Av. Mehmet Şah Çelik

Son çocuk kitabınızın kahramanları ağırlıklı olarak enstrümanlar. Başkahraman ise sevimli mi sevimli, akıllı mı akıllı minik kulaklı çello. Namı diğer Miçello. Miçello’nun öyküsü nasıl doğdu, şekillendi içinizde?

“Minik Kulaklı Çello Miçello” beşinci kitabım. Üç yetişkin kitabımdan sonraki ikinci çocuk kitabım. Yazmaya, geç sayılabilecek bir yaşta başladım. Ama bundan hiç pişman olmadım. Çünkü hayatım boyunca, tıpkı müzik gibi, edebiyatı da hep içimde duydum. Yaşamımda edebiyatla kesişen, edebiyata ait olan, ancak edebiyatla anlatılıp anlaşılabilecek çokça kişi ve çokça olay oldu. Fakat yazmanın kendi zamanı vardı. Ben geç kalmadım aslında, sadece zamanını bekledim. Ama pasif bir biçimde değil, dolu dizgin yaşayarak bekledim. Örneğin, avukatlığı sadece meslek olarak görmedim, neredeyse bir var oluş biçimi gibi yaşadım. Müzik ve piyano da bir var oluş formuydu benim için. Aynı şekilde, annelik de öyleydi. Anneliğin bitimsiz coşkusunu, sevincini, kaygısını ve hüznünü hâlâ ilk günkü gibi yaşıyorum içimde. Edebiyat bütün bunların ardından, kendi zamanını bekleyerek girdi yaşamıma. Yazdıkça anladıklarımdan, kendime dair keşfettiklerimden biri de şuydu: Hayatı böyle coşkuyla yaşadığınızda; mesleğinizi de, müziği de, anneliği de birer yaşam formu gibi algıladığınızda, içinizdeki çocuk da sizinle birlikte yaşamaya devam ediyor, hiç ölmüyor. Doğayı bir çocuğun kirlenmemiş, yorulmamış, körleşmemiş gözleriyle görebiliyorsunuz mesela. İlk çocuk kitabım “Sincaplar Ülkesinde Sincap Anneanne” doğayla ilişkimizi anlatıyordu. Son kitabım “Miçello” ise insanın müzikle ilişkisine bakarak insanın kendini arayıp bulmasını anlatıyor. Toparlarsam, “Miçello” yıllarını müzikle ve piyanoyla geçirmiş benim gibi birinden belki de ilk beklenecek kitapken, ancak beşinci kitabım olarak doğup şekillenebildi. Çünkü o da kendi zamanını bekledi. Nesnelere bir çocuğun dolaysız, saf, kirlenmemiş gözleriyle bakabildiğimi ben de yazdıkça fark ettim ve doğanın hemen ardından bu bakışımı müziğe ve enstrümanlara yönelttim.  

Kitabınızın kahramanlarını ikinci el enstrümanların satıldığı bir dükkânda tanımaya başlıyoruz. Miçello’nun annesi Piyano, babası ise Viyola. Dükkânda hep birlikte satışa çıkarılmış olmaları, yakın zamanda yaşanacak olan ayrılığı hissettiriyor okura. Ve bu ayrılık olasılığı bilinmedik, başka bir dünyanın kapılarını aralıyor. Enstrümanların yaşamak için neye ihtiyaçları olduğunu anlamaya başlıyoruz. Enstrümanlara adeta can veren bu buluşunuzu konuşalım mı? 

Sahne, müziği başka bir yere, doruğa taşır. Sahnenin, ışıkların ve alkışların görkemini küçük yaşlarda tanıdım ve yıllarca bunun içinde yaşadım. Konser ya da resital bittiğinde, alkışlar dindiğinde, dinleyiciler dağıldığında, ışıklar sönmeye başladığında, salona tuhaf bir sessizlik çöker. Hâlâ az önceki görkemden izlerden taşıyan ama o coşkunun sona erdiğini hissettiren hüzünlü bir sessizliktir bu. Sahnede tek başına, yapayalnız kalmaksa genelde piyanolara düşer. Ağırdırlar çünkü. Diğer enstrümanlar gibi kolayca taşınamazlar. Piyanoların o büyük coşku sonrasındaki yalnızlıkları, el ayak çekildikten sonra sahnede öyle tek başlarına kalışları hep içimi burkmuştur. “Miçello”da enstrümanların bilinmez dünyalarının kapılarını aralamamı sağlayan, piyanoların bu tuhaf hüznünü yıllarca bir çocuk gözüyle duyumsayışım oldu işte. Enstrümanların yaşamak, yaşayabilmek için insana ihtiyacı vardı. Onların dilinden anlayan, müziği duyup parmaklarında hissedebilen insanlara. Bu anahtar cümle, hikâyede, anne babasından ayrılmak zorunda kalacak olan minik çelloya bir yaşam sırrı olarak veriliyor.   

Hikâyede bir başkahraman daha var: Küçük kız Lidya. Annesi piyano öğretmeni olan Lidya, bir süre sonra piyano çalmayı reddediyor ve “Benim aradığım ses bu değil,” diyor. Aradığı sesi bulabilmek ümidiyle Miçello’yu satın aldırıyor anne babasına. İlişkileri böyle başlıyor. Ama Lidya’nın aradığı sadece bir ses değil, değil mi? 

Tabii ki değil. Hikâyede Lidya’nın aradığı ses aslında kendi sesi tabii ki. Aradığı kendisi. Çoğumuz görüntüsüne dublaj yapılmış oyuncular gibi yaşarız hayatı. Konuşuruz ama dile getirdiklerimiz kendi fikirlerimiz olmaz. Sanki gizli bir el durmadan bizi seslendiriyormuş gibi yaşarız hayatı. Ezberletilmiş, dikte edilmiş, belletilmiş öğretilerdir ağzımızdan çıkanlar. Tıpkı düşüncelerimiz gibi, duygularımız, davranışlarımız ve yaşadıklarımız da başkalarınca seslendirilir yani belirlenir. İnsanın kendisi olması istenmez. Kendini aramasına, bulmasına ve kendini yaşamasına korkuyla yaklaşılır. İnsanın olduğundan başka biri gibi yaşaması meselesi neredeyse doğası gereğiyken, bunun dışına çıkmakta yetişkinler bile anlatılmaz sancılar çekerken, bir minik çellonun ve küçük bir kızın zihninden, dilinden, o kirlenmemiş dünyalarından ve gözlerinden bunu anlatabilmek beni çok mutlu eden bir deneyimdi. 

Son olarak, müziğin kendimiz olmamıza giden yoldaki rolünü de konuşalım mı?

Müzik, en klişe ifadeyle, duyguların dilini konuşur. Adını koyduğumuz ya da koyamadığımız duyguların hepsini bize yaşatma gücüne sahiptir. Bizi bize anlatır, bizi kendi derinliklerimize götürüp kendi kaynağımızdan doğmamızı sağlar. Ama insan duygulardan ibaret değildir tabii ki. Düşünce ve davranışlarıyla bir bütündür. Kendimiz olmaya giden yolda duygularımızı düşüncelerimizle bütünlemek ve sonrasında da kendimiz olarak görünür hale gelmek için edebiyata ve sanatın diğer dallarına da ihtiyacımız var. Bu kitapta duyguyla düşünceyi, müzik ve edebiyatla bir araya getirmeye çalıştım. Çocukların kalplerine, duygularına olduğu kadar, akıllarına ve düşünme yetilerine de dokunabilirsem, o meşakkatli kendileri olma yolcuğunda onlara minicik bir yol bile açabilirsem ne mutlu bana…