NEZAHAT GÖÇMEN

Zamanı yakalamış, anlamış ve yorumlayan Ulvi Puğ kimdir?

-Ulvi Puğ 21 Eylül 1961’de İzmir’in Konak İlçesinin Yeşilyurt semtinde bir gecekonduda yaşayan bir ailenin dördüncü ve en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. O gecekondudan dört üniversite mezunu çıkaran bir anne ve babanın çocuğudur. Annem bir Çerkez kızı babam bir Yugoslav göçmeniydi. Sokağımız; Laz Mehmet, Kürt Mehmet, Sofu Mehmet, Arnavut Teyze, Bekçi Ömer gibi birçok komşudan oluşan tam bir Türkiye mozaiği gibiydi. Kapılarda kilit olmayan, pencerelerimiz açık olarak uyuyabildiğimiz günlerde dünyaya gelmiştik. Hangi evin önünde susasak suyumuzu içebildiğimiz, annemiz evde olmasa da komşumuzun elimize verdiği bir dilim salçalı ekmekle karnımızı doyurabildiğimiz yoksul ama mutlu insanlardık. İnsan bu günleri görünce; Lazın, Kürdün, Çerkezin, Arnavudun, Sofunun sadece bir lakap olarak kullanıldığı, herkesin birbirine saygı duyduğu o günlerin aslında yoksulluk değil, ne büyük bir zenginlik olduğunu daha iyi anlıyor.

Yüce Önder, büyük insan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk konularında bilgi dağarcığınız oldukça zengin. Sizi görünce Atatürk’ü anımsıyorum. Sizin yüreğinizden Atatürk için dökülenler?

-Mustafa Kemal Atatürk; Büyük deha, büyük komutan, büyük düşünür, büyük devlet adamı hepsi ve çok daha fazlası. Ama benim için Atatürk önce insan olmayı başarmış biri. Egemenliği saraydan alıp Türk Milletine armağan ettiği günü Çocuk Bayramı olarak kutlayacak kadar çocuklara seven,

Bütün dünyaya örnek olmuş kurtuluş savaşının başlangıç gününü Gençlik Bayramı olarak kutlayacak kadar gençlere değer veren ve en büyük eserim dediği cumhuriyeti emanet edecek kadar onlara güvenen,

Bugün bizi aralarında alıp almamayı değerlendiren birçok Avrupa ülkesinden önce Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını verecek kadar kadına saygı duyan,

Çanakkale’de binlerce Mehmetçiğimizi öldüren Anzak askerlerinin analarına; ”Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Onlar bu topraklarda kanlarını döktükten sonra artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.” diyecek kadar insanı seven, kendisine yapılan köşk için ağacı kestirmeyip köşkü zor koşullarda 250 metre ileriye taşıtacak kadar doğayı seven,

Ruam hastalığına yakalanmayı göze alarak kendine armağan edilen tayı ölmeden önce okşayıp vedalaşacak kadar hayvan sever,

“Hepiniz, milletvekili, bakan, hatta başbakan olabilirsiniz ama hepiniz sanatçı olamazsınız diyecek kadar sanata değer veren,

Dünyanın en büyük komutanlarından biri olduğu halde;  “Savaş hayati ve zaruri olmalıdır, milletlerin hayatı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir” diyen

 “Yurtta sulh, cihanda sulh!” diyerek savaşı değil barışı yücelten bir insan.

Yani; Çok iyi bir insandır, benim için Atatürk.

Adorno, “Bu dünyanın insanı irkilten yanı korkunçluğu değil olağan görünüşüdür.” der. Sizce?

-Tabii, bu söz; günümüz insanının içinde bulunduğu tedirginliği çok güzel ifade eden ve üzerinde bir makale yazılabilecek kadar derin bir söz. Ama bence asıl sıkıntı ve tehlike korkunç şeylerin olağan görünmeye başlamasında yatıyor.

Anaokulundan huzurevine, şehir kulüplerinden, köy ilkokullarına, nereden davet gelirse koşarak gidiyorsunuz. İlginin yoğun olduğunu sosyal medyadan takip ediyoruz. Neler paylaşıyorsunuz?

