Yıllarca Türk-Yunan dostluğunu savunduktan, deprem sonrası yaşananları dikkate alarak eski düşmanlıkların yaşanmayacağını işledikten sonra sıkıntılı bir yazı yazmak zorunda kalıyorum. Gelişen iletişim, ulaşım ile kolayca elde edilebilen bilimsel veriler sayesinde toplumların birbirlerini daha iyi tanıyıp anlayacaklarını, aralarında nefreti artıracak psikolojik ve kültürel faktörlerin etkisinin azalacağını da savunmaktayım. Bununla beraber, barışı savunmak, hoşgörü taraftarı olmak demek karşı taraf saldırıya geçtiğinde hareketsiz kalmak anlamına gelmez. Çünkü bu durum, sulhseverlik değil de düşmana teslim olmak demektir. Cephe savaşları veya sıcak çatışmanın uluslararası hukukça sınırlandırılması sebebiyle, psikolojik savaş ve propaganda ile beslenen diplomatik savaşlar hızla yaygınlaşmaktadır. Bir bakıma yeni soğuk savaşlar, iletişim imkânlarının getirdiği avantajlarla son derece etkili hale gelmiştir. Psikolojik savaş, sıcak savaşın bir aşamasını veya boyutunu oluşturduğu halde, günümüzde bu, “soğuk savaş”ta da kullanılmaktadır. Türkiye ile Ermenistan arasında bu tür bir savaş sürmekteyken Yunanistan’dan da böyle bir cephe açılmakta, eski mevzi cepheler genişletilme eğilimine girmektedir. Selanik Belediyesi tarafından Atatürk’ün doğduğu evin karşısına dikilen 6 metre boyundaki Pontus Soykırım Anıtı ile Türkiye’nin özür dilemesi taleplerini, bu savaş çeşitleri açısından değerlendirmemiz gerekmektedir. Doğrudan hükümetin bu işlerde yer almaması, ulaşılmak istenen hedeflerle ilgili stratejik ipuçlarını gölgelememelidir. Nitekim Pontus ideolojisini güçlendirmek için, tespit edilen 179 adet dernek ve vakfın kurulması, Yunan istihbarat ve güvenlik birimlerinin destek ve teşvikiyle gerçekleşmiştir. Nüfusu hızla yaşlanan ve nüfus artış hızı negatife dönmek üzere olan Yunanistan’dan Trabzon’a göç edip yerleşecek bir Rum bulmak zordur. Tıpkı Paris veya Kaliforniya’daki Ermenilerin Sivas’a dönmek niyetleri olmadığı gibi. Ancak diplomatik savaşta hedef “bir”i garanti etmek için “üç” istenir ve çok cepheden saldırıya geçilir. Propaganda ve psikolojik saldırı cepheleri, diplomatik savaştaki hedefe yönelik kuşatmalardır. İlişkilerin gittikçe rayına oturması beklendiği bir dönemde bu tür çıkışları görmemezlikten gelmek, saldıran kazanır mantığından hareketle karşı tarafa sadece cesaret verir. Düşman saldırırken, hedefleri, şehirleri topa tutarken ben barıştan yanayım demek, karşılık vermemek, düşmanın bu saldırısına etkisiz kılacak bir kuşatma yapmamak, böyle bir saldırıyı yok kabul etmek vatana ihanetle eş anlamlıdır. Cepheyi düşmana bırakanın kaybetmediği vaki değildir. 1960’larda Ermeni soykırım iddiaları başladığı halde biz ancak olayı 1980’lerde biraz ciddiye almaya başladık ve geçen süre zarfındaki umursamazlığımızın cezasını fazlasıyla ödemekteyiz. Bu gerçekler ışığında belediyeler, sivil toplum kuruluşları, hatta işadamları ile emniyet ve istihbarat kurumlarının desteği ve teşviki ile bu saldırılara misliyle cevap verilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı olarak Atatürk’ün doğduğu evin karşısına dikilen bu iftira anıtına karşılık tarihi bir gerçeği anıtlaştırmak gerek. 1821’de başlayan Mora İsyanı’nda Yunanlılar 45.000 sivili hunharca katlederek tam bir soykırım uygulamışlardır. Tripoliçe Kalesi’ne sığınan ihtiyar, kadın ve bebeler dahil 8.000 kişi kale kapıları açılınca hemen öldürülmüştür. Bu esnada yapılan işkenceler, tecavüzler ve insanlık dışı hareketler, Yunanlılara yardıma gelen mesela İtalyanları tiksindirmiştir ki işlenen birçok vahşeti onların anılarından öğrenmekteyiz. Mora İsyanı’nı destekleyen Patrik Grigorios Patrikhane’de Orta Kapı’da idam edilmiş ve o kapı açılmamak üzere kapatılmıştır. Aynı yerde bir Türk büyüğü asılmadan kapının açılmayacağı söylenmiştir. Bu gerçekler ışığında İstanbul veya Fatih Belediyesi, Fener’de Patrikhane’nin karşısına en az 6 metre yüksekliğinde “Mora’da Yunanlıların Türklere Uyguladıkları Soykırımı Anıtı” dikmelidir. Gerek anıt için gerekse anıtın kitabesine yazılacak olan özellikle batılı gözlemcilerden alıntılar konusunda uzun araştırmalar, proje yarışmaları, toplantılar düzenlenmeli, her aşamada duyurular yapılmalıdır. Bu arada Selanik’teki iftira anıtı kaldırılırsa proje askıya alınmalıdır. Yunan işgali esnasında tecavüz ve katliamlar için Bursa’da ve İzmir’de, Türk askeri cephede iken yapılan tecavüz, hırsızlık, çapul ve katliamlar için Trabzon’da anıtlar dikilmelidir. İşgalde Yunanlılar yaşayanlara karşı katliam ve tecavüzle yetinmemiş de 8 asır önce vefat eden Ertuğrul Gazi’nin türbesini delik teşik etmişlerdir. Daha dün Kıbrıs’taki katliamlar için de bu tür anıtlar gündeme gelmelidir. Rumların mübadele kapsamında Yunanistan’a gönderilmesinin hesabını bugün sormaya kalkmak cahillik ve aptallıktan öteye herkesi de cahil ve aptal sanmak anlamına gelir. Lozan’da Yunanistan’la birlikte düvel-i muazzamanın katıldığı antlaşma ile Yunanistan’ın birçok bölgesinde dört-beş asırdan fazla bir süredir yaşayan Türkler de ata yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlar. Bu durumda bunların torunlarının kendi topraklarına dönmesini gündeme getirmemiz gerekmektedir. Milli şuurun geliştirilmesi, gerçeklerin öğretilmesi, yapılan her türlü saldırıya misliyle mukabele edilmesi gerekmektedir. Yalan ve iftiralara karşı, tarihi gerçekleri anlatma konusunda, “düşmanlık tohumları ekmeyelim” mazereti kabul edilemez. Böyle bir yaklaşım ancak çift taraflı olduğu zaman bir mana ifade eder. Öte yandan Yunan kilisesinin ağırlıklı olarak ortak olduğu şirketler Türk bankalarını satın alırken küreselleşen ilişkilerde Türklerin Yunanistan’da hangi stratejik bir kuruma ortak olabildiklerini, Yunanlıların böyle bir şeye müsaade edip etmeyeceklerini de sorgulamak gerek.