Röportaj: Canan Öner Erol

Şule Perinçek. Çok yönlü, donanımlı ve entelektüel bir kadın siyasetçisiniz.İzninizle öncelikle şu soruyla başlamak isterim söyleşimize.Şule Perinçek siyasete nasıl başladı? 68’ler Kuşağının bir etkisi ile mi? Evlilik ile mi? Toplumsal duyarlılıklar mı etken oldu? Başlangıç aşamasını merak ediyorum.

Üniversiteyi Ankara siyasal da okudum. 68 girişliyim. 68-69.Aslında Tıp fakültesine gitmeye niyetim vardı. Sekiz yıl Avusturya Lisesinde okudum. Sonra da Amerika’da lise sonu okudum. Dolayısıyla İngilizce ve Almanca okudum. Amerika’da da İngilizce… Doğru dürüst ders yok hoş orada. Babam da hekim. Tam puanım yetmedi, yedekleri beklerken filan, sonra babam da pek istemedi. Ve ben okul için gittim Ankara’ya.Siyasal da okudum dört yıl. Tam Türkiye’nin değişim süreci,gençliğin değişime müdahale süreci.68 gençliğini Amerika’da da tanıdım tabi. 66-67 senesinde oradaydım. O dönemi karşılaştırma imkanım oldu. Diğer gençliği yani Avrupa gençliğini de tanıyordum. Onların daha çok yakıp yıkma şeklinde bir başkaldırıydı. Bizim 68,  dünyada ki 68 ‘den bambaşka bir başkaldırıydı. 

Biz değiştirelim istiyoruz. Yerine daha iyisinin ve güzelinin gelmesine yönelik olan, daha adaletli bir dünya kurulsun amacıyla bir başkaldırıydı bu. Bu farklılık bizleri diğerlerinden önemli ölçüde ayırdı,aynı zamanda kişiliklerimizi de belirledi diyelim…

Siyasetten de anladığım budur. Parti de diyelim ki partili yaşama tarzı ve  ileri insan konulu ders veriyorum.Orada da ilk söylediğim şey budur; “’Eğer siz söylediğiniz gibi yaşamıyorsanız  doğru bir şey söylemiyorsunuzdur.’’ Doğru şey yapmıyorsunuzdur en azından.Değiştiricilik dedim. İlk başta da kendimizden başlamamız lazım değişime.

Eğer kendinizi değiştiremiyorsanız dünyayı da değiştirmeniz zor olur tabi. Çünkü orada daha yerleşik kurallar var. Biraz daha zorlanacaksınız. Onun için kendimizi de değiştirdik.

Gerçekten buna inananlar diyelim.Türkiye’de de o süreç içinde  farklı görüşler ve guruplar vardı.O zaman ki sağ sol cepheleşmesi için söylüyorum. Dolayısıyla biz de buna kendimizden başladık. O zamanki sağ sol bölünmesi kapsamında söylüyorum. Şimdi iç cepheleşme farklılaştı çünkü. O zamanki ayrımlar daha farklıydı. Sağ  sol diye İkiye ayrılmış, ayrıştırılmıştık belki de...

Şimdi geriye baktığınızda düşünüyorsunuz,iki tarafta da vatan için! Millet için! diyor, ve kimi gidiyor kahve tarıyordu…

Onu öyle kurtaracağım zannediyor.

Sağcılar gidip o kahveyi, solcular diğerini tarıyordu. Halkımız, işçimiz, köylümüz diyorsun fakat  gidiyorsun sağcı diye işçiyi tarıyorsun. Bu olur mu? İki taraf için de bu bir çıkmaz sokaktı. Bunlarla,anarşiyle bir değişme yaşanamayacağı için milletle birleşilemeyeceği için çok kısa bir süre sonra duvara küt diye toslandı.

Bu çıkmaz bir sokaktı ve sonra darbe geldi arkasından…

Bunları söylediğimiz için dokuz köyden de kovulmuşuzdur…

Türkiye’nin başı dik olması lazım ki bir kadın olarak ben de başı dik yaşayabileyim.Orada da iki şey vardı.Vatanınızdan,milletinizden,halkınızdan yana olmanız.Atatürk ile,cumhuriyet ile beslendiğimiz kaynağımız bir de başı dik yaşama emperyalizme karşı olmanız her türlüsüne.Hedefiniz Türkiye’nin bağımsızlığı,bütünlüğü ise ona halel getiren kim olursa olsun,’’Babanızın oğlu bile olsa’’karşı olmak.Biraz önce de söylediğiniz Doğu Perinçek’in eşisiniz.Aramız da böyle bir bağ da var.Ama ben de partinin bir yöneticisi olduğuma göre Doğu Perinçek bile olsa ,partinizin genel başkanı bile olsa, emperyalizme boyun eğerse ona karşı çıkmanız lazım.İşte bu bütün hayatımızın siyasette de ,aynı zamanda gazeteciliğimizde de  rotamızı belirledi.

Emperyalizme karşı durmak… Kimden yanasınız?

‘’Kitlesel değişimin olması için bireysel değişim olması gerekiyor.’’ dediniz. Bu kitlesel değişimin önünde değişmeyen birey bir engel oluşturabiliyor mu? Ülkemizde birey ne kadar değişebiliyor, ya da değişmek istiyor?

