Oğuz Çetinoğlu: Yazma eserlere karşı büyük ilginiz var. Bu ilgi nereden geliyor?
Prof. Dr. Cihan Okuyucu: İstanbul Üniversitesi edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Süleymaniye Kütüphânesi’nde görevlendirildim. 1980-1986 yılları arasında burada çalıştım. Yazma eserlerle tanışmamı sağlayan bu görevi daima İlâhî bir ikram olarak kabul etmişimdir. Kütüphânenin bana kazandırdıklarını düşündükçe,  mümkün olsa her akademisyenin üniversitede göreve başlamadan önce böyle bir tecrübe kazanmasını temenni ederim. Eski Edebiyat alanındaki doktoramı 1985 yılında bu alanda tamamladım.
Çetinoğlu: Kimileri ‘elyazması eserler’ diyor. Yazım işi elle yapılır. Ayakla yazılabiliyor mu ki ‘elyazması’ deniliyor?
Prof. Okuyucu: Haklısınız. ‘Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evladır’ Deyip geçemeyiz. Hassas olmak gerekir. ‘El sanatları’ da deniliyor. Sanat zâten elle yapılır. Ayakla yapılan futboldur. O da sanat mıdır, değil midir, tartışılabilir.
Çetinoğlu: Yanlış hatırlamıyorsam, ‘Yazmalar Katalogu’nun hazırlanmasında çalıştınız. ‘Hazine’ denilecek ölçüde eserlerimiz var. Bu eserlerin bir kısmının da yurt dışında olduğu söyleniyor. Doğru mu?
Prof. Okuyucu: Osmanlı bakiyesi olan  geniş bir coğrafyada Osmanlı mimarîsine ait   eserlere  tesadüf  ediliyor. Ancak  denebilir ki  Osmanlıca  eserlerin yayılma  alanı  bu sınırları da  fazlasıyla  aşmıştır. Zira  kolay taşınabilir olması  bakımından  kitabın seyyal olma özelliği çok fazladır.
Çetinoğlu: Nerelerde var mesela?
Prof. Okuyucu: Akla gelebilecek her yerde… ABD ve Kanada gibi hem coğrafî  hem de  kültürel münâsebet bakımından bizden  çok uzak olan  ülkelerde  bile  genelde  Şark yazmaları  özelde de Osmanlıca yazmalarımız,  kataloglara  konu  olacak  bir hacimdedir.
Çetinoğlu: Nasıl olmuş da oralara kadar gitmiş?
Prof. Okuyucu: Batı insanının hem meziyet  hem  kabahat  sayılabilecek bir özelliği var; toplamak ve müzelerde   sergilemek.  Dünyanın en büyük müzelerinden olan British Museum’da sergilenen  eserlerin pek az bir kısmı  İngiliz  kültürüne  aittir. Çok büyük bölümü  Hind’den  Çin’den,  uzak  yakın dünyanın  her yerinden  getirilmiş  eserlerden müteşekkildir.  Meselâ  buradaki  Mısır  arkeolojisine  ait eserlerin zenginliği  insanı  hayrete  düşürüyor.
Çetinoğlu: Nasıl elde etmişler?
Prof. Okuyucu: Mısır  seferine çıkarken  yanına  yüzlerce  arkeolog  alan  Napolyon  yağmalamış. Ama  İngiliz donanması  Akdenizde  Fransızları  mağlup edince  bu  servet  de el  değiştirmiş  ve  buralara kadar  gelmiş. Bizim  elyazmalarımızın da  buna  benzer  hikâyeleri  vardır. Bir kısmı   kaçırılmış  bir kısmı  ise koleksiyon meraklıları tarafından  toplanıp  kütüphânelere  bağışlanmıştır. Sözgelimi  Kânûnî  zamanında  Avusturya  elçisi  olan  Busbeq  Türkiye  Mektupları’nda  İstanul’da  topladığı  ve  bilâhere  kraliyet kütüphânesine  hediye  ettiği nâdir  yazmalar hakkında   bilgiler  veriyor.     
Çetinoğlu: Viyana’daki bir kütüphânede Kutadgu Bilig’in Uygur harfleriyle yazılmış bir nüshasının bulunduğunu okumuştum.
