Güney'ciğim merhaba. Tanıdığın birinin verdiği o rahatlıkla röportajımıza başlayalım istiyorum. Nasılsın?

Merhabalar Elif, gazetemizi özlemiştim. Burası benim bu mesleği sevmeme sebep olan ikinci yuvamdı. Buraya özlemim dışında pek iyiyim. Umuyorum ki sen de iyisindir.

Uzun zamandır epeyce yoğun olduğunu biliyorduk. Hem sürekli devam eden işlerin hem de kitaba yoğunluğun vardı. Nasıl gitti süreç?

Yoğunluğumun dindiğini söylemek pek mümkün olmuyor. Halen bir yoğunluğun içerisindeyim. Biri biterken diğeri başlar ya, benim ki de o hesap. Yaklaşık bir buçuk yıllık bir süreç sonrasında kitabı tamamlayıp, editörüme ilettim. Son okumalar ve redaksiyonlar derken bugüne geldik. Kitabın yazım aşaması bittiğinde Kutlu Yayınevi etiketiyle satışa sunduk. Geçtiğimiz günlerde de IPA tarafından düzenlenen Uluslararası Basın Ödülleri yarışmasında yarıştığını, katılımı sebebiyle onur ödülü olarak döndüğünü öğrendim. Böyle tatlı ve sevimli şeyler dışında her şey sıradan ve olağan gelişiyor. Oldukça mutluyum. 

Gelelim bu güzel toplumsal yaşamı, sosyolojik açıdan bizleri anlamlandıran kitabın "Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk"a. Sen zaten bu alanda araştırmalar, gözlemler yapıp bunları okuyucularınla paylaşıyordun. Kitap fikri nereden ortaya çıktı?

Senin de dediğin gibi, gazetemizde de gazetemiz öncesinde görev aldığım ilk yerel gazetede de bu konulara yoğunlaşmış haldeydim. Bir bakıma bu benim yaşadığım sosyal çevrenin bende yarattığı etkileriydi. Basın mensubuysanız ve kozmopolit bir yerde büyüdüyseniz eğer, bu durumların sizlere kattığı çeşitli şeyler şüphesiz ki oluyor. Görev sürem boyunca daha çok sosyal problemlere yönelik çalışmalar yapıyordum. Yoksulluk, sosyal dışlanma, emek ve haksızlıklar benim çalışma alanımdı. Dilimin sivri olduğu söylendi. Siyasi şeyler yazıyor olsam da bunlar yayıncıları zor duruma sokuyordu. Yazdığım zamandaysa çeşitli davalar ve muhtelif birçok şeyle karşı karşıya kalıyordum. Bu benim için önemli olmasa da yayın için önem arz ediyordu. Çünkü baskılarla yürütülen bir süreç var. Sonrasında baktım olmayacak, bunları kitaplaştırma gereği gereği duydum. Çünkü böylelikle bundan doğacak sorunlardan yalnızca kendim sorumlu olacaktım. Düşüncelerimi derledim, topladım. Sahaya da indim, araştırma da yaptım. Raporları inceledim. Bulgular bir zaman sonra kanıt oldu ve bir zaman sonra kitabın ilk taslağını oluşturmuş oldum. Altı ay boyunca da bu konuyu tamamlamak üzere çalıştım. Sonrasında bugünkü forma kavuştu. 

Şimdi bilmeyenler için önce kitabın başlığından söz edelim istiyorum. Benim bildğim kadarıyla ‘nepotizm’ özellikle iş yaşamlarında kişilerin yakınlarına, aile ve akrabalarına yaptığı kayırma, yani ayrıcalık diyebilirim. Yani bu konu üzerine bir önermeye yer veriyorsun. Bunu açar mısın? 