Ben siyasi açıdan söylüyorum tabi. Hatta daha açık konuşalım bence  ‘’Parti olarak söylediğinize, siyasi olarak söylediğinize önce kendiniz inanmanız lazım.’’ diyorum. Siz kürsüye çıkıp, nutuk atıp,hayır öyle olmaz!Böyle olması lazım!diyor ve sonra başka bir şey yapıyorsanız olmaz. O değişime önce sizin inanmanız lazım diyorum. Kitleler siz her parmak kaldırdığınızda sizin arkanızdan o yöne koşsa partiye gerek kalmazdı.  Öyle olmuyor.Bu işler çok kolay olmuyor… İnsanlara söyleyebilmek, o, o tarafa bakarken inandırabilmek, anlatabilmek, Hayır. Öyle değil, böyle. Diyebilmek, anlatabilmek…Kitleler dediğiniz bu gün bizim milletimiz. O kadar büyük yönlendirmelerin öyle çok şeyin baskısı  altındaki.

Bu sosyal medyanın filan çıkış noktasının da bu olduğunu düşünüyorum.Yönlendirme… O turuncu devrimler meselesinde hayatımıza girdi. Bir gece de insanlar alanları doldurdular. Sosyal medyadan haberleşerek, yönlendirilerek. Bir gece de…

Kolaylıkla kendi yalanınız bile sizi yönlendirebiliyor.Bir şeyler yazıyor, insanlar bunu paylaşınca,beğenince  hoşuna da gidiyor ve ben doğru bir şey yazıyorum diye düşünüyor tabi…

Peki…

Şule Hanım. Sosyal medyanın artık geleneksel medyanın yerini alan büyük bir kuvvet olduğu söyleniyor. Gazeteler biliyorsunuz  çok zor durumda.Artan kağıt  ve diğer masraflar da var tabi...Türk basın tarihi bilinen en büyük krizini yaşıyor. Bazı gazeteler sayfa sayılarını bile azalttı. Hemen her konuya vakıf, entelektüel birikimi olan, usta gazetecilerin yazılarının, yorumlarının , donanımın yerini kaynağı belirsiz haber,bilgi kirliliği ve manüpülasyonun alması da demek olabilir mi? Yazılı basının yerini tutabilir mi sosyal medya ?

Ben yazılı basından gelen biriyim. İlk yazım 74 senesinde yayınlandı. Bizim nesil kağıda dokunmaya ve o kokuyu almaya alışığız. Kitabı e- kitaptan okuyanlardan değiliz. Benim  gönlüm yazılı basından yana elbette.Ama sosyal medyayı da kullanıyorum.

Twitter’ı daha çok kullanıyorum. New Yourk Tımes’ da okuduğum bir makalenin başlığını hemen çeviriyor, beni izleyenlerle paylaşıyorum. Haberleşmek açısından kullanıyorum. Saat farkından dolayı da bir kolaylık. Asya’da çıkan bir sürü şeyi çeviriyorum. Bizim basın dediğimiz şeyin görevi ne?

Bilgilendirme. Oradaki bilgiyi  ve gerçekleri aktarmak, paylaşmak. Makale ve köşe yazılarına da ulaşabiliyor, bilgilenme ve bilgilendirme aşamasında yararlanıyor ve kullanıyorum.

DÜNYA BİZDEN VE BİZ VE  ÇEVREMİZDEN İBARET DEĞİL…

Ama bir de düşünün ki şu akıllı telefonları bile kullanamayan insanlar var. Dünya bizden ibaret değil.Biz ve çevremizden ibaret değil. Önemli bir nüfusumuz köyler de yaşıyor. İlçeler de yaşıyor. 

Ve beli bir eğitim seviyesinde… Herkes facebook,Twitter kullanıyor değil tabi… Azıcık dünyanızın dışına kabuğunuzu çıkarıp çıktığınızda esas olan hala gazeteler ve televizyon. Ben Anadolu’yu ve özellikle köyleri çok dolaşıyorum.Kahveler de kağıt gazeteler okunuyor hala.

Ama köylere gittiğimde evleri de ,kadınları da dolaşıyorum. Bir kısmı internete girmeyi yeni yeni öğreniyorlar. Kadınlar…

Onların bir kısmı her türlü yeniliğe açıklar.

Köyde bir dans dersi versen onu öğrenmek isteyecek merakta kadınlar da yaşıyor.

Hayatlarında sıçrama yapmak isteyen önemli bir kadın kitlemiz var.

Televizyonu daha güvenilir bir kaynak olarak görüyorlar hala.

Oyları takip ediyorum mesela müthiş bir yönlendirme var basında.Bilhassa seçim zamanlarında. Hem görsel ,hem yazılı basında. Özellikle seçim ve kampanya zamanlarında. Sizi çıkarıyor, çıkarmıyor,çıkaramıyor…

Pr’lar, araştırma şirketlerinin rakamları filan…

Bizim en çok oy aldığımız Kastamonu, Güneydoğu’nun  bazı yerleri bu yönlendirmelerin olmadığı yerlerdendi.

Bizim gibi partiler biraz şöyle.

Toplum da sorunlar var,ve buna çözüm üretmek lazım diyoruz.Bu borçlanmayla olmaz,üretim ekonomisine dönmemiz lazım.Borçlanmayla olmaz, olmaz, olamaz…

Diyoruz…

Eleştiriyoruz… 

Tek başımıza özelleştirmeye karşı çıktık.

Gericilik oldu.

Tutucusunuz siz!