Prof. Okuyucu: Evet!  19. yüzyılın başında İstanbul’da   Kutadgu Bilig’in Uygur harfli  ilk  nüshasını  bulan Hammer  bunu satın alıp  Viyana  Kütüphânesine   hediye  etmişti.
Çetinoğlu: Bilinen tarihçi Hammer mi?
Prof. Okuyucu: Evet! O. Bu nüsha asrın sonuna kadar  eserin  bilinen  tek  nüshası  olarak kaldı  ve  bütün  çalışmalar onun üzerinden  yapıldı.
Çetinoğlu: Başka nerelerde neler var?
Prof. Okuyucu: Dede Korkut’un Vatikan nüshası var. Leningrat  kütüphânesinde   bir Fuzûlî  külliyatı  var. Paris’teki  Millî  kütüphânede  bulunan Aruz  Risalesi...
Bu örnekler  çoğaltılabilir.
Çetinoğlu: Yurt dışında olup da ülkemizde nüshası bulunmayan önemli eserler var mı?
Prof. Okuyucu: Fuzûlî’nin   adı  var kendi yok eserlerinden  iki tanesi, Arapça  dîvançesi  ile   Matlau’l-İtikat isimli  Arapça  eseri… Bu örnekler de çoğaltılabilir.
Çetinoğlu: Yazma eserler, bizim pâhâ biçilemez hazinelerimiz. Yazma eserler üzerinde çalışan, araştırma yapan kişilere tavsiyeleriniz nelerdir?     
Prof. Okuyucu: Yazma eserlerin yanlış  isimle  kaydedilmesi  çok sık  karşılaşılan bir durumdur. Bunun bir çok sebepleri var. Dalgınlık, acelecilik, ciddîyetsizlik ve en fazla da yeterli meslekî donanıma sahip olmamak gibi. Bu konuda çalışacak, araştırma yapacak kişiler kendilerini hazırlamalı. Konuyu bilenlerden destek almalı. Hepsinden önemlisi, bu işler aceleye getirilmemeli.    
Çetinoğlu: Yazma eserler Kütüphânesi olarak bilinen Süleymaniye Kütüphânesinde çalışerken nelerle karşılaştınız?
Prof. Okuyucu: Vakıfların ilgasından sonra çeşitli vakıf kütüphânelerindeki eserler kolilenerek Süleymaniye  Kütüphânesi çatısı altında  toplandı. Uzun süre kolilerde kalan eserler nihayet açılarak aralarında Tahirü’l-Mevlevî gibi muhterem zevatın da  bulunduğu  kütüphâne tasnif  komisyonu tarafından fişlendi ve hizmete sunuldu. Bu  komisyon kısa sürede binlerce  eseri  elden  geçirdiği için ister istemez  eksik ve yanlışlıklardan kendisini  kurtaramadı.
 1978 yılında  Kültür Bakanlığınca kurulan ve kısa adı TÜYATOK olan - benim de bir müddet içinde  bulunduğum- katalog  komisyonu bu tür yanlışların  ortadan kaldırılmasını hedefliyordu.  Bu komisyon kütüphânedeki  bütün  eserleri  belli bir  usule  göre  tek tek yeniden elden  geçiriyor ve  mevcut fişlerin  doğruluğunu  kontrol  ediyordu. Bu sırada birçok eserin  yanlış veya eksik  kaydedildiğine şahit oldum. Sözgelimi içinde 40-50 risale  bulunan  Mecmuatü’t-resâil  türü bir  cildi  elinize  alıyorsunuz. Her biri ayrı  bir eser  sayıldığı için  bazen birkaç sayfadan ibaret olan bu risalelerin her birini ayrı  ayrı  tespit etmeniz  lâzım. Dikkatli  bir kontrolden sonra  sözgelimi  eskilerin 40 risale  buldukları  mecmuada 43 risale  olduğunu  görüyorsunuz.
