Türkiye’miz ekonomik krizde. Ekonomik sıkıntıda. -2002 Türkiyesi-. Bundan kurtulmanın çabaları içinde. Üstüne üstlük bir de Irak’ta dolayısıyla Türkiye’mizde savaş rüzgarları esiyorken. İstemediğimiz bir savaşa çekilmek isteniyorduk.
Yersiz bir savaşın girdabına doğru sürükleniyorduk. Çünkü el oğlunun petrol hırsı, müslümanların kanını içmekten geçiyor. Bey efendilerin petrole olan tamahları, müslüman kanı dökmeyi gerektiriyor.
Filistin’de kendi destekledikleri zâlim İsrail’i durdurmayı akıllarına getirmeyenler, hiç yoktan Ortadoğu’yu -her zaman olduğu gibi- kan gölüne çevirmenin hesabını yapıyorlar. Müslümanı müslümana kırdırmanın, zâlim plân ve programlarının hazırlığı içindeler.
Ama bilmiyorlar ki, ava giden avlanır. Düşünmüyorlar ki, Allah’ın da bir hesabı vardır. Akıl etmiyorlar ki, hırs hasarettir. Hırs ziyana götürür. Hırsın sonu hüsrandır. Hırsın sonu zarardır. Hırs, insanı olandan da mahrum eder. Hırs, pirinç peşinde koşan insanı; evindeki bulgurdan da eder.
Kendi menfaatları için, Türkiye’mizi de arkalarına takmak istiyorlar. Bunun için, içteki yoldaşlarıyla birlikte hareket ediyorlar. Otuz yıldır meydanda alamadıklarını, bu sefer masada almak sevdasında olup, bunun için Irak bahanesiyle Türkiye’ye ekonomik ambargo uyguluyorlardı.
İçteki uzantılarıyla da halkımızı, bunalttıkça bunaltıyorlar. İdarecilerimizin de boğazını sıktıkça sıkıyorlar. Böylece milleti, geçim yönünden inim inim inletiyorlar. Halkın boğazını sıktıkça sıkmaya devam ediyorlardı.
Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Avrupa kâfirleri ve içimizdeki Asya münafıklarının (ikiyüzlülerin) elleri boğazımızdadır.” Bizleri rahat bırakmıyorlar! İki taraftan milletin boğazı sıkıldıkça sıkılmaktadır.
Fakat emin olunuz ki, bu iki yönlü yâni içten dıştan yaptıkları baskılar, tek tek kaldırılacak. Boynumuza taktıkları boyunduruklar, bir bir kırılacak. Millet tekrar ekonomik bakımdan rahat bir nefes alacaktır, inşâllah.
İçteki münafıkların başları önlerine eğilecek. Dıştaki kâfirlerin ayakları birbirine dolaşacak. Bu menhus, bu uğursuz emellerine ulaşamıyacaklar. Çünkü “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.” Mazlumun ah u figanları göklere çıkmakta. Semavî kapılar bir bir çalınmakta. Eller, bir bir yaratana açılmakta.
Âdeta büyük İslâm şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un dediği gibi:
“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi?
Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?”
Yâni yetmez mi uğradığımız bunca bela ve musibetler diye gökleri çınlatmaktadır. Gökleri inletmektedir.
Her zaman “Böl, parçala, hükmet!” geçerli plânını uygulaya gelmişler. Bugün de aynı plânı tatbik ediyorlar. Türkü, Kürdü, Arabı, Acemi birbirine düşürmenin hesabı içindeler. Bu kanlı oyunu sahneye koymanın hazırlıklarını görüyorlar.
Oysa kendileri yetmiş iki buçuk milletten oluşuyor. Bununla beraber kendilerini birlik ve beraberlik içinde tutuyorlar. Vahdetlerine kesinlikle gölge düşürmüyorlar. İttihatlarına en küçük toz bile kondurmuyorlar.
Aralarından çıkacak en cılız, ayrılıkçı bir sese asla tahammülleri yok. Aralarından çıkacak en ufak aykırı, çatlak bir sese hiç katlanamazlar. Yani kendilerine iğneyi batırmaktan şiddetle kaçarlar. Fakat çuvaldızı başkalarına batırmaktan hiç çekinmezler. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” derler.
Bütün bunları sahip oldukları iki ana imkâna borçludurlar. Biri teknik üstünlükleri. Ötekisi ekonomik durumları. Ayrıca bütün bunları, hâlen başta Afrika, Asya ve Ortadoğu’yu sömürmelerine borçludurlar.
Yine bütün bunları dünyanın her yerinde  -özellikle İslâm ülkelerinde-  çıkardıkları dinsel ve etnik / ırksal kışkırtmalara borçludurlar. Yine bütün bunları, gaye için herşeyi mübah / sakıncasız gören anlayışlarına borçludurlar.
İşte bütün bunları, bu bakış açısından hareketle olmadık entrika, yapmadık desise ve başvurmadık hile bırakmadıklarına borçludurlar. Üstelik bütün bunlara rağmen, yüzsüzce hak hukuk diye geveliyorlar! Hiç sıkılmadan demokrasi memokrasi diye mırıldanıyorlar!
Güya Globalleşme, Küreselleşme diye sayıklıyorlar! İşte bütün bu kamuflajlardan sonra -utanmadan- sureti haktan görünüyorlar! Mazlum milletlerin gözlerinin içine baka baka, yalan söylüyorlar. Bile bile iftira ediyorlar.
Irmağın üst tarafında duran Kurt misali. Suyumu niçin bulandırıyorsun, diyorlar! Göz göre göre  “Kuvvetliyim, öyleyse haklıyım!” diyorlar. Kuvvet Hak’ta olmalı, hak düstur ve prensibini hiçe sayıyorlar! Üstelik bile bile ayaklar altına alıyorlar.
Velhasıl zâlim başlarına adâlet külâhını takıyorlar. Mazlum başlarına ise zulüm külâhını geçiriyorlar. Sonra da kendi bozdukları, kendi karıştırdıkları, kendi kışkırttıkları milletlerin arasına, kurtarıcı pozlarla giriyorlar.
Böylece  -bilhassa-  maden kaynaklarını, petrol rezervlerini, ele geçirmiş oluyorlar. İç dış ticaretlerine el koymuş bulunuyorlar. Kimilerini de -Türkiyemiz gibi-  borç batağında boğmak istiyorlar. Bu şekilde elini kolunu bağlamak istiyorlar.
İstediklerini yaptıracak kıvama sokmak istiyorlar. Akıllarınca Türkiyemizi bir başka türlü teslim almanın oyununu tezgâhlıyorlar. Sanki kırk satır mı? Kırk katır mı? Demeye getiriyorlar. Değerli şairimiz Mithat Cemal Kuntay’ın kükrediği gibi, şunu bilmeleri gerekir ki:
“Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ,
Çekmez kürenin sırtı, bu tabut-ı cesîmi.”