Dünyayla entegre olacağız,dünya değişiyor,ucuza şunu bunu alacağız,eskiden karneyle oluyordu, şimdi onları da rahat rahat alacaksınız deniliyordu ,ön propagandasında böyle şeyler oluyordu.

Bakın şimdi Seka! 

Dışarıdan kağıt…

Ekonominizi, üretme! diye diye, elden ayaktan düşürüp,hasta yatağınızdan belinizi doğrultup kalkmamanız için türlü şeyler çeviriyorlar …

Böylece oynatma imkanları buldular. 

Şule hanım Türkiye kendi kendine yetebilen nadir ülkelerden biriydi.

Evet. 87’ye kadar.

Şimdi ise Bulgaristan’dan saman…Gazete kağıdına kadar ithal eden bir ülke.En son malumunuz  dövizin durumu.İğneden  ipliğe ithal ediyoruz. Bu gidişat sizce nereye gider? Son günler de  ithal edilen etlerden kaynaklanan şarbon hastalığı nedeni ile insanlar korkuyorlar et yemeye.Yurt dışından gelen,orta doğudan vs..gelen paralar ve borçlanmayla dönüyoruz ama nereye kadar gider bu gidişat? Ekonomi?

Uzun zamandır söylüyorduk. Siz de doğru bir şekilde söylediniz. Türkiye dünyada kendi kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Çok şanslı bir coğrafya dayız. Her mevsim taze meyve yeme şansımız var oysa. Biz ise GDO diye kıvranıyoruz…

Doğru bir şekilde üretebilsek bir de bu da önemliydi tabi. Bundan da vazgeçirdiler. Tarım kredileri ve devlet eliyle üretimi denetlemekten vazgeçilince o da düzgün üretmemeye başladı.

Gübre kullanılabilir, ilaç kullanılabilir .Ama çay kaşığı ile koyacağı bir şeyi bilmeden çorba kaşığı ile koyuyorsa köylü, yararı olacak olan şey hakikatten zararlı bir şey haline gelir.Devlet üretimi desteklemediği için.

Elektriğini, mazotunu, suyunu, kredisini, gübresini ucuza verir, üret, üret, dersen olur. Çin’e kızıyoruz ucuz üretiyor diye.

Sen de Çin’in yaptığını yap o zaman diyorum.Ama tam tersini yaptılar.On beş gün de on beş yasalar filan bizi dışa bağımlı hale getirdiler.

Hani bazen kızıyoruz, on kilo una ,beş kilo kömüre oyunu satıyor filan diyoruz. Hakikatten  oy bizim vicdanımız… Kendinizi o insanın yerine bir  koyunuz.Muhtaç duruma düştü.Beş kilo kömüre oyunu verebilecek kadar.Vicdanını satacak bir hale düştü yani.

Yokluktan, yoksulluktan yani ?

Evet. Çünkü; bunlara muhtaç duruma düştüğü için. Bizi üretime muhtaç hale getirdikçe, bir samana muhtaç hale düşürünce…

Dünya coğrafya kitaplarında Söke ovasının adı geçiyor.O verimli ovalar, yılda üç ürün kaldırılabilen ovalardı. Patatesi, soğanı, pamuğu ,tütünü…

Şimdi ?

El kadar Yunanistan’dan tütün, beyaz altın denilen pamuk varken bilmem nerelerden pamuk alıyoruz 

Amerika’ya ilk gittiğimde sigara paketlerinin üzerinde içinde Türk tütünü var yazıyordu. İnsanlar Türkiye’yi bilmezken oralarda  o yıllarda  on altı on yedi yaşlarım da  övünç duymuştum…

Üretemeyince kazanamayınca, sizin kararlarınızı,bağımsızlığınızı,kendi halkınızla ilgili kararları alırken bağımsız davranmamanız için üretim ekonomisini engelleyip,ithal eden ve borçla dönen duruma düşürdüler ki sizi yönlendirebilsinler.

Atatürk’ün dediği gibi;’’Biz, koçbaşı gibi batıya uzanmış bir ülkeyiz. Ama sadece kendimiz için değil, arkamızdaki coğrafya içinde esas olarak mücadele ediyoruz…’’

Yaser Arafat’a çöl aslanı derlerdi. Müthiş bir hatipliği vardı.Bir grup gazeteci Filistin’e gitmiştik .Ben de gazetenin sözcüsüyüm.’’Hükümetinize söyleyin şöyle yapsın.Hükümetinize söyleyin  böyle yapsın diyor…

Fakat  bir gün önce de onu alanda izlemiştim. Bir milyon kişiyi konuşmalarıyla alan da oynatan biri… Millet heyecan içinde…

Müthiş bir konuşmacı neden böyle talepte bulunuyor diye düşünmüştüm?

Neden hükümetimizden istiyor? diye düşünmüştüm.

Nedeni neydi Arafat’ın sizce Şule Hanım?

Çünkü; Türkiye bölgenin lider ülkesiydi.

O istediği, ağırlığını koyduğu vakit yaptırır.

Kabul ettirir diyordu…

Atatürk ‘’Biz bir koç başı gibi batıya uzanmış bir ülkeyiz ama sadece kendimiz için değil arkamızdaki coğrafya içinde esas olarak mücadele ediyoruz.’’ diyor…

‘’Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar, ben tanrı İngiliz’dir zannederdim…’’

Onu Hindistan’da radyodan bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi veren Gandhi cezaevinden dinliyor.Ve o meşhur sözünü söylüyor.