Çetinoğlu: Meslekî yeterlilikten söz etmiştiniz…
Prof. Okuyucu: Erbabının bildiği üzere   elyazmalarını  doğru  tespit etmek esaslı bir  bilgi  ve tecrübe  ister. Özellikle başı sonu  eksik veya  müellif  adı  zikredilmemiş  eserlerin  kime  ait olduğunu  bulmak  çok  zahmetli bir iştir. En ufak ipuçlarını  değerlendireceksiniz, bunlardan  hüküm  çıkaracaksınız, eldeki  nüshayı, olması  muhtemel    eserlerle  mukayese  edecek  ve böylece  bilinmeyen bir eseri  bilinen  nüshalar  yardımıyla  teşhis edeceksiniz. Eh böyle bir bilim hafiyeliği de hiç aceleye  gelmez.
Çetinoğlu: Çok zaman alıcı, sabır isteyen bir iş…
Prof. Okuyucu: Bazen bir eserin tespiti  için  birkaç gün harcamayı  göze  almak  lâzım  gelir… Bu  söylediklerimden  anlaşılacağı  üzere  ben  böyle  durumlarla  bir  çok defalar karşılaştım. Esasen  çalışmalarımın 4-5  tanesi bu  tür tespitlere  dayanıyor. Meselâ Kayseri’deki  Raşit  Efendi  Kütüphânesinde çalışırken  katalogda Hilmî Dîvânı  olarak   görünen bir eser  dikkatimi  çekmişti. Nüshayı  çıkarıp inceleyince  onun  dîvân değil  mesnevî  olduğunu  ve içinde de  isminin  Bahrü’l-Kemâl  olarak  zikredildiğini  tespit ettim. Kütüphâne  taramalarından  eserin  başka  nüshası  olmadığını anlayınca  ehemmiyetine  binaen  çeviri  metni Erciyes Üniversitesi Yayınları  arasında neşrettim. Düşünelim ki  Raşit Efendi  Kütüphânesi  Ali  Rıza  Bey gibi gayretli ve âlim bir müdüre sahip olmak bakımından ülkemizin en  şanslı   kütüphânelerinden biri  sayılır. Orada bile kitaplar sıfır hatayla tespit edilemiyorsa başka kütüphânelerdeki durum hakkında bir tahminde  bulunulabilir...
Araştırıcılara ne  tavsiye  ettiğime  gelince: Katalog  bilgilerine  mutlak bir itimat caiz  değil. İlmi  şüpheyi elden  bırakmamalı  ve emin olabilmek için ilgilendiğimiz   eseri  bizzat görüp elden  geçirmeliyiz vesselâm.
Çetinoğlu: Yazma eserler, asırlardan günümüze intikal etmiş emânetler... Sonraki asırlara da intikal edebilmesi için kütüphânelerimiz gerekli donanıma sâhip mi? Rutubet, toz, yangın, güve gibi zarar verici unsurlardan konabiliyor mu?
Prof. Okuyucu:  Koruma meselesi iç kanatan bir konudur. Önce  şunu  söyleyeyim: Her şeyin bir tabiî  ömrü  var. Yani  kitaplar da  zamanla  yaşlanır ve  ölürler. Ancak  bu ömür biraz kullanılan  malzemeye biraz  da  itinaya  bağlı  olarak  uzar veya  kısalır.
Çetinoğlu: Yeri gelmişken sorayım: Kitap kâğıdın ömrü ne kadardır?
Prof. Okuyucu: Matbu kâğıdın kimyevî ömrü yaklaşık 500 senedir. Fakat özel olarak hazırlanmış, takviye edilmiş kâğıtlar daha uzun ömürlü olabiliyor. Mesela 1000 yıla kadar uzanabiliyor.  
Çetinoğlu: Neler yapılıyor?
Prof. Okuyucu: Mesela âherleniyor  ve/veya mühreleniyor. (2) Bir takım katkı maddeleriyle beslenerek dış tesirlere karşı mukavim hâle getiriliyor. Çok daha uzun ömürlü olması isteniliyorsa kâğıt yerine ceylan derisi kullanılıyor. 2000 sene dayanabiliyor. Verdiğim rakamlar, her şart altındaki kâğıt ömrü değildir. Bu rakamlar, kâğıdın, kitabın bulunduğu ortama göre değişir.