Evet, senin de dediğin gibi nepotizm kelime anlamıyla akraba ve adam kayırmacılığı ifade ediyor. Liyakattan yoksun yapıları, adam kayırmacılığı ve bunların meydana getirdiği yapıyı ele alıyor. Bu sadece Türkiye’de olmuyor. Tüm dünyada gelişigüzel bir biçimde ne yazık ki bu gerçekleşiyor. İçerisine dahil olduğu yapıları zehirliyor. Ve bu da gerek kamuda gerek ise kamu dışındaki tüm alanlarda içerisine dahil olduğu yapının bünyesini zayıflatıyor.

Aslında kitabın ana teması Türkiye'nin sorunları, evet ama insanların şartları en büyük sorunumuz nedir peki?

Yolsuzluk, adalet, ifade özgürlüğü, yargıya güvensizlik, vergi sistemi Türkiye insanının en başlıca sorunu. Dışa bağımlılık, üretimin yapılamaması ve eğitim sisteminin dibi sıyırması ise en büyük sorunlarımızın bir diğer ana başlıkları. Aslına bakılırsa çok ama çok sorunun olduğunu herkes biliyor. Bunun da farkında olarak hareket de ediyor. Fakat iyileştirici düzenlemeler ve sorun odaklı çözüm arayışları olmadığı için çözümsüz kalan nice problemimiz var. Türkiye’nin sorunları azımsanmayacak kadar çok. Buna rağmen bu sorunların yok sayılması da tesadüf değil. 

Peki bu kadar güzel bir coğrafi yapıya sahip, ve sevgili Atamız Mustafa Kemal'in armağanı cumhuriyet ülkesi olarak neden geriliyoruz. Neden Avrupa'dan üstün bir ülke değiliz; olamadık?

Almanya Başbakanı Angela Merkel Atina ziyareti kapsamında Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik süreci ile ilgili açıklamalarda bulunmuştu. Hatırlarsan, Merkel düşünce ve basın özgürlüğü ve dini özgürlükler alanlarındaki kıstasların hiçe sayıldığını ifade etmişti. Sarsılan ekonomi, seçim yorgunluğu, üretim, turizm, bürokrasi, anti demokratik unsurlar, siyasilerin tutumları ve nice sebep bir araya gelince elbette bu günlerin meydana gelmesi muhtemel bir durum. Düzelir mi dersen, evet ama bunun çok ama çok vakit alacağına hepimiz hemfikiriz.

Kitapta en doğru olan ve gerçekten çözülmesi gereken konudan biri yoksulluk ve dar gelirlilik. Bizi yoksullaştıran ana temel nedir?

Kitapta, üzerine basa basa söylediğim şey şuydu; gelir dengesizliği. Nitekim sorunun öbeğinde bu durum var. Türkiye insanı olarak yoksullaşmamızın en temel sebebi birilerinin daha zengin olması. Öte yandan bu zenginliğin sebebine bakıldığında ise gelir dağılımındaki uçurumlar sebebiyle var olduğu görülüyor. Birileri birilerine birileri için para akışı sağlıyor. Birileri de bu sebepten dolayı fakirleşiyor. Enflasyon verileri ortada. İşsizlik had safhada. Kitabın ara başlıklarından birinde çalışan yoksul profilinden bahsetmiştim. Bireyler çalışıyor ama halen yoksul. Çünkü popülasyon artmış durumda. Artan bu popülasyon ise vatandaşa kendini daha farklı şekilde gösteriyor. Göç ve mülteci sorunu, ekonomik küçülme ve enflasyon, işsizlik ve pek daha fazla neden bir araya gelince de ortaya bu tablo çıkıyor.

Kitaptan tamamen söz etmek istemiyorum ki merak edip okunsun. Kısaca toparlayacak olursan bu kitabın sonucunda ne olmasını umut ediyorsun?

Kavramın tanınmasını amaçlıyorum. Bu sebepten ötürü de elimden gelen çabayı sarfediyorum diyebilirim. Çünkü halk bunu fazlasıyla tanıyor, biliyor ve uygulanmasına şahit oluyor. Fakat bugün dışarı çıkıp soracağınız zaman nepotizm kavramının ne olduğunu açıklayabilen kişi bir elin parmağını geçmeyecektir. 