Diyor ki; ’’Mustafa Kemal bağımsızlık mücadelesini yenen kadar ben tanrı İngiliz’dir zannederdim…’’

Müthiş bir özettir bu söz .

Şimdi de yine aynı. Bizi aşıp geçtikleri vakit İran, Suriye, Irak…

Şu anda biz bir vatan savaşı veriyoruz… PKK ile, PYD ile, Fetö ile, içimizden sarmaya, kanser gibi teslim almaya çalışıyorlar. Geçmişteki birikim bizi hala sağlıklı tutuyor.

Atatürk nedir? derseniz bana; “Atatürk bağımsızlık ve başı dikliktir derim.’’

Bir kadın olarak da başı dik. Ekonomik olarak da başı dik. Bağımsızlık ve başı diklik…

“Eğer savaş alanlarında kazandıklarımızı, bağımsızlığımız, ekonomiyle taçlandırmazsak çok kolay gerileriz…’’

M. Kemal Atatürk

İzmir İktisat Kongresinde üretmemiz lazım diyorlar. Atatürk’ün kongrede söylediği şey önemlidir.

“Eğer savaş alanında kazandıklarımızı, bağımsızlığımızı, ekonomiyle taçlandırmazsak çok kolay gerileriz.”

Seka. Nazilli şeker fabrikaları… İşte tüm bunlar o zaman yapıldı. Onları kapattık. Ve geriye sardık…

“Bağımsız yaşamak için üretmek zorundasınız!”

Elinde avucunda kalmayınca tıpkı insan hayatı gibi. İnsan da elinde kalan  çanak çömleği satar ya… Biz de topraklarımızı, fabrikalarımızı satmaya başladık…

Az önce bir not almıştım, şimdi ilişti gözüme. Siz, bereketli toprakların olduğu coğrafya dediniz. Bir şans olarak nitelendirdiniz. Ortadoğu ile sınırlarımızın yakınlığı, komşuluk ilişkileri, inanç, geçmişte ise halifelik makamı, Osmanlı dönemi vs… Fakat “Coğrafya kaderdir.” diye bilinen ve sıkça zikredilen bir söz de vardır. Ülkemizde yaşayan neredeyse yaklaşık dört milyona yakın mülteci nüfusu var. Bunların bir kısmı da kayıt dışı hatta…

Yurt dışında ki ülkeler maddi vadelerin de ve sözlerinde de durmadılar... Zaman zaman yerleşik toplum hayatında sorunlar, bir nevi bir kültür şoku yaşıyoruz. Yılda 200 bin bebek doğumu ile artan, çoğalan bir nüfus bu.

Uluslararası mülteci anlaşmaları ve hukuk’u gereği artık biliyoruz ki pek çoğu ülkelerine de dönmeyecekler.

Okuma yazma bilmeyen, ucuz iş gücü olarak merdiven altı denilen işletmeler de çalışanlar da var aralarında. Konfeksiyon,kimya vs… gibi. Bir yandan da gelecekte işsiz, ve okur yazar olmayan bir nüfusun suç ve çeteleşmelere neden olacağı da söyleniyor. İnkar edilmez bir gerçek var önümüzde bir yandan bu insanlar sevdiler Türkiye’yi. Vatandaş olanlar var.İş kuran var. Asla dönmek istemiyorlar… Haklılar gitmek istememekte. Ben olsam ben de gitmem… Bambaşkayız.

Fakat bayramda ülkelerine giden de var. Tatile giden de Şule hanım… Hatta en son Almanya bayram tatillerini ülkelerinde geçiren mültecileri ülkeye sadece bu nedenle kabul etmedi. Almanya olmamıza imkan yok. İnsanlık, dayanışma, acıma, gülme, sevme, duygumuzu kaybetmemiş milletiz. Onunla da gurur duymalıyız. Yani insanlar makineleşmiş batıda. Batıyı da tanıdığım için… Muhtemelen siz biliyorsunuzdur. 

“İnsani ilişkiler, duygular ve sevgiler zayıftır onlar da…”

Hatta bir şairimiz der ki; “Biz Almanları severiz, Almanlar makineleri sever...”

Umarım Almanlara benzememiz  mümkün olmaz. Almanlar bize benzer belki.

Ben Avusturya lisesinde okudum. Onlarla o kültür ile yakınlığım oldu. Kendi milletimle her zaman övünmüşümdür. 

Fakat boş bir övünme değil bu. Bu topraklar hakikatten o anlamda da bereketli topraklar. 

Geçtiğimiz günlerde rastladım bilmem kaç yılından bir sandalet bulmuşlar. Altında; “Umarım bunu mutlu günlerinizde giyersiniz...” yazıyor.

Yani toprağı kazıyınca benim topraklarımın altından bu çıkıyor. Bu duygusallıkla ben Suriyelileri nasıl kovarım?

Kültürümüz böyle…

8000 yıldır biz buradayız. O köylü 8000 yıldır orada yani...

Suriyelilere gelirsek: Bu Suriyelilerin kabahati değil. Ben ülkelerinde dört beş sefer bulundum. Çok milliyetçiler, müthiş antiemperyalistler. Kadınlar yönetici seviyede partide, akademide. vs... Irak’da öyleydi. Evet Arap ülkelerinin hepsi böyle değil ama… Suriyelilerden bir kısmı kuzeyden gelenler canhavli ile geliyorlar. Kendi yaralarını sarıp döndüremiyorlardı. Bir kısmı burada merdiven altında çalışıyor. Ama ne yapsın çalsın mı? Günde yirmi liraya çalışanları biliyorum.

