Mutasavvıf Yazar İSMET BİNARK Beyefendi ile Hz. Mevlana’yı Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: İnancımızdan beslenen kültürümüze göre insanoğlunun dünyaya gönderilişi sebepsiz değildir. Büyük âlimlerin, velî kişilerin gönderilmesi ise özel bir sebebe mebnîdir. Hz. Mevlânâ söz konusu olduğunda neler söylenebilir?
İsmet Binark: Önce Mevelânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri’nin dünyamızı teşriflerinde o dönemdeki Türk-İslam âleminin durumunu anlatmak isterim.
Bilindiği gibi on üçüncü asır, Selçuklu Devleti'nin, siyâsî, içtimâi ve iktisadî buhranların bitmez tükenmez tazyiki altında can çekiştiği istikrarsız ve huzursuz bir dönemidir. Bu şaşkınlık ve kararsızlık içinde bunalmış olan halk, bir manevî ümit ve istinat noktasına bağlanmak zaruretinde idi. Bu arada, mâzîsi binlerce sene evveline giden ve yeryüzünün çeşitli fikir, felsefe, îtikat ve mezheplerinin içine sızmış kabalistik (1) motifler, adetâ kıyâfet değiştirerek, İslâm dîninin içine de yol bulmuştu. Bu arada, birtakım Bâtınî (2) ve Hârici(3) temâyüllü tarikat ve mezheplerle, Sünnî îmâna su katmakla mükellef şüpheli müesseseler, Anadolu'da yaygın bir nüfuza sahip bulunuyorlardı.
Selçukluların siyâsî fetret ve bozgunlarının sosyal plânda meydana getirdiği buhranlardan faydalanarak gelişmiş Cimri Baba(4) ve Baba İshak(5) vak'aları gibi arkalarından büyük toplulukları sürükleyen dînî-siyâsî hareketler ise, bir tasavvuf sisteminin malı olmaktan ziyâde, âsâyiş ve inzibat noktasından ele alınmak gereken vak'alar diye sınıflandırılmalıdır.
Halbuki saf ve samîmi manâsıyla Şark, Ahmet Yesevî'den(6) evvel ve sonra, Sünnî Müslümanlığı bir sünger gibi emip bünyesinde temsil ederek, onu tasavvuf normları içinde yeniden İslâm âlemine iade ederken, bir mücâhede ve tasfıyeli bir îman ruhunu da berâbe: getirmiştir.
Şerîate bağlı, berrak ve feragatli bir ahlâk anlayışını, Ahmet Yesevî adına Uzak Şark'tan Garp Türklüğü içine getiren binlerce velî, ne çâre ki bir taraftan yabancı şerîatlerin nüfuzu altında kalmış, bir taraftan da, zümre ve şahıs menfaatlerine âlet olmuş. Bâtınîlerle karşılaşınca, onlar tarafından kendi saflarına kazanılmış gibi gösterilmiştir. Böylece, zamanın aldatan hükmü, beşeriyete üslûp ve istikâmet veren bu erleri, erenleri, ahileri, abdalları. dalâletin ve cehâletin kendisi imiş gibi damgalamak hatâsına düşmüştür.
Anadolu'da Kızılbaşlık cereyanlarının ve buna muvâzî olarak ve hüviyeti karanlık bir melâmet fikrinin, basit halk tabakalaşmasında kesif taraftar bulması, insanları dînin kayıt ve şartlarından âzâde tutan bir hürriyet vâdederek, şeriatın haram kabul ettiği fiilleri mubah telâkki etmesi ile izah olunabilir.
Ne ki, şerîate bağlı inanışın kafası olan Selçuklular devrinde tasavvuf müessesesi ve diyânet haritası, İslâm birliğini parçalamak yolunda siyâsî, içtimaî ve iktisadî imkânlardan kuvvet ve mesnet bulan bu ocaklara Fahreddîn-i Irâkî(7), Sadreddîn-i Konevî(8), Evhadüddin-i Kirmânî(9) ve nihayet Celâleddîn-i Rûmî gibi kuvvetli merkezlerle karşı çıkmış bulunuyordu.
Anadolu'nun kifâyetli bir devletçilik anlayışından mahrum kalarak kendi başının derdine düştüğü on üçüncü asırda tasavvuf an’anesinin, Bâtınî karakter taşıyan mihraklarına rağmen, saf Sünni îmânı destekleyen çok kuvvetli merkezler, rüştlerini ve zaferlerini îlân etmiş bulunuyorlardı. Bahusus Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, saf îmânın hür ve samîmî temsilcisi olarak gelip Konya'ya yerleşmesi, iktisadî buhran ve içtimaî huzursuzlukları bir çamur gibi yoğurup, bundan kendi tefekkür sistemleri lehine tehlikeli binâlar kurmak isteyen Bâtınî kuvvetlere karşı protesto mâhiyeti göstermiş ve müthiş zehirlerinin panzehiri olmuştu.
O zamanki Türk-Islâm coğrafyasında içtimaî muhîtin bir mahsûlü olan bu diyanet ve tasavvuf haritasını, daha kısa çizmeye imkân yoktur.

Çetinoğlu: Çok mükemmel ifâde buyurdunuz. Tek cümle ile özetlemek gerekirse:  O’nun özel görevi, zayıflatılmaya çalışılan İslamî düşüncenin dirilişini sağlamaktı… Açıklamalarınızın detayını almak için sorayım: Görevini nasıl bir metod ile îfâ etmeye çalıştı?