Oğuz Çetinoğlu: Büyük dil bilgini `Kaşgarlı Mahmud`’un `Dîvân-u Lugat-it Türk` isimli muazzam eseri, günümüzde tekrar kültür hayatımızın gündemine oturdu. Yeni incelemelerin ürünü kitaplar okuyucuya sunuluyor, eski baskıların yenileri yapılıyor. Sizinle, bu muhteşem eseri konuşacağız. Giriş mâhiyetinde kitap hakkında genel bir değerlendirme yapar mısınız? 

Prof. Dr. Abduhvahap Kara: Sizin de ifâde ettiğiniz gibi söz konusu kitap, ‘Büyük dil bilgini `Kaşgarlı Mahmud`’un `Dîvân-u Lugat-it Türk` isimli muazzam eseri’ olan kitap, 1910 yılına kadar adı bilinen, fakat kendisi meçhul bir eserdi. Diğer bir deyişle, o zamana kadar, eserin sâdece adı vardı, fakat kendisi ortada yoktu. Eser, bugün bütün dünyada biliniyor, hakkında makale, kitap yazılıyor ve üzerinde çalışmalar yapılıyor.                                                                                                   

Çetinoğlu: Önce adı duyuldu, sonra kendisi bulundu’ Diyorsunuz. Bulunuş hikâyesini de lütfeder misiniz?

Prof. Kara:  Kitabın bulunuşunu büyük kitap aşığı, ilim ve kültür sevdalısı Ali Emîrî Efendi`ye borçluyuz. Ali Emîrî Efendi, Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1074 yıllarında Bagdat’ta Abbasi Halifesine sunulmak üzere yazılan bu muhteşem eseri, İstanbul’da bir sahafta Dîvân-u Lugati’t-Türk olduğu bilinmeden müşteri beklerken, fark etmiş ve satın alarak Türk kültür hayatına kazandırmıştır. Bu sebeple, Ali Emîrî Efendi isminin, eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud ile birlikte her zaman anılmayı hak ettiğine şüphe yoktur.

Bundan dolayı, Dîvân-u Lugati’t-Türk ile ilgili toplantılarda kendisinden bahsetmenin bir vefa borcu olduğu muhakkaktır. Aslında, Ali Emîrî’nin kitabı buluşu ve daha sonra yayınlatışı romanlara konu olacak güzellikte ve kültürün, kitabın önemini somut bir biçimde vurgulayacak olgulara haizdir. Ziya Gökalp ve Talât Paşa’nın kitabın yayınlanmasına yaptıkları tiyatroyu andıran katkı ise çok ilgi çekicidir. Ayrıca Ali Emîrî Efendi’nin hayatı, kitaba verilen değerin ve kitap okumaya ayrılan zamanların bir hayli azaldığı günümüzde, sâdece gençlere değil, hepimize kitap sevgisi konusunda, örnek teşkil edebilecek unsurlara sâhiptir.

Çetinoğlu: O halde sohbetimize Ali Emîrî Efendi ile devam edelim, Sonra sözünü ettiğiniz tiyatroyu andıran hikâyeyi anlatırsınız…

Prof. Kara: 1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emîrî Efendi, daha küçüklüğünden itibâren okumaya ve araştırmaya meraklıydı. Sekiz on yaşlarında, eski yapılar üzerindeki yazıları okuyup anlamaya çalışıyordu. Ayrıca şiiri de seviyordu. Güçlü bir hâfızaya da sâhipti.  Dokuz yaşındayken, beş yüzden fazla şâirin şiirlerinin yer aldığı ‘Nevadir’ul Âsâr’ isimli eserdeki dört bin beyiti ezberlemişti. Gençliğinde hat sanatıyla da meşgul olan Ali Emîrî bu konuda çok başarılırır. Yazdığı bazı levhalar Diyarbakır’da câmi duvarlarını süslemektedir.

