Komadaki ağabeyine anbean kendisine ne olduğunu anlatır. Yazar Ayşegül Ekinci, Türk basınını uzun yıllardır yurtdışında başarıyla temsil eden bir gazeteci. Guantanamo Askeri Üssü’ne giren dünyadaki ilk kadın gazeteci, aynı zamanda bir savaş muhabiri.
Afganistan, Pakistan gibi iç savaş olan bölgelerde habercilik yapan deneyimli ve korkusuz bir haberci. Ve aynı zamanda enerji, ruh ve fizik bedende yirmi yıldır çalışmalar yapan bir şifacı, eğitimci. Yaptığı özel röportajlarla sadece Türk basınında değil dünya basınında da adından sık sık bahsettiren Ayşegül Ekinci aralarında Russell Crowe, Angelina Jolie, Daniel Craig, Samuel Jackson, Rihanna, Prof Stephen Hawking, Obama, Tony Blair, Denzel Washington, Anthony Hopkins, Michael Douglas gibi bir çok dünya yüzüyle hem arkadaş olan hem de bire bir röportajlar yapan bir isim.
Ekinci’nin kaleme aldığı, Sana Söyleyeceğim Çok Şey Var serisinin ilk kitabı SON YOK; yeni bir tartışmaya zemin açacak bir konuyu gündeme getiriyor. Yazar, “Ölümün, insan zekasının algıladığı anlamda bir bitiş olmadığını” savunuyor. “Ya ölüm bitiş, doğum da başlangıç değilse ? Ya, Son Yoksa?” diyerek, dünyanın bir çok bölgesinde yaptığı derin araştırmalarla desteklediği ilk kitabını okuyucuyla buluşturdu.
Kitabınız çok katmanlı bir proje. Şimdi seri oldu. Ama, hikayenizin çıkış noktası rahmetli ağabeyinizin ani rahatsızlanması olmuş?
Ağabeyim Doktor Hüseyin Ekinci cerrahtı. Çok başarılı ve gerçekten herkesin kalbinde yer edinmiş bir hekimdi. Yaptığı ameliyatlarla adından bahsettirirdi ama onu farklı kılan, insani yönlerinin kuvvetli olmasaydı. O olmaz denilen ameliyatları yapardı, hem çok başarılı hem de hastalarına çok yakın davranan her yönüyle farklı bir insandı. Bazen buraya ait değil diye düşünürdüm. Ölüm olgusuyla yan yana düşünemeyeceğim bir kişilikti. Üstelik, o olaya kadar ciddi anlamda bir rahatsızlığı olmamıştı. Çok gülen, çok gezen, hayat dolu biriydi. Elinden fotoğraf makinesi eksik olmazdı. Meraklı bir yapısı vardı. Hani, hayatınızda hep var olmasını isteyeceğiniz bir insandı.
Peki ne oldu?
Çok hüzünlü. Bir Şubat günü, iki hastasını ameliyat ettikten sonra fenalaşıyor. Ameliyathane önünde, oracıkta anevrizma geçiriyor. Sonradan öğrendim; hastasının hayatını kurtarmak için kendi hayatını riske atmış. Belki de, rahatsızlandığını hissetse de önceliği olan ameliyatı bitirmek istedi. Kim bilir? Sonrasında, ekip arkadaşları olağanüstü bir çabayla ağabeyimi kurtarıyor. Anevrizma geçirdiği anlaşılınca hemen ameliyata alınıyor. Stent takılıyor. Ağabeyim derin bir komaya giriyor. İşte tüm bunlar olup biterken, ağabeyimin ekip arkadaşları bana haber veriyor. Ben, apar topar Londra’dan, İstanbul’a geliyorum. Oysa, daha İstanbul’dan Londra’ya döneli iki gün olmuştu. İşte hikayemiz, şimdi belgesele dönüşen bu yolculuk böyle başlıyor. Bir Şubat günü, ailecek hayatımız değişiyor.
Gerçekten üzücü. Sonrasını sormaya dilim varmıyor?