 -Atatürk, Cumhuriyetin kazanımları, şiir, kitap, kütüphane, sevgi ve saygı üzerine konuşmalar yapıyorum. Huzurevindeki bir yaşlının; “Seni görünce Atatürk’ü görmüş gibi hissettim!” demesi, ilkokuldaki öğrencilerin kollarıma yapışarak; ”Gitmeyin! Gene gelecek misiniz?” demesi bütün yorgunluğumu alıyor.

Yüzyılın belki de tüm dünyadaki en büyük eğitim reformu Köy Enstitüleri için ne söylemek istersiniz? Kitap projeniz var mı?

-Köy Enstitüleri ne yazık ki bizim değerini bilemediğimiz çok önemli bir kurumdu. Ben Atatürk Devrimini; bir kalkınma, çağdaşlaşma, demokratikleşme devrimi olarak görür ve Atatürk’ün bunu sağlayacak olan Cumhuriyeti üç temel sütun üzerine kurduğunu düşünürüm;

1-    Laik devlet,

2-    Milli devlet,

3-    Üniter devlet.

Bu sütunlardan biri yıkılırsa diğer ikisi de ayakta duramaz. Diğer tüm devrimlerin bu üç sütunu korumak ve devrimin saydığımız amaçlarını gerçekleştirmek için yapıldığını düşünürüm. Yani Cumhuriyeti koruyacak insan unsurunu yetiştirmek için. Bu amaçla, halk evleri, millet mektepleri vb birçok kurum kurulduğu gibi Köy Enstitülerinin de temeli aynı amaçla atılmıştır. Ne yazık ki değeri bilinmemiş ve kapatılmıştır. İsmet İnönü’de çok sonra bir Fransız gazeteciyle yaptığı röportajda büyük bir hata yaptıklarını itiraf etmiştir. Bugün artık bu hataya üzülmeyi bırakıp, Köy Enstitüleri modelini örnek alarak çağımıza uygun yeni eğitim kurumlarını kurmamız gereklidir.

Gerçekliği sorgulayan mizah anlayışınız nasıl ortaya çıkıyor? 

-Siyaset de Avukatlık da Atatürkçülük de ciddi iştir. Ama ciddi işler asık suratla yapılmak zorundadır diye bir kural yok. Tebessüm hem kendimize hem de çevremize en iyi gelen ilaçtır. Barışa şiirimde “Güvecin ağzında zeytin dalıdır, insan yüzündeki hoş bir tebessüm!” demiştim. Tebessüm etmeden, gülmeden bu dünyanın çekilmez olduğunu düşünürüm. Bir gün stj. avukatlar ve hukuk fakültesi öğrencilerinden oluşan 200-250 kişilik bir gençlik topluluğuna konuşma yapıyordum. Arada çay molası verdiğimizde; sonradan Eskişehir’den geldiğini öğrendiğim ve beni okuluna davet etmek isteyen bir genç kızımız bana seslenerek; ”Ulvi Bey! Cep telefonunuzu ve soyadınız alabilir miyim?” diye sordu. 

“Size cep telefonumu verebilirim ama soyadımı veremem!” dedim “Çünkü ne yazık ki ben zaten evliyim!” Bunun üzerine bir meslektaşım yanıma gelerek;” Yaptığınız espri beni çok şaşırttı. “ dedi. 

“Neden?” diye sordum cevabı sorusundan da ilginçti “Siz çok Atatürkçüsünüz ya…” Atatürkçülüğün çoğu azı nasıl olur bilmem ama Atatürk gülmeyi bilen birisiydi. Atatürk ömrünü milletinin yüzünü güldürmek için adamış birisiydi.

Sizi, işe giderken çalışma çantanız, takım elbise, fötr şapka ve uygun bir kravatla beraber görüyoruz. Fötr şapka ile nasıl bir gün geçiriyorsunuz?

-Fötr şapka babadan kalma bir alışkanlık benim için. Küçük bir memur olan babam çok kitap okuyan çok aydın bir memurdu. O Yeşilyurt’taki küçük gecekondumuzdan her sabah takım elbisesi, yeleği, köstekli saati ve fötr şapkasıyla filinta gibi işe gidip gelirdi. Sonra Atatürk’te gördüm şapkayı ve hep çok sevdim. Ben de çok uzun zamandır kullanıyorum. Takmadığım gün yolda; bugün niye takmadınız, diye soranlar oluyor. Taktığım günlerde ise tanıdık tanımadık iltifat edenler çok oluyor. Sanırım İzmir’de fötr şapka takanların artmasına küçük de olsa bir katkım olmuştur.