Çetinoğlu: Nesli tükenen bir kültür ve sanat adamı…

Prof. Kara: Evet! Ali Emîrî çok yönlü bir şahsiyete sahipti. Fakat kitap okuma merakı her şeyin üstündeydi. Durmadan ve büyük bir iştahla devamlı surette kitap okuyordu. Bundan dolayı daha gençlik yıllarında Doğu Edebiyatı’na ait birçok kitabı okuyup ezberlemişti. Bu yıllarını kendisi şöyle anlatıyor: ‘Eğlenmeye merakım yok idi. Üstadımızla gezintiye gittiğimizde, çocuklarla oyun oynarken, ben bir tarafa çekilir kitap okurdum.’

Çetinoğlu: Hangi türden kitapları okuyormuş?

Prof. Kara: Daha çok târih kitaplarını okumayı seviyormuş. Bu sevgi o kadar büyükmüş ki, bazen uykusunu bile bu uğurda fedâ ediyormuş. Geceleri kitabı okurken, çoğu zaman sabahı ettiğinin farkına bile varmıyormuş. Uyuduğu zaman da yanındakileri uyutmazmış, uykudan önce okuduğu kitapları, uykusunda yüksek sesle tekrar edermiş. Okumaları o dereceye varıyor ki, vücudu zayıf düşüp hasta oluyor. Doktorların kitap okumayı bırakıp gezmeye çıkma tavsiyesini de yerine getiremiyor.

Kitap okuma merakı babasının ticârî işlerine de zarar verdi. Babası Ali Emîrî’yi onbeş yaşındayken, onu çarşıda bir dükkân açarak ticârete hazırlamak istedi. Fakat Ali’nin aklı parada-pulda değil, kitaplardaydı. Dükkân içinde de kitap okumasına devam etti. Dükkâna bir müşteri girdiğinde, ‘Mal orada. Fiyatı da şudur. Alacaksanız indireyim, yoksa beni boş yere meşgul etmeyin’ diye sesleniyordu.  Bunun üzerine müşteri de mal almadan gidiyordu. Babası oğlunun ticârete faydadan ziyâde zarar verdiğini görünce, onu dükkândan uzaklaştırmak mecbûriyetinde kaldı.

Ali Emîrî kitap okumakla kalmadı, kendisi de kitap yazdı. İlk eseri eski metinler ve mezar kitabelerinden faydalanarak yazdığı ‘Diyarbakırlı Şâirler Tezkeresi’dir. Daha sonra bunu başka birçok eseri takip etti.

Çetinoğlu: Geçimini nasıl temin ediyordu?

Prof. Kara: Çalışma hayatı memuriyette geçti. Kâtip ve defterdar olarak Diyarbakır, Selânik, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen’de otuz yıl kadar memuriyet görevinde bulundu. 1908’de çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olabilmek için kendi arzusuyla emekli oldu.

Çetinoğlu: Çok kitabı olduğunu biliniyor

Prof. Kara: Ali Emîrî, kitap okumanın yanı-sıra, kitap toplamaya da aşırı derecede tutkundu. Târih, edebiyat, biyografi ve bibliyografi sahalarındaki kıymetli kitap ve vesikaları satın almadan duramıyordu. Araştırma heyecanıyla uzak yakın demeden kitap, kitâbe ve vesika peşinde koşmaktan büyük bir zevk alıyordu. Hatta O’nun bazı kitapları elde etmek için uzak diyarlara kendi imkânlarıyla gittiği veya tâyinini çıkarttığı da oluyordu. Buralarda bulduğu kıymetli eserleri, dişinden tırnağından arttırdığı paralarıyla satın alıyor veya geceyi gündüze katarak istinsah ediyordu. Bu derecede aşırı kitap merakı yüzünden Ali Emîrî evlenip çoluk çocuk sâhibi de olamadı.