Hayat bu. Bizim Şubat günü çıktığımız bu yolculuk, bir şekilde hayatımız boyunca unutamayacağımız bir deneyim, bir yolculuk oluyor. Ben, İstanbul’a geldiğimde, ağabeyimi yoğun bakımda yatarken buldum. Sonrasında hayatım boyunca unutamayacağım o süreç başladı. Ağabeyim derin bir komadaydı ve kendisine ne olduğunu bilmiyordu. Onun adına tüm kararları kardeşi olarak benim almam gerekti.İşte bu noktada, bir şey oldu. Ağabeyimle; düşünce gücüyle konuşmaya başladım. Onun beni duyduğunu hissediyordum. Böyle bir şey gerçek olabilir miydi? Filmlerde gördüğüm şeyi ben yaşıyordum. Ağabeyimle iletişimimiz çok güçlüydü. Belki de eskisinden güçlü. Kelimeler olmadan var olmaya başladık.
MUTLU SON SADECE FİLMLERDE OLUYOR GERÇEK HAYATTA DEĞİL
Uzun yıllardır enerji fizik ve ruhsal bedende çalışmalar yapan bir şifacı, eğitmen olarak mucizeye inanırım. “Mutlaka bir yolu vardır” diye düşünür, hep olumluyu kendime çekerim. Ağabeyimle yaşadığımız bu ani rahatsızlanma olayında da böyle olacağına inanmak istedim. Ama, hikâye bu ya, mutlaka bir sonu oluyor. Her zaman mutlu son olmuyor. Ağabeyim, komadan çıkamadı ve yapılan tüm müdahalelere rağmen hayata tutunamadı.
Kitap yazma fikri o zaman mı gelişti?
Hayır, böyle bir şeyi o an, o acının içinde düşünemiyorsunuz bile. O dönemde, bir umut ağabeyim iyileşir diye hastanede günlük tutmaya başladım. İlerde okur diye. Maalesef o günlük, sonrasında anı oldu. Ancak, hastalığı ve koma süreci boyunca hastane ortamı bir hayat sahnesine dönüştü. Hayatı katman katman gördüğüm bir sahne gibi. Hastaneye, hastane koridorlarına, hasta yakınlarına farklı bir algıdan bakmaya başladım. İşte o an kendime şunu sordum; “Bu mu gerçek yoksa dışarısı mı? Biz, gerçeküstü bir filmin içinde gibiyiz “. Zaten, yaşadığınız travmayla algınız, hayata bakışınız kısaca her şey değişiyor. Zaten bu fikir içimde o kadar yoğundu ki, bir şekilde hayatın hızlı bir ivmeyle alt üst olması bendeki analitik algıyı otomatik olarak değiştirdi. Ağabeyimin ani vefatıyla hayatımdaki tüm anlamlar değişti. Büyük bir acı ve travma yaşadım.
Siz savaş muhabirliği yapmış bir habercisiniz. Savaş muhabirliği yapan birinin bu kadar duygusal olması şaşırtıcı ?
Küba’daki Guantanamo Askeri Üssü’ne dünyada giren tek kadın gazeteciyim. Afganistan, Pakistan, İran, Irak gibi haberin olduğu bölgelerde iliştirilmiş değil saha habercisi olarak bulundum. Savaş muhabirliği yaptım ama o zaman ailem arkamdaydı. Ve ben, habercilik aşkıyla bu tehlikeli işleri yaptım. Yani duygusal olmanız savaş bölgesine gitmenize engel değil. Ama, insanın çok sevdiği bir yakınını kaybetmesi hem de hiç beklemediği bir anda bu kaybı yaşaması çok farklı bir durum. Farklı bir duygu durumu. Zaten böyleymiş, hayat beklenmedikle beklendik arasında gidip gelirmiş. Gelir gidermiş, bizde payımıza düşeni yaşarmışız. Hayat hep öğretiyor.
Hastane sürecini yazmak kolay olmasa gerek. Kitabınızda bu süreci, kurgunuzla okuyucuyu sıkmadan anlatıyorsunuz.
Ben, ağabeyimle olan yolculuğumu anlatırken evrensel bir şey yapmak istedim. Sonuçta hastane gerçeği, dünyanın her yerinde yaşanabilir. Acının, sevincin coğrafyası yok. Hastanede olmak, hastanede yatan bir yakınının olması, özellikle komada olması çok insani bir durum. Biz, bunu başımıza gelince anlıyoruz. Ben, aynı zamanda bizim hikayemiz üzerinden okuyucumun kendi hayatını sorgulamasını istedim. Sonuçta hikaye anlatıcısı olarak, hikayemin katmanlarından biri, okuyucumu düşündürtmek. Aslında kendi hikayemi anlatıyor gibi gözüksem de hepimizin hikayesini anlatıyorum. Tüm çıplaklığıyla. Tüm yalınlığıyla. Ben, ağabeyim ve okuyucum. Çünkü ağabeyimin de bunu istediğini hissettim.