Bir kısmı iş bulmuş, yatırım yapmış vs… Buraya kaynaşıp, belli bir seviyeye geldikten sonra kaynaşırlar. Fakat sağlık konusuna dikkat etmek lazım. Kırsal alanda oynak bir nüfus var.

Kimlikleri, yerleşik hayatları yok. Irak savaşı sırasında göçedenler… Onları kullanmak mümkün. Kaybedecek bir şeyleri yok çünkü. Teröre de alet oluyor, bedenini de satıyor filan… O zamanlar Suriye’de de söylenirdi. Bunların bir kısmı dönecektir.

Eğitimli bir kısmı da var. Üretime katkıda bulundukları, kontrol ve denetimden geçtikleri sürece kalabilirler. Halkın deyimi ile söyleyeyim “rızkını çıkarabiliyorsa.” Çıkarabiliyorsa …

Üretim ekonomisine  geçtiğimizde bunların kolaylıkla halledileceğini düşünüyorum. Devletin bunun çözüm çaresini, yollarını bulması gerek. Türkiye’nin bu konuda zorlanacağını sanmıyorum.

“Araplar pistir!” denir. Fakat benim gördüğüm Suriyeliler öyle değildi.

Siz de batıyı yakından tanıyorsunuz. Bir Fransız’ın, bir Alman’ın temizlik anlayışı ile her zaman uyuşacağınızı sanmıyorum. Batının doğuyla birleşmeyin, kaynaşmayın düşüncesi  tabi var... Birleşirseniz kendisine karşı güç oluşturacağınızı düşünüyorlar. İran için onlar molladır, şöyledir böyledir… Okuma yazma oranı %98’e yakın. Üniversite oranı çok yüksek. Kadınların yönetimde ve üniversitelerde oranı çok yüksek.

“Dincilik ithal ederler!’’ Şöyle, böyle… Ruslar şöyle… İran böyle…  Şunu yapın! Bunu yapın! Üretmeyin! Alın!

Ne düşünüyorsunuz siz AB hakkında?

Seni kapıda bekletiyor, ipini istediği zaman çekip, istediği zaman da gevşetiyor. O günkü çıkarlarına ve siyasi duruma bağlı. Takla at! diyor atıyorsun. Ters takla at! diyor çalışıyoruz, ters takla atıyoruz.  Bu kez diyor ki; Amuda kalk!  Çok şey yaptık biz… Ama bizi üretmekten vazgeçirdiler.

“BİZ LİBYA DEĞİLİZ, BİZE TOKAT ATMAYA ÇALIŞAN O ELİ HAVA DA TUTARIZ!’’ 

Eşiniz Sayın Perinçek’in son dönemde konuşulan Avrasya projesi vardır. Cumhurbaşkanı’nın da rotası bu yönde son dönemde. İşte konu şimdi tam da oraya geldi! Neden İran şöyle, Rusya böyle demelerinin nedenine. Suriye’ye gittiğimde ticaret odası başkanıyla görüştüm. Savaş ticareti çok etkiledi. Oradaki çaycısı, çorbacısı, tır şoförünü etkiledi hatta…

Zaten bir komşu ticareti vardı. Bu arada Suriye mutfağı müthiştir. Zengin bir mutfağı var. Akdeniz orta doğu karışımıdır. Ve sarımsak çok kullanılır. Neyse geldim Kastamonu’da sarımsaklar elde kalmış. Savaştan önce Suriye Arap Birliği’nin lider ülkesiydi. Oraya girdiğin vakit sarımsağını ihraç etme, satabilme  imkanın vardı.

Adam gidecek satacak sarımsağını. İlle onlara muhtaç değiliz ki. Avrupalı anlamıyor ki sarımsaktan. İran’a keza konfeksiyon, Rusya’ya domates. Kazakistan, Türkmenistan, Çin… Herkese satabileceğimiz, ticaretimizi geliştirebileceğimiz ve taç takabileceğimiz ilişkilerimiz olabilirdi. Avrasya demek; işte bu demek…

Kendi menfaatlerini düşündüklerinde Almanya öyle yapıyor. Fransa’da öyle yapıyor. İngiltere bile böyle. Birlikte Amerika’ya kafa tutmaya başladılar. Amerika Avrasya’ya düşman tabi. Yapamazsın! “Ben senin paranla, ekonominle oynarım!” diyor… Libya’ya yaptılar. Tokadı attılar. Ama biz, “bize tokat atmaya çalışan o eli havada tutarız!”

Dünyada 29 krizi var. Dönemin Türkiye’si denk bütçe yapıyor. Batılı ekonomistler bunu nasıl yapıyorlar? diye incelemeye geliyorlar. Bütün sistem çökmüş, büyük bir karamsar tablo var filan. Ama Türkiye’de biz beş yıllık kalkınma planı yapıyoruz. 

Fabrikalar açılıyor. Seka kağıdımı kendim üretirim diyor. 1932’de karar alınıyor. Sterlinle, markla alıyoruz kağıdı. Milli Mücadele Ankara hükümeti basına verilen kağıttan gümrük almıyor. Rahat rahat kullan kağıdı ki fikirlerini halka iletebilesin diye.