Emekliye ayrıldıktan sonra Ali Emîrî, kalan hayatını İstanbul’da kitapları arasında geçirdi. Akşamları Divanyolu’ndaki Diyarbakır Kıraathanesi’ne gidiyor, dostları ile sohbet ediyordu.

Çetinoğlu: Dostları kimlerdi? 

Prof. Kara: Öğrenci hüviyetine bürünmüş arkadaşları… Ama nasıl öğrenciler? Her biri kendi sâhasında tanınmış ilim ve fikir adamı, eser sâhibi, kalem erbapları. Sohbet denilen de bir nevi ders… O yaşlı başlı, kelli felli adamlar öğrenme heyecânı içinde, Emîrî’nin etrafını sarmışlar, durmadan bir şeyler soruyorlar. Bazı ilmî meselelerde tereddütlerini gideriyorlar. Bilmedikleri kaynakları öğreniyorlar. Yeni mehazlar elde ediyorlar. Kısacası ondan bir anlamda ders alıyorlardı.

Çetinoğlu: Dîvânu Lugat’t-Türk’ü bulmasının hikâyesini nakleder misiniz?

Prof. Kara: Ali Emîrî Efendi kitabı, sahaf Burhan’dan 33 liraya satın aldı. Ancak sahaf, eserin Dîvân-u Lugati’t-Türk olduğunu bilmiyordu. Eğer bunun farkına varmış olsaydı, çok daha büyük meblağlara satabileceği kesindi. Daha kötüsü, bu eser kitap avcılarının eline geçmiş olsaydı, anında yurt dışına kaçırıp karşılığında bir servet elde etmeleri mümkündü.

Ali Emîrî Efendi böyle bir esere mâlik olduğu için târif edilemez bir mutluluk içindeydi. Çünkü bu kitap Osmanlı âlimlerinin asırlardır peşinde koştuğu Dîvânu Lugati’t-Türk”ün ta kendisiydi. Bir başka nüshası dünyada yoktu.

Ali Emîrî Efendi kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: ‘Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum... Bu kitabı sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.’

Büyük bir coşku içinde olan Ali Emîrî Efendi kitabı kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simâları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânu Lugati’t-Türk’ü bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emîrî Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı: Kitabı sâdece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.

Ali Emîrî Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emîrî Efendi bunun tesipitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu. Sonunda belli olmuştu: Eser tamdı. Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emîrî Efendi bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir evini hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat Efendi, eğer illa kendisine bir mükâfat verecekse, kitabı yayınlamasının yeterli olacağını söyledi.

Çetinoğlu: Neşir hikâyesi de ilgi çekicidir… 

Prof. Kara: Evet! Hem de çok ilgi çekici… Ali Emîrî Efendi kitabı hemen yayınlatmak istemedi. Ali Emîrî Efendi biraz bu eseri hakkında taltif ve takdir edilmesini bekliyordu. Bu da ona çok görülmemelidir. Zaten atalarımız, mârifet iltifata tâbidir diye boşuna dememişlerdir. Ali Emîrî Efendi dünyalık ve maddî menfaatleri aşmış bir kimsedir. İsteği sâdece çevresinden takdir ve saygıdır. Bunu da fazlasıyla hak etmiştir.

Kitabın neşrini en çok da Ziya Gökalp istiyordu. Kilisli Rıfat Efendi’ye şunları söyleyip duruyordu: ‘Rıfat ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Şu kadar var ki, azmettim. Bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarları senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi bana çâresini söyle!