Çetinoğlu: ‘Kitabın üç düşmanı vardır: Su, ateş ve evin hanımı’ denilir başka düşmanları da var mı?
 Prof. Okuyucu:  Söyledikleriniz yok edici düşman. Diğerleri de ömrünü kısaltıcı düşmanlar. Rutubet, ısı farkı ve çeşitli böcekler. Saydığım unsurlara karşı kitapları koruma imkânları var. Daima kontrol altında tutulabilir gerektiğinde tedâvi edilir.
Çetinoğlu: Kitabın tedâvisi nerede yapılıyor?
Prof. Okuyucu: ‘Pataloji’ denilen kitap hastânesinde. İstanbul’da sâdece Süleymaniye Kütüphânesi’nde vardı
Çetinoğlu: ‘Vardı’ dediniz…
Prof. Okuyucu: Burada  çalışan  uzmanlar  uzmanlıklarına  yaraşır bir  ücret alamadıkları  için  zamanla  ayrıldılar veya özel kütüphâne  sahiplerinin yanına  gittiler bir kısmı da  kendi adlarına  iş yapmaya  başladılar. Kütüphânenin  bu  birimi  saydığım  sebeplerle  yıllardır  âtıl  vaziyette. Türkiye’nin ve dünyanın  kendi  alanında   gözbebeği  olan  Süleymaniye’nin  hâli  bu  olursa    diğer kütüphânelerin ne  hâlde  olduğunu  söylemeye bilmem  lüzum var mı?   Demek ki  bütün bu  işlerin  düzelmesi  her şeyden  önce  devletin  kültür  politikasına   bağlı…
Konuyla  ilgili  son bir  ilâvede  bulunayım. Kitaplar sadece  tabiî  eceliyle  ölmüyor, çok zaman  yangın veya  savaş  gibi  insan müdahaleleriyle de yok oluyorlar. Bunun  en yakın  örneği  savaşta  yok olan  Bosna-Hersek’teki   Gazi Hüsrev  Begoviç Kütüphânesi....
Çetinoğlu: Kıymetli kitaplar mikrofilme de alınabilir…
Prof. Okuyucu: Sevindirici bir haber olarak Süleymaniye  Kütüphânesindeki eserlerin filmleri  dijital kamerayla bilgisayara aktarıldı.
Çetinoğlu: Hocam, burada bir ara verip, kullandığınız iki kelimenin anlamını soracağım: âherlemek ve mührelemek… Bunları açıklar mısınız?
Prof. Okuyucu: ‘Âher’; uzun ömürlü, dayanaklı olması istenilen kâğıtların üzerine sürülen; yumurta akı, nişasta, su gibi tamâmen tabii maddelerden elde edilen mâcunun adıdır. Bu mâcunun kâğıdın üzerine sürülmesine ‘âherlemek’ denilir.  
‘Mühre’; Denizde yaşayan bir böceğin kabuğundan elde edilen ve tabaka hâlinde kâğıt üzerine sürülebilen bir malzemedir. Bu işleme de ‘mührelemek’ denilir. Âherlenen kâğıt kurutulduktan sonra mühre ile parlatılır ve üzerindeki pürüzler yok edilir. Daha sonra kâğıt dinlenmeye bırakılır ki iyi verim alabilmek için bir sene beklemek gerekmektedir.
Çetinoğlu: Mâdem ki işin sanat yönüne girdik, yazma kitapların nasıl hazırlandığını da anlatır mısınız?
Prof. Okuyucu: Yazı yazmaya hazır hâle gelen kâğıdın altına ‘mısdar’ ismi verilen ve daha ziyâde iplerden yapılan ve yazının satırını akışını gösteren bir âlet konur. Bu işlem, günümüzde yazı yazılacak kâğıdın altına çizgili kâğıt koymak gibidir. Üzerinden bastırılarak satırların izinin çıkması sağlanır.