Kitabınız aynı zamanda çok tartışılacak bir zemin hazırlıyor, Son Yok diyorsunuz?
Benim ağabeyimle yaşadığım olağanüstü olaylar, o komada yaşarken başladı. Komada kaldığı günler boyunca azalmadı, arttı. Bunları buradan anlatmak istemiyorum. Kitabın büyüsü bozulmasın. Ama şunu söyleyeyim, öyle şeyler yaşadım ki, sadece filmlerde görünce izleyebilirdim. Bende de böyle oldu. Tıpkı, önceden yazılmış olağanüstü bir senaryo gibi. Ağabeyimin rahatsızlandığı andan itibaren, müthiş olaylar, insanlar, duygular, son derece epik durumlar yaşadım. Tabii, ağabeyim Doktor Hüseyin Ekinci o kadar çok hayata dokunmuş ki, o insanlar beni buldu. Bir şekilde bana ve anneme ulaştı. Ağabeyim komada kaldığı günler boyunca yakınlarımız, arkadaşları, hastaları bir an olsun onu yalnız bırakmadı.Hiç yalnız kalmadık. Cenazesine ilkokuldan arkadaşları geldi. İnanılır gibi değil. Çok hızlı duyuldu, herkeste şok etkisi yarattı.Sizce, Son Var’mı?
Kitaplarınız şimdi seri oluyor ve dünyaca tanınmış pek çok isim bu seride buluşuyor.
Evet, çünkü, ölüm karşısında değişen kompleks insan psikolojisini masaya yatırıp kendi gözümden okuyucuya sunmak istedim. Evrensel bir misyon olduğu için yine onlarca dünya ismiyle röportaj yapan bir haberci olarak mesajımı dünya insanına vermek istedim. Beni yine habercilik şifalandırdı. Ağabeyimin vefatının ardından büyük bir boşluğa düştüm. Orada da ciddi bir süreç vardı. Aslında yasın ardından yaşanılan bu süreçleri pek çoğumuz bilerek ya da bilmeyerek yaşıyoruz. Çoğu zaman hazırlıksız yakalanıyoruz. Benim bu süreç içinden geçmem ve araştırma durumuna gelmem zaman aldı. Öyle hemen olmadı. Sonrasında yollara düştüm.
Kitap haberleriniz gündeme düşünce en ilgimi çeken 3 yıldır yollarda olmanız oldu.
Dile kolay, belki üç yıldan da biraz daha fazla. İnsanlar bana çılgın demesinler diye 3 yıl diyorum. Aslına bakarsanız, dünya çapında misyonu olan böyle bir proje yaratmak için bu süre çok doğal. Bazı yazarlar bir iki ayda kitap yazıyor. Bunu anlayamıyorum. Ben, okuyucuma en derin ve ince analizleri vermek, benim deneyimlerimden, evrensel mesajlardan tatlar bulmalarını istiyorum. Pişmeden, yanmadan buralara varmak kolay değil. 3 yıldır tıpkı bir keşiş gibi ülke ülke dolaşıyorum. Bu süre içinde birkaç tane küçük bavul eskittim.
Kitap serinize dünyadan destek ve övgü yağdı. Bu müthiş bir olay.
Evet, seri içinde çok değerli insanları buluşturmayı başardım. Onları böylesine bir projeye dahil etmek bir süreç oldu. Bu süreç hakkında şimdilik pek bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü, serinin diğer kitaplarında okuyucuyu şaşırtacak durumlar olacak.Şimdilik tek söyleyebileceğim ünlü davranış bilimci Dr John Demartini, bu projenin dünya tanıtımda yer alıyor. Kendisi, benim 3 yıl boyunca yaptığım röportajlardan oluşan Sana Söyleyeceğim Çok Şey Var – I Have So Much To Tell You belgeselinin de sesi oldu.
Bu güzel röportaj için çok teşekkür ederiz Ayşegül hanım...
Ben teşekkür ederim tekrar görüşmek üzere...
RÖPORTAJ: ELİF HAYVALI