Kilisli Rıfat Efendi çâreyi biliyordu. Sadrazam Talât Paşa’nın devreye girip Ali Emîrî Efendi’den kitabı neşretmesini rica etmeliydi. Ama nasıl olacaktı? Talât Paşa, bunun için Ali Emîrî Efendi’yi Bâb-ı Âli’ye çağırsa olmazdı veya Ali Emîrî Efendi’nin evine gitse yine olmazdı. Bunun için yalnızca bir yol vardı. Ali Emîrî Efendi’nin çok yakın dostu ve sık sık görüştüğü Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine yemeğe çağrılması ve yemekler yendikten sonra Talât Paşa’nın arkadaşlarıyla tesâdüfen İbrahim Bey’in evine ziyârete gelmesi ve orada Ali Emîrî Efendi’ye iltifatlar ettikten sonra, kitabın basımına izin vermesini rica etmesiydi. Ancak, böyle bir şeyi Sadrazam Talât Paşa kabul eder miydi? Ziya Gökalp, İttihat ve Terrakki’nin merkez âzâsından yakın dostu Talât Paşa’yı buna ikna edebileceğini söyledi.

Böylece, plan tatbik edildi. Tanıştırmada misâfirler Emîrî adını duyunca, başta Talât Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar. İlk önce Talât Paşa Emîrî’ye doğru yürüyerek yanına geldi ve ‘Hay üstadı muhterem, mübârek elinizi öpmekle kesbi şeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz’ dedi. Elini tekrar tekrar öptü. Sonra ötekiler de sırayla öptü. Ali Emîrî Efendi bu sahneyi daha sonra dostlarına anlatırken ‘Ben o gece belki 33 kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe, onların aşkı artıyor, elimi eteğimi öpmek istiyorlardı. Bu merasimden sonra, hiçbirisi oturmadı. Ayaküstünde durarak el bağladılar. Durdular. Âdetâ kendimi Kanunî Sultan Süleyman zannediyor, hem de onların bu edibâne vaziyetlerinden sıkılıyor, rica ederim, istirahat buyurun diyordum. Nihâyet oturdular. Benden müsaade alarak târihe, edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekürlerin bini bir para...’

Bundan sonra, Talât Paşa Dîvân-u Lugati’t-Türk hakkında bilgi rica etti. Ali Emîrî Efendi mâlûmat verdikten sonra Talât Paşa ayağa kalkarak bu muhteşem eseri yayınlanmasına izin vermesini istedi. Ali Emîrî Efendi şartlı olarak kabul etti. 

Çetinoğlu: Şartı neydi?

Prof. Kara: Ali Emîrî Efendi öne sürdüğü şarta göre, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi hazırlayacaktı. Talât Paşa bu şartı memnuniyetle kabul etti ve ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet teklif etti. Ancak, Ali Emîrî Efendi reddetti.

Kitabın neşir çalışmaları başlar başlamaz, Talât Paşa Ali Emîrî Efendi’ye 300 lira hediye gönderdi. Ali Emîrî Efendi bu hediyeyi kabul etmeyerek şunları söyledi: ‘Lütfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü kabul edersem, vatanî, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı, size teşekkürlerimi sunuyor, parayı iâde ediyorum. Siz parayı muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Dîvân-u Lugati’t-Türk sadakası olsun!’

Kilisli Rıfat Efendi kitabı yayınlatmak için aldı. Almasına aldı, ama kitabı koyacak bir yer bulamadı. Kitabı kaybetmekten müthiş endişe duyuyor, emniyetli yer bulmak için çırpınıyordu. Önce umumi kütüphaneye götürdü. Sonra sırasıyla Vefa Okulu’na, Maarif muhasebesine, Matbaa-ı Âmire’ye gitti. Hiç kimse, paha biçilmez kitabın sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Sonunda bir çanta içinde evde saklamak mecbûriyetinde kaldı. Duvara koca bir çivi çakarak oraya astı. Çocuklarını devamlı surette nöbete dikti. Yangın hâlinde önce bu çantanın kurtarılmasını istedi. Geceleri ise çantayı yastığının altına koyarak yattı. Bir buçuk yılda kitabın basımı tamamlandı. Daha sonra pekçok defa basıldı. İsteyen herkes kolayca bulup satın alabiliyor. 

Çetinoğlu: Ali Emîrî Efendi’nin hazine değerindeki diğer kıymetli kitaplarından da bahseder misiniz?