Peki bu zamana kadar hangi yazar, düşünce adamının tezlerini beğendin? Sevdiğin yada haklı bulduğun sosyolog yada filozoflar kimlerdir?

Düşünce insanları olarak Ioanna Kuçuradi ve Slavoj Zizek’in makalelerini okuyorum daha çok. Ayrıca Ulus Baker ve Gustave Le Bon benim için apayrı bir yerdedirler.

Çok kısa seni tanıyalım istiyorum gazetecilik yaşamın nasıl başladı Güney? Şimdilerde nereler de yazıyorsun?

Mesleğe 2011 yılında muhabirlikle başladım. Yerel bir gazetedeydim. Sonrasında orada çeşitli makalaler de yazmaya başladım. Aynı yıl birkaç atölyeye katıldım. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazmaya başladım, ardından bu bir süre daha devam etti. 2011 ile 2016 yıllarında durmaksızın yazdım. Bu zaman diliminde bir dergi yayına hazırladım. Batış yaşadık ve sonrasında sektörle bir küskünlük girdi arama. Ardından ikinci yuvam diyebileceğim bu gazetede görev almaya başladım, biliyorsun. Burada iki yıl kadar röportörlük ve köşe yazarlığı yaptım. Başka bir gazeteden teklif aldım ve yuvadan uçtum. Kitabımın yayımlanması sonrasındaki süreçten bu güne değin de Milliyet’te naçizane üretmeye çalışıyorum; tabii bir de kurucu genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm Komplike Dergi’de…

Günümüzde sadece kitap çıkarmak için çıkaran bir amacı, bir mesajı, bir öğretisi olmayan kişilerin yoğun olduğu bu dönemde özellikle genç arkadaşlarımızın sosyoloji alanında bizleri aydınlatması oldukça mutluluk verici. Sen asıl görüyorsun günümüzdeki yazarları?

Dürüst olmam gerekirse, yaptığı işin ciddiyetinde olmadıklarını görüyorum. Çünkü yüzyıllar geçse de taraflarından yazılan, çizilen her şeyin sonsuza dek var olmayacağını bilmiyormuşçasına hareket ediyorlar. Belki de bilmiyorlardır. Tabii burasını bilmiyorum ama bugün bir araya getirdiğimiz tüm kelimelerin sonsuza dek var olarak kalacak. Kimisi ön plana çıkacak, kimisi unutulmaya yüz tutacak. Fakat yaptığı işin ciddiyetine varmayanların başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Haydi diyelim ki başarılı da oldu, bu da kalıcılık esaslı olmayabilir. Bir yazar sorumluluk sahibi olmalıdır. Aksi halde varlığının çok da esprisi kalmaz.

Bunun en büyük nedeni kitap okuma alışkanlığımız olmaması hatta eğitim seviyemizin neredeyse yok olması diyebilir miyiz?

Pek tabii diyebiliriz. Çünkü kitap da birçok kimse için bir meta işlevi görür. Bu kişiler için kitap bir objedir; nesneden farksızdır. Onu kullanır; kahvesinin yanında, çayırda, çimende. Her şey bu tür bir organizasyonun parçası olarak kalır. Doğal olarak gerek okuma alışkanlıklarının olmaması gerek ise nitelikli bir okur profiline sahip olunmaması sebebiyle bu tür şeylerle sıklıkla karşılaşırız.

Bir gazeteci, bir yazar olarak fenomenlerin ya da takip edilme nedeninin neden kaynaklandığını bilmediğimiz bir çok kişinin sevildiği sosyal medya platformunda, bu kadar çabuk ünlü olmasına şaştığımız dönemde, en azından senin sevenlerinin çok olduğunu görüyoruz. Bu sevindirici. Fakat gerçekten üzülesice olan bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Bence hitap edilen kitlenin genel yapısının yetkinliğiyle alakalı bir durum o. Yani şöyle ki; çok satan ama oldukça berbat kitaplar yaratan bir yazar olmak istemezdim. Veya çok fazla okunan ama yazılarında insana değer katan hiçbir şeyin var olmadığı bir köşe yazarı olarak da kendimi görmek istemezdim. Burada kıstasın kitle olduğunu düşünürsek eğer, evet, söylediklerim anlamını kaybeder ama başka bir açıdan bu kitlenin yetkinliğiyse bahse değer olan şey anlam kazanır. Ezcümle, benim için sayıların değil, nicelik ve nitelikler daha önemli.