32’de karar alınıyor ve 2 yıl sonra fabrika açılıyor. Dışarıdan kağıt alımı iptal ediliyor. Bu kafa da milli açıdan düşünüp karar alacak bir hükümetle ancak yapılabilir. Şimdi muhalefet geçmişin de sen böyle yaptın diyor. O günkü değil, bu günkü adamla kavga et! Seka’yı yeniden aç de! 

Bu futbol da bile böyle. Dışarıdan…Birgün oturup hesaplamıştım dışarıdan getirilen bir futbolcunun tek bir bacağı ile alt yapı tesisi kuruluyor. Bir takımın 11’i de yabancı futbolcu.

Hangi futbol takımının taraftarısınız?

Galatasaray…

Son dönemde yerli ve milli söyleminin sıklıkla zikredilmesi?

Elli senedir neredeyse yerli ve milli diye çırpındım durdum. Türkiye yaşasın istiyorum. Bir işin ucundan tutalım, üretim ekonomisine dönelim istiyorum. Komşularımızla iyi geçinelim, şu Suriye meselesini çözelim diyorum… Neden?

Çünkü; Ben Türkiye batmasın istiyorum. Yoksa Amerika’nın denetimine gireceğiz.

Geçtiğimiz günlerde sonuç bildirgeleri imzalanırken de bir şey yaşandı.  Sonuç bildirgeleri nasıl hazırlanır bilirsiniz o toplantılar da birbirinize girersiniz. En sonunda bir şey de anlaşırsınız. En sonunda o bildirge hazırdır, yazılıdır artık. Altına üç lider imza atarsınız. Son anda ateşkes şartı koyalım denildi. İç politikaya yönelik olduğunu düşündüğüm bir şeydi. 

Çekişmiş, tartışmışsınız ve bildirge çıkmış ortaya. Ruhani ve Putin şaşırdılar... Karşımızda kimse yok ki. Kiminle yapacağız? Anlaşıldı, konuşuldu. Heyetler kendi aralarında yaptılar görüşmeleri dediler. Devlet geleneği ve birikim çok önemlidir…

BU MİLLETİN KADINI OLMAKTAN HER ZAMAN GURUR DUYDUM!

Şule hanım izninizle biraz güncel politikadan çıkmak, anne ve eş Şule Perinçek hakkında konuşalım isterim. Doktor bir Baba’nın kızısınız. Eğitimli donanımlı da bir aile. Babanız size Türkiye’de siyaset yapma dediler mi? Daha farklı yolları tercih et. Yada yurt dışına git. Orada bir üniversite de kürsün olsun, oralarda profesör ol gibi…

Ben dört kız çocuğun ikincisiyim. Babam da bir özlem olmuştur belki. Dört kızı olunca. Ben biraz yaramaz oğlan çocuğu gibiydim. O dönemde kız çocuklarının üzerindeki baskı da daha farklıydı. Rahatlık yoktu. Benim siyasetle uğraşmam babamın çok hoşuna gidiyordu. Onun için hekim olmamı değil, siyasala gitmemi tercih etti.

Biraz da verdiğiniz güvenle bunu sağlıyorsunuz. Doğu Perinçek ile evlenmeye karar verdiğimizde ben cezaevinden bir mektup yazdım eve. Oradayken karar verdik. Bizimkilerden bir süre ses çıkmadı tabi.

Mektuba şöyle yazdım; “Doğru karar verdiğimden emin olabilirsiniz.” Müdahale etme şanslarını da kapatan. Doğu, kağıtlarını al gel, işlemleri başlatalım dedi. Babam dedi ki; tamam. Karar verdin. Sana istediğin kadar özgürlük. Ama gelsin, bir istesinler önce. 

Haklısınız dedik tabi. Ve geldiler istemeye. Ellerinde çikolata, çiçek… AŞK… 

O’DA NESNEL BİR ŞEY…

İki dava arkadaşının kafa uyumu da olsa çatışmalar da vardır sahne arkasında. Aşk duygusunu nasıl yaşadı Şule Perinçek ve Doğu Perinçek? Bu tutku ile beslenen bir aşk mıydı? Büyük bir kafa uyumu mu vardı aranızda? Neydi?

Biz kaç yaşına geldik. 76 ve 71 yaşlarındayız ve 74’de evlendik biz. Neredeyse kırk beş yıl olmuş. Konser dinliyoruz. Beylerbeyi sarayının bahçesindeyiz ve ortam da çok güzel. Müzik zaten muhteşem… Nat King Cole’un kızı sahne de. Doğu yeni çıkmıştı cezaevinden galiba. Hilmi Yavuz arkadaşımız yanımıza geldi.

Siz kaç yıldır evlisiniz? Nasıl böyle güzel bakıyorsunuz birbirinize? dedi.

Devletin sayesinde biz her on yılda bir nikah tazeliyoruz. Daha yeniyiz biz dedik… Aşk duygusunu merak ediyorum? O da nesnel bir şey. Yani niye bitmedi hala? diye soruyorsunuz.

Evet Şule Hanım… Aynı yolda gidiyorsunuz çatışma olmuyor mu? Diyorsunuz.

Olmaz mı?

İki ayrı evden geliyorsunuz bir kere. 