Türkiye Barolar Birliği’nin finanse ettiği, kısa metrajlı bir filmde, Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı rolünü canlandırdınız. Sanat yönünüz ve başka projeleriniz var mı?

-Sevgili kardeşim Bülent Yörük’ün çektiği bir filmdi. Zor koşullarda ve iki günde çekip bitirmiştik o filmi. Merak edenler Yotube’da  “Bülent Yörük Prologue” yazarak izleyebilirler. Bunun üzerine İzmirli film yapımcısı dostum Sayın Murat Barutcu bir uzun metrajlı filmde benim için de bir karakter yarattı. Ama henüz o filmi çekmedik. Ancak şu sıralar Han Tiyatrosunda sevgili dostum Rüçhan Gürel ile birlikte “Güzel Olacak” adlı oyumuzla sahne alıyoruz. Bu ay; 4 ve 11 Aralık’ta Han Tiyatrosunda 22 Aralık’ta ise Didim’de sahneleyeceğiz. Bunlar benim için son derece keyifli çalışmalar oluyor.

Görmüş geçirmişliğin iç huzuru, hayatın yorumlanmasındaki tutumunuz ve çok yönlülüğünüz ile rol modelsiniz. Zihnen, ruhen dinç kalmanızı neye borçlusunuz?

-Ben hayatta başarıya giden yolculuğu 3 cümlede özetlerim;

Bilmeyi sevmek,

Sevmeyi bilmek,

Ve Cesurca uygulamak. Galiba yaptığım şeyleri severek yaptığım için hiç yorulmuyorum. Gittiğim yerlerde sevildiğimi görünce de varsa da yorgunluğum kalmıyor.

Evladının evladına duyduğun yüce sevgiyi anlat bize.

-Ben bütün çocukları çok severim. Zaman zaman torun mu daha tatlı çocuk mu diye sorarlar. İkisi de çok tatlı. Beni bir oğlum, bir kızım ve oğlumdan olma bir torunum var. Oğlum Onur’la da çok oynardım kızım Duygu’yla da. Onları her akşam kendi uydurduğum masalları anlatarak uyuturdum. Halen ikisiyle de çok iyi arkadaşız. Oğlum aynı zamanda avukat olarak iş arkadaşım da. Torunun güzelliği yıllar sonra aynı tadı aynı zevki tekrar yaşatmakta bence. Torunum Eren’in ilk söylediği söz “Dede” olmuştu. Şimdi 3 yaşını doldurdu. Bizim eve girer girmez ilk sözü “Dedem nerde? “ oluyor. Aramız çok iyi. Birbirimizin çok iyi arkadaşıyız. Kah sehpamızı ters çevirip içine giderek okyanusa açılıyoruz, kah battaniyeden çadır yapıp Afrika’da arslanlarla mücadele ediyoruz. Bir gün görmesek birbirimizi özlüyoruz. Futbol maçlarımız, yürüyüşlerimiz, sohbetlerimiz. Onunla beraberken bedenim yorulsa da bedenim ve zihnim dinleniyor. Umarım bu hep böyle gider.

İnsan yaşamını anlamlı kılan en büyük hayaliniz nedir?

-Benim en önem verdiğim şey adalettir. Adaleti sadece adliyede dağıtılan halini kastetmiyorum. Kişisel bir erdem olarak insanların adalet duygusuna sahip olduğu bir dünyadan bahsediyorum. Kadın erkek arasında adalet, eğitimde adalet, dinler mezhepler inançlar arasında adalet, etnik kökenler arasında adalet, gelir dağılımında adalet. Varlığı ve yokluğu adil paylaşabilirsek inanın çok daha güzel bir Türkiye, çok daha güzel bir dünya mümkün.

****

Her yolculuk arkasında bir şey bırakır. Zihninde nereye kadar gidebiliyorsan, oraya kadar gidebileceğin ömrün olsun. Teşekkürler…