah’ı işaret eder ki, O, her varlıkta başka başka sıfatlarda tecelli eder ki, biz bu sıfatların tümüne birden “Allah” diyoruz. Fakir, bu hususu bir manzum eserimin ilk dörtlüğünde şöyle dile getirdim.

Zahirde de batında da sen varsın,
Âlem aynasından Zat’ın görünür,
Hakk’ın yüzü âleme ayna olmuş,
Hakk aynasından tüm âlem görünür.

Çok önemli ve hassas olan bu hususu bir de Ayan-ı Sabite ile açıklamaya çalışacağım. Âyan-ı Sabite, Allah’ın ilminde sabit olan “yoklar” dır. Bunlar, “hakikat, mahiyet ve zat” manasına gelir ve varlık (vücut) kavramından farklı bir mana ifade ederler. Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır.
Örneğin; elimizde bir kayısı çekirdeği var. Kayısı adını verdiğimiz meyvenin tüm “genetik özelliği”, yani çekirdeğin toprağa düşüşünden itibaren fide olarak yeryüzüne çıkması, dallanıp budaklanıp ağaç olması, çiçek açması, çiçeğin rengi, çiçeğin nasıl döllenip meyve vereceği, meyvenin cinsi, rengi, tadı ve lezzeti çekirdeğin datasında (hafıza) mevcut olduğu gibi; Allah’ın ilminde de sabit olarak mevcuttur. Bu çekirdek hiçbir zaman yok olmaz, “evvel ve ahir”dir. Toprağa düşer, yeniden fide ve ağaç olup meyve verir, yani o hep vardır.
Allah’ın ilminde mevcut olan bu program, çekirdeğin içerisinde “batın”dır. Çekirdeğin toprağa düşüp, meyve verecek duruma gelmesi için geçireceği safhalar “zahir”dir, yani “Âyan”dır. Tasavvuf dilinde buna “Ayan-ı Sabite” denir. Çekirdeğin toprağa düşüşünden meyve verecek hale gelmesi için geçirdiği tüm safhalar, birer esmadır.
Bu hususu bir başka açıdan ele alacak olursak; Allah denilen mana, şu âlemde gözle görülen ve her zerreden kendini gösteren zahir (görünen) âlemin ta kendisidir ki, bu âlem insanın şuursal yansımasıdır. Ve insandaki o şuursal yansıma olan mekânda, Zat,  yani “HU” gizlidir. Bu nedenle enfüste ve afakta batın ve zahir olur. Batın kısmı insanın duygu ve düşünceleri, yani iç âlemidir. Zahir kısmı ise o duygu ve düşüncelerin madde olarak âlemde görünmesidir. İnsanın şuurunun ötesindeki gayb bölgesindeki hali ile Allah, evveldir. Şuurun sonsuz ve sınırsız oluşu ile de sonsuzdur.
Buraya kadar yapılan bu açıklamalara göre, “ezel” (evvel) dediğimiz başlangıcı bilinmeyen zamandan beri zahir ve batın olan Âlemlerin Rabbi, “Zat” mevcuttur.
Kuran’da, “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatıcıdır”  buyuruyor. İşte bundan dolayıdır ki,  bu âlemde görünen ve görünmeyen tüm varlıklar, Allah’ın Zat’ının bu âlemdeki sıfatlarıdır. Bu bölümde: “Allah’ın “Zahir ve Batın” olan vasıflarını, örneklerle anlatmaya çalıştım. Yine zahir ve batın ifadelerinin, nispetlere göre söylenmiş ifadeler olduğunu, her ikisinin de Hakk olduğunu gördük. Kısa bir tanım yapmak gerekirse;
a) “Âlemlerin Rabbi” dediğimiz, Zat’ın bu âlemdeki sıfatı olan Allah,  “değişkendir”  ki, her varlıkta başka başka sıfatlarda tecelli eder, “Zahir”dir.
b) Ezelden beri var olan “Âlemlerin Rabbi” dediğimiz Zat, “Mutlak”tır ki hiçbir zaman görülmez, “Batın”dır.  
Bizler, O, yüce “Zat’ı, devamlı olarak sadece “Allah, Tanrı, İlah gibi isimlerle ifade ediyoruz ve orada, burada ve yukarıda arayıp duruyoruz. İnandırıcı olsun diye “yukarıda Allah var” diyoruz. Ancak bu isimler, Allah’ın “Zat”ının bu âlemde görünen sıfatlarıdır.
Allah’ın “Onu tasfiye edip ruhumdan üfledim” dediği   “Büyük Ruh” vardır ki, bunu da Mutlak Zat HU, Rabb, Hakk, Mevla, Hüda, Can gibi esma sıfatlarıyla ifade ediyoruz. Bunlar da Mutlak Zat’ın bu âlemdeki esma sıfatlarıdır.
Bizim “Allah” dediğimiz mana, her varlıkta başka başka sıfatlarda tecelli eder. Bizler, “kelime-i şahadet” getirerek, O’nu müşahede ettiğimizi veya gördüğümüzü söyleriz. Yani O’nun tek olduğunu (tevhit), O’ndan başka tanrı ve ilah olmadığına” tanıklık ederiz veya söylemiş oluruz.
Zat, yani  “HU” ise, Mutlak” tır ki, peygamberler ve veliler de dâhil, O’nu hiçbir kimse göremez. Ancak O’na, “Amentü-Billâh” diyerek, iman ederiz.
Yunus’un, “bir ben var bende, benden içeri” dediği Zat ise bizim özümüzdür, bizim gönül evimizi kendisine mekân tutup, orada kendisini “Sultan” eylemiştir. O, gönül Sultan’ı ki, kendi gözü ile kendi Zat’ının âlemdeki tecellilerini, yani kendi esmalarını seyreder ve görür. Baktığı göz ise bizim gözümüzdür. Nasıl ki insan kendi gözü ile kendi elini, kolunu, bedeninin tüm uzuvlarını, yani kendi zahirini görüyorsa, İnsanın Öz’ündeki Zat da aynı şekilde kendisi ile kendisini seyreder ve görür.
 Yukarıda söylediğim gibi, Yunus; “bir ben var bende, benden içeri”; Bayezid-i Bistami, “Allah” benim cübbemin altındadır demiş” diyerek hep söyler dururuz. Âşık Veysel ise bu gönül Sultanı için:

“Güzelliğin on par’etmez.
 Bu bendeki aşk olmazsa.
 Eğlenecek yer bulaman,
 Gönlümdeki köşk olmasa” diyor.

Fakir Hakkı Baba da bu hususu şöyle ifade ettim:
“Evvel odur, ahir odur
Zahir odur, batın odur
Benim ben dediğim odur
O, benim gönül Sultanım.”

Veysel’in söylediği gönül, aynı zamanda “Gönül Kâbesi” dir.
İbnü’l Harabi ise bu “Gönül Kâbesi” için; “Ey Gafil Harabi! Kâbe’nin içindesin. Hala Kıble ararsın, Rabbinlesin işte, Kime secde edersin, Maşukun gönlünde, bu aşk şirki necedir? Muhammed Yurdunda Hakk’ı mı sorarsın?” diyor.
İlk başlarda anlatmaya çalıştığım ilk var oluş, günümüzde pek çok kimsenin ilgisini çekmiş ama ”Gayb’ı Allah bilir” demişler, belki açıklayan vardır ama ben bilmiyorum. Ancak aşağıdaki örneklerde, bazı kimseler, “evveli ve ahiri” olan Âlemlerin Rabbi’nin, bir “nur”dan ibaret olduğunu ve kâinatı meydana getiren kudretin de bu nur olduğunu fark etmişler, bu gerçeği değişik ifadelerle özellikle manzum olarak eserlerinde anlatmaya çalışmışlar. Örneğin;

“Kudret kandilinde bir nur iken
Ta ol zaman âşık oldum nura ben.
(Pervane Sıtkı Baba)

Ta ezelden kandildeki nurdaydım
Binde bir can eremedi bu sırra.
(Dermani)

Çatılmadan yerin göğün binası
Muallâkta iki nur’a düş oldum
(Pervane Sıtkıı Baba)

Eğer sual eder isen sırrımdan,
Cümlemizi var eyledi varından,
Hakk yarattı Muhammed’i nurundan,
Kandildeki balkıyan nurdan gelirim.
                (Nesimi)

Fakir ise bu hususu şöyle ifade ettim:

Âlemi halk ettin kendi nurundan
Âdemi yarattın kendi varından
İblisi halk ettin nurdaki nardan
Ezel de nurun zerresi idim ben.    