Biriniz zeytinyağlı, biriniz etli seviyorsunuz mesela fasulyeyi. Sonra niye bunu etli yaptın? diye tartışacak gibi oluyorsun. Tartışmaya başlayacakken haberler de Erdoğan’ın konuşması oluyor. Şöyle dedi. Şu oldu. Başlıyoruz bu kez o meseleler üzerinden konuşmaya… Birleştiğimiz farklı bir alan var. Yeniliklerle yaşıyoruz. Sadece cinsellik değil, sadece gözlerinin mavisine yeşiline değil… Bir süre sonra bak bak yeşile maviye biter. Azıcık da laciverte bakmak istersiniz. Belki bıkarsınız… Kendini tekrar etmeyen ve yenileyen bir evliliğimiz, birlikteliğimiz var. Yeni ve başka şeyler paylaşıyoruz sürekli ve eskimiyor…

Annelik? Arkadaş gibi mi?  Korumacı bir Anne misiniz?

KORUMACILIĞIN ANNELİK DE ÖNEMLİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM… FAKAT ASIL OLAN ARKADAŞÇA DAVRANMAKTIR…

Dikkatli bir Anne misiniz?

Korumacılığın şart olduğunu düşünüyorum. Siz özgür bıraktığınız da toplum onu özgür bırakmıyor. Hemen onu kendi etkisi altına alıyor. Müzik zevkinden tutun her şeylerine müdahale etmişimdir. Ama nasıl müdahale?

Mesela: Birisi üç, diğeri beş yaşında, o zamanlar radyo var tabi. Radyoyu açtım. Hadi oturun dedim ikisine de. Klasik müzik… Hareketli de bir şey de buldum. “İşte siz şimdi bu orkestrayı siz yöneteceksiniz” dedim.  Ellerinede iki sopa verdim. Yavaş yavaş müziği alçaltarak, yükselterek dinlettim. Ve başladılar ellerindeki sopalarla orkestrayı yönetmeye… Yasaklarsan olmuyor tabi.

Bizim evde kola içilmez. Almayınca da alışmadılar. Meyve suyu şu bu kendi yaptığım. Bizim şiddetli aşkımızın meyvelerinden biri de (Gülerek) 46 yaşımdayken doğurduğum oğlumdur. Karnım da belli değil, büyümüş içeri de… Fark etmedik de… 4 aylık olmuş. Diğerlerin de değil ama, Kola onun zamanın da yaygınlaşmıştı. Kola aldım bir gün. Ona, bir bardak, kendime bir bardak kola. İçme dersen çocuklara, içerim derler. Tersini yaparlar. 

Bir yudum aldım, bıraktım. Ne suratına bakıyorum ne bir şey. O da aldı içti. Ve tadından hoşlanmadı. Yaramazlık günlerimiz de var tabi. Birlikte bir hamburger de, patates kızartması da yediğimiz günlerimiz.

Maç günlerinde bir bira, cips gibi…Cips normalde alınmaz bizim evde. Yani bir özenti duygusu da kalmaz içlerinde böylece. Kendi özgür iradesini hem koruyabilmek, hem de kalın çizgilerle seçenek bırakmamak diye düşünüyorum.

ÇOCUK SİZ NE VERİRSENiZ ONA GÖRE BİR ŞEKİL ALIR… BU TOPLUM İÇİN DE BÖYLEDİR…

Oturmaya başladıkları andan itibaren önlerine yemeklerini koydum. 

Motor gücü henüz gelişmediği için biraz dökülüp saçabilir. Ama hiçbir zaman beş parmakla yemeğe dalma özgürlüğüne sahip değillerdi. Siz ne verirseniz onu alıyor çocuk. Ben ilk çocuğum Kiraz’da bunu fark ettim.

Yerden ona vermeyeceğim bir şey istedi. Arkama sakladım, attım dedim. Daha on aylık filan…Yer de dolaşıyor, iki ayağının üzerine duruyor. Bir kibrit çöpü buldu yerden, arkasına sakladı. Kandırmaya çalıştı beni. Ben çocuğa yalanı öğrettim dedim o anda. O da aynısını yaptı… Her yaptığım şeye dikkat ettim ondan sonra.

Sofraya ıspanak gelecekse ıspanağı, bamyayı yersen size bilmem ne tatlısı sürprizi var demedim. Size bir sürprizim var. Ispanak. Çok faydalı da bir şey dedim… Mesela yeşil erik. İlk çıktığı hafta pahalı olur. İkinci hafta daha ucuzlar. Gramla da olsa alırdım. Başkalarında görmesin, özenmesin diye… Her adımlarını hesaplayarak. İşte o anlamda müdahalem oldu. Ama esas olarak arkadaşça ilişkimiz vardır…

ÇOK YALNIZ KALDIK BİZ… ÇOCUKLARIMLA; SEVİNCİ VE ÜZÜNTÜYÜ PAYLAŞTIK…

Peki çocukluk yıllarında böyle. Ama ergenlik dönemi? Onların hatalar yapabileceği, ailelerinin kim olduğunun, isimlerinin baskısını üzerlerinde hissedebilecekleri dönemlerinde… Marka çantalar, tasarım mücevherler takan bir politikacı eşi olmadınız. Sadelik ve şıklıkla örnek oldunuz kadınlara. Çocuklarınız bir magazin figürü de olabilirdi. 15- 16 yılını cezaevlerinde geçirmiş bir siyasetçinin, bir parti liderinin, bir siyasi hareketin liderinin oğlu ya da kızı olmak baskı oluşturdu mu onların üzerinde? Çocuklarınızı nasıl korudunuz?

Daha önce Mehmet ve Kiraz da bana benzer soruları sormuştu. Küçük oğlum da sordu. Babam neden ceza evinde dedi? Vatanını çok sevdiği için dedim. Biz de çok seviyoruz. O zaman neden ceza evinde değiliz? derlerdi…

Cezaevi dönüşlerinde küçüklüğü sırasında bir değişiklik yapar, bir hayvanat bahçesinde götürürdüm. Ankara ve görüş hadisesi sevinçli bir duruma dönüşürdü o vakit çocuk için. Hayatta üzülmek var. Ama mutlu olabilecek şeyler de var’ı göstererek… Annenin değer yargılarının geçtiği ve yönlendirdiğini düşünüyorum çocuklara. Bir şey olmadan üzülmemek ama olduktan sonra sevinmek gibi… Çünkü camın öbür tarafında babası… Bir gün sonra dokunamıyor. Cezaevi hikayeleri adım adım. Her seferinde bir makul yön bulmak, babasına değil, başka bir tarafa yönlendirmek lazımdı. O şeyi başardığımı düşünüyorum…

Nedenlerini söyleyerek, sonuçları anlatarak…Yalan söylemeden… Çünkü çocuklar çok çabuk sezerler doğruyu söylemediğinizi ,bir şeyler sakladığınızı… Bir şeyleri anlatamadığı zamanlar da da resim yaptırırdım.

Çocuğum yuvaya gidiyordu. Biz, şu kadar yıl yatar, bu kadar yıl yatar, deyince yatmayı bir ceza zannetmiş. Bir resim yaptı, hala evde bir yerlerde durur. Saklamıştım. Bir yatak ve içinde yatan bir adam…

Cezaların en büyüğü onun için yatmakmış meğer… Yuvada bir saatliğine bile yatmamak için ondan koparırmış meğer yaygarayı. Küçük oğlum Can, 11 yaşında tatil de Çin’e ablasının yanına gitti. 

Burada kimse Doğu Perinçek’in oğlu olduğumu bilmiyor. “Oh! Şimdi istediğimi yapabilirim.’’ demiş. Ablası ona ne yaparsın mesela Can? deyince “O, herkesin ziline basıp kaçabilirim’’ demiş…

Kızım Kiraz anlatmıştı… “Anne içim bir tuhaf oldu.” diye…

MÜTHİŞ KADINLAR TANIDIM…ÖNÜNDEKİ ENGELLER YIKILDIĞINDA KABUĞUNU KIRIP, YARATANLARI GÖRDÜM BEN… ÇOK GÜZEL KADINLAR TANIDIM…

Şule hanım çok çok teşekkür ederim. Bu gün eviniz de ağırladınız. Özellikle konukseverliğiniz için. Ve tüm sohbet boyunca süren bu içtenliğiniz için…

Kadınlara son olarak söylemek istediğiniz bir cümle var mı? Şule Perinçek bu söyleşiyi okuyacak olan kadınlara, Türk kadınına ne söylemek ister?

KENDİNİZE GÜVENİN…

Bu milletin kadını olmaktan her zaman hakikatten gurur duydum. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Büyük bir birikimin üzerinde oturuyoruz. Ve onu açığa çıkarmayı bu potansiyeli değerlendirmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kadınların değişiklik talepleri daha şiddetli. Kadınlar kendilerini değiştirebiliyorlar. Kadınların başarabilme şansları çok yüksek. Müthiş kadınlar tanıdım. Hakikatten müthiş kadınlar…

Çok güzel kadınlar tanıdım bu ülkede. Önlerindeki engeller açıldığında kabuğunu kırıp, yaratanları gördüm. Onun için çok seviyorum kadınları. Kadınları daha çok seviyorum. Hani insanın eli daha çok ihtiyacı olana gider ya…  Kaç tane çocuğunuz vardı?

Bir tane Şule hanım… 

O halde bir tane daha yapın mutlaka. (Gülerek)

Hani çocuklarınız vardır ve bir tanesi hastadır, daha güçsüzdür. Eşitliği sağlamak adına onun biraz daha fazla yemek koyarsınız tabağına. İşte kadınları da böyle görüyorum.

KADINLARIN HAKLARINI ARAMAYAN, KADIN HAKLARI İÇİN MÜCADELE ETMEYEN BİR MECLİSTE YER ALAN KADINLAR OLACAKSA 550 ERKEK VEKİL YADA 550 DOĞU PERİNÇEK OLMASINI TERCİH EDERİM…

Onların daha güçlü olması için onların önüne daha fazla imkan konması gerek. Fakat “Kadın olsun, çamurdan olsun değil!”

Erkek ve kadın diye ayırmak şeklinde de değil. Bizim de fikirlerimiz var. Kadınların sadece bedeniyle tanımlanmalarına karşıyım. Doğrusu erkeklerle bu anlamda yarıştırılmak ve karşılaştırmak isterim. Bir adım ileri de başlamamız gerekiyor bir anlamda. Kadınların eşitliğinin sağlanması için. Fakat onlar da yönetime geldiğinde kadınlara güç ve umut olsun mutlaka… Bir amacı olsun orada bulunmasının. Kadınların hakları için mücadele etmeyen bir mecliste yer alan kadınlar olacaksa 550 erkek millet vekil, 550 Doğu Perinçek olsun o vakit…