Prof. Kara: Ali Emîrî bütün hayatı boyunca büyük fedakârlıklarla topladığı çok kıymetli yazma kitap ve vesikaları karşılıksız olarak milletine armağan etmiştir. Bunun için Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesi’ni kütüphaneye çevirtmiş ve kitaplarını buraya bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi adının verilmesini reddetmiş ve kütüphanenin adının ‘Millet Kütüphânesi’ olmasını istemiştir. Bu, O’nun milletine hizmet aşkının en somut göstergesidir.

Bugün bile yüzlerce kişinin her gün ziyâret ettiği bu kütüphaneye Ali Emîrî 4.500’ü yazma, 12.000 kadarı matbu toplam 16.500 kadar kitabı bağışlayarak kurmuştur. Bu kitaplar arasında çok kıymetli kitap ve vesikalar mevcuttur. Dîvân-u Lugati’t-Türk de onlardan biridir. Zamanında Macar İlimler Akademisi Dîvân-u Lugati’t-Türk’ü satın almak için 10.000 altın teklif ettiğinde, Ali Emîrî Efendi hiç tereddüt etmeden reddetmiş ve şu cevabı vermişti: ‘Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar, değil böyle bir kitabı, herhangi bir kitabımın tek bir sayfasını dahi satmam.

Buna benzer ve hatta daha câzip başka bir satın alma teklifi de Fransa’dan geldi. Fransızlar Ali Emîrî Efendi’ye bütün kitapları için 30.000 altın ve ayrıca O’nun adına Paris’te bir kütüphâne, yüksek maaş, kendisine özel hizmetkârlar teklif ettiler. Ali Emîrî Efendi bunu da reddetti.

Milletinin kültür mirâsının korunmasında böylesine çok büyük hassasiyetler gösteren, her türlü maddî menfaatleri elinin tersiyle hiç düşünmeden iten Ali Emîrî Efendi, üç gün süren hastalıktan sonra, 23 Ocak 1924’te Fransız Hastahânesi’nde vefat etti. Mezarı, Fatih türbesi avlusundadır. 

Çetinoğlu: Mekânı Cennet olsun, kabri nurlarla dolsun.

Prof. Dr. ABDULVAHAP KARA

19.11.1961’de İstanbul’da doğan Prof. Dr. Abdulvahap Kara, Zeytinburnu Gazipaşa İlkokulu, Abdülhak Hamit Ortaokulu ve Yeşilköy Ticaret Lisesini bitirdikten sonra, 1982’de Boğaziçi Üniversitesi Elektronik Yüksek Teknisyenliği bölümünden mezun oldu. 1982-1985 yılları arasında Yeşilköy Atatürk Havalimanı Elektronik bölümünde görev yapan Kara, 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü’nü bitirdi. 1987-1988 arasında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünde görev yaptıktan sonra, Almanya’nın Münih şehrinde bulunan Hürriyet Radyosu’na giderek, burada 1988-1995 yıllarında Kazak Türkçesi yayınlarında editör olarak çalıştı.

1995 yılında yurda dönerek Mimar Sinan Üniversitesi Târih Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlayan Kara, 1997’de Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Doktora eğitimini tamamladı. 2005 yılında Doçent, 2012 yılında profesör oldu. 

Kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:     

*Türkistan Ateşi Mustafa Çokay’ın Hayatı ve Mücadelesi,  *Turgut Özal ve Türk Dünyası, *Gamalı Haç ve Kızıl Yıldız arasında Cengiz Dağcı, *Kazakistan’ın Yeniden Doğuşu, *Kazakistan ve Kazaklar (Tercüme) *Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’na Armağan (Editör), *Emir Timur ve Mirâsı 

Prof. Kara; İngilizce, Almanca, Rusça ve Fransızca gibi batı dillerinin yanı sıra Kazakça, Özbekçe, Kırgızca gibi Orta Asya Türk lehçelerini de bilmektedir.