Daha sonra müellif tarafından bu satırlara yazı yazılır. Bu nüshaya kitabın yazarının elinden çıktığı için ‘müellif nüshası’ denilmektedir. Tek nüsha olan bu eser çoğaltılmak istenirse ‘hattat’ olarak anılan sanatkâra verilir. Hattât sanatlı ve okunaklı olarak kitabı aynen kopya eder. Buna ise ‘istinsâh’ adı verilmektedir. Eğer yüksek rütbeli bir zâta arz edilecek veyâ zengin bir kimsenin kütüphânesini süsleyecek ise kitabın adının etrafına cetvel çekilerek tezhib yapılır. Bununla berâber mevzuun daha iyi anlaşılması için minyatürlere de yer verilir.
Kitabın yazım ve tezyin işi bittikten sonra mücellide verilir. Kitap, mücellid tarafından devrin zevkine göre ciltlenir. Etrafı ‘şemse’ denilen motiflerle süslenir. Cilt alt ve üst kapaklar, sırt, mıkleb, sertâb ve şirâzeden müteşekkildir. Mücellid tarafından, yazılan varaklar bu cilde yerleştirilir ve tam teşekküllü bir yazma eser elde edilmiş olur.
Çetinoğlu: Sanat içinde sanat… Muhteşem bir zenginlik, imbikten geçmiş ince zevklerin ürünü güzellikler… Günümüzde bu sanatlar unutulmak üzere. Bu sanatları meydana getiren ve geliştiren damarın kaynağından da söz eder misiniz?
 Prof. Okuyucu: Sözünü ettiklerim Türk sanatlarıdır. Türk sanatları kültürü deyince akla; hat, minyatür, tezhip, ebru gibi sanatlarımız gelir. Hiçbir din, İslâmiyet kadar öğrenmeyi, ilmi teşvik etmemiştir. Hiçbir inanç sistemi kültüre bu derece önem vermemiştir. İslamiyet, ilimdir, kültürdür ve hatta san’attır. Evet! Beklediğiniz, almak istediğiniz cevabın bu olduğunu tahmin ediyorum.
Çetinoğlu: Evet ve çok teşekkür ederim. Bu röportajın son sorusu: Hocalığınızın yanında, yazma eser uzmanlığınız var. Ayrıca kitap yazıp yayınlayarak kültürümüze hizmet ediyorsunuz. Hepsi bir arada yürüyor mu?
Prof. Okuyucu: Meslek hayatım boyunca zaman ve zeminin müsaadesi  ölçüsünde  bir şeyler  yazmaya  çalıştım. Fakat yazarlık, hocalığın gölgesinde  kaldı. Bizler kendi  hocalarımıza nispetle      çok fazla  derse girdiğimiz   için  ilmî  çalışmalara  yeterince  vakit  ayırma  imkânı  bulamıyoruz.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ediyor, sağlıklı, huzurlu günler ve çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.
Prof. Okuyucu: Ben de teşekkür ediyorum.


        

Prof. Dr. CİHAN OKUYUCU
1959 yılında Sakarya’nın Hendek ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Hendek'te yaptı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. (1980). Fakülteyi bitirdiği yıl Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaya başladı. 1985'te Eski Türk Edebiyatı sahasında doktorasını tamamladı. 1986'da Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 1990'da doçent, 1996'da profesör oldu. 1998'de İstanbul Fatih Üniversitesinde ders vermeye başladı. 2010 yılından itibaren Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde derslerine devam etmektedir.

Acun-Türkçe'nin Gücü, Türk Edebiyatı dergilerinde ve Zaman Gazetesi’nde yazdı.

Yayınlanmış eserlerinden bâzıları:
Roman: İçimizdeki Mevlâna: (2002), Denemeler: Zamana Adanmış Sözler: (2002), Gezi notları: Göz Hakkı Gönül Armağanı: (2002), İncelemeler: Eyüp Sabri Paşa, Mir'ât-ı Haremeyn: (1986), Cinanî / Hayatı, Eserleri, Divanının Tenkitli Metni: (Doktora tezi, 1994), Hilmi, Bahru'l-Kemâl: (1995), Hazînî, Cevâhirü'l-Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr: (1995), Esad Erbilî Divanı: (1998), Ereğlili Türabî Divanı: (2004), Divan Edebiyatı Estetiği: (2005).