Aynı zamanda bir medyacı olarak malesef ki yazılı basının öldüğü bu zamanlarda nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsun? 

Gerek kişisel işlerimde gerekse kurucusu olduğum Komplike Medya Grubu’nda her şey dijitalleşme özelinde işliyor. Dünya çok uzun bir süredir dijitalleşiyor. Bu sebepten ötürü elbette değişimlerin yarattığı sancılı süreçleri de hissediyoruz ama her ne olursa olsun dijital yayıncılık çok önceden bu yana var olan bir yayın türüydü. Türkiye’ye gelişi bir hayli zaman aldı. Yine de dijitalleşmeden yana mutluyum. Yalnızca herkesin popülist olduğu bir dünyada, kendi doğrularını savunmalıyız. Aksi halde kazanç odaklı medyacılık anlayışından doğan problemlere boğuşmak zorunda kalırız.

Her şeyi tüketip, her şeye ulaşan biz insanları sence nasıl bir son bekliyor?

Tüketim çılgınlığı bu devrin hiç şüphesiz en büyük sorunsallarından biri. Her gün daha farklıya, daha yeniye, daha gösterişlisine eğilim sağlayan bir güruh var. Tüketim oburluğu kavramını tam anlamıyla yaşıyoruz. Gelecekte de yaşıyor olacağız. İnsan, asla insan olmakla yetinmez. Kültür ya da tüketim oburluğu, adına ne derseniz deyin, sonucunda varacağımız şey şu olacaktır; belirsizlik. Bu belirsizlikte de ne olacağını kestirebilmek inan ki zor. 

Yakın gelecekte ne tür projelerle karşımızda olacaksın?

İkinci kitabım çıkacak. Onunla ilgili çalışmalar sürdürüyorum. Ya bir novella olacak ya da bir şiir. İkisini de eş zamanlı olarak sürdürüyorum. Bunların dışında sevgili Jülide Kubilay ile yürütüğümüz çeşitli projeler var. Orta ve uzun metrajlı filmler çekeceğiz. Bir gazetecilik filmi senaryosu hazırlıyorum. Yani hep olduğu gibi yine tatlı bir yoğunluk içerisindeyiz. Bunların dışında Komplike Dergi’nin görsel ayağını oluşturan yepyeni bir projeyi yayına hazırlıyoruz. Komplike TV ile ilgili çeşitli konular özelinde yenilikçi bir interaktif televizyon kanalı kurma fikrimiz vardı. Bu süreçte onun son halini hazırlıyoruz. Geçtiğimiz günlerde genel yayın yönetmenimiz Jülide Kubilay ve röportörümüz Kübra Karaçay ile başlangıcını yaptık. Umarım yeni bir soluk getirecek, farklı bir tema ile izleyicilerimize kavuşacağız.

Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersin?

Başta gazetenize, sana, tüm okuyucularınıza ve de elbette çalışmalarımıza gönül veren, destek olan herkese çok teşekkürler. İlgiye layık ve mahsar olmak ümidiyle.

Doğum tarihi: 9 Eylül

Burcu: Başak

En sevdiği huyu: Sakinliği

Sevmediği huyu: Kızgınlığı

Uğurlu sayısı: 9

Uğurlu günü: Pazartesi

En sevdiği renk: Siyah ve Beyaz

En sevdiği çizgi film: Pembe Panter

En sevdiği söz: (Yok)

Haber: Elif Hayvalı

Fotoğraf:  Jülide Kubilay