Bir zaman pervane oldum dolandım
Pek çok yoruldum bir kandile kondum
Kandildeki nurun mihmanı oldum
Kandildeki ak nur rehberim oldu.

Derya idim dalgalandım duruldum
Buhar olup ta gökyüzüne ağdım
Bulut olup semaları dolandım
Yağmur ile yine derya oldum ben.

Âlem iken farka gelip halk oldum
Halden hale geçerek Âdem oldum
Böylece âlemin unsuru oldum
Bu gün bana Hakkı Baba dediler.

Hakkı Baba, Elestü Bezmi’den beri ikrarım var veya Kaall-ü Beli’de biz Hakk’a ikrar verdik gibi ifadeler var. Bunlar ne anlama geliyor, bunlar hakkında bilgi verir misiniz?

Tolga Bey, kâinatın var oluşunu anlatırken ifade ettiğim gibi, ezeli olarak var olan Âlemlerin Rabbi Mutlak Zat, insan da dahil, her canlı varlıktan erkek ve dişi olmak üzere ilk canlıları halk etti. Yaratılan bu ilk canlılar, “O, bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da oluverir”  ayeti ile: “Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (evrede) yarattı”  ayeti gereğince, tamamen Mutlak Zat’ın, kendi öz varından var oldular.
Âlemlerin Rabbi Zat, yani HU, halk ettiği bu canlı varlıklardan iki sıfat seçti ve kendisine ait;  “ilim, irade, kudret, yaratma, hayat, işitme, duyma, görme, kelam, meydana getirme ve bunlara benzer pek çok esmalarını ve tüm genetik özelliklerini onlara vererek,  “Âdem ile Havva’yı” kendi suretinde halk etti. Âdem ile Havva’nın sulbünden pek çok insan geldi ve bu insanlar bu görünen âlemin en önemli unsurları oldular.
Tüm bunlar: “Elest-ü Bezmi ve Kaalü Beli” denen zamanda meydana gelmişti. Bu defa Âlemlerin Rabbi Zat (HU); halk ettiği insanoğullarına:  “Elestü bi-Rabbiküm”  diye hitap etti, yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. O vakit farka gelen ve şuur bilincine ulaşan İnsanoğulları, “beli” dedi. Yani evet sen bizim “Rabbimiz Allah’sın”,  bizi kendi varından var eden sensin” dediler. Böylece “Mutlak Zat” ile farka gelen, yani beden ve şuur bilincine ulaşan “insanlar” arasında bir “ikrar”, yani sözleşme meydana geldi.
İşte, kâinatı kaplayan görünür görünmez tüm yaratıklar ve insanlar,  bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş kuantlarından  başka bir şey değiliz, aslında bizler de kendi nispetimize göre oyuz. O, ise tüm bu varlıkları halk eden Âlemlerin Rabbi Zat, yani “HU” dur. Kul Himmet Bu hususu şöyle dile getiriyor.

Ta Kaaliübeli’den sevdik seviştik,
Bizimle ezelden yardır muhabbet,
Üstad nazarında ikrar konuştuk,
Mü’mine kadim ikrardır muhabbet.

Elestü Bezmi’deki bu sözleşmeyi;  Kuran’ın şu ayetinde de görüyoruz: “Hani Rabbin, Âdemoğlullarının, bellerinden zürriyetlerini alıp onları, öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz”  demişlerdi.

1  Fusulet, 53

2 Nisa surresi, 126
3 Hicir suresi, 29
4 Kandilde balkıyan iki nur var idi. Yeşil nur, Hz. Muhammed, ak nur ise rehberim Hz. Ali Efendimiz idi.
5 Bakara suresi, 117
6 A’raf suresi, 54
7 A’raf suresi, 172
8 Evren üzerinde var olan bütün varlıklardaki görünen enerji ve maddi olan ne varsa, kuaantlardan oluşmuştur.
9 A’raf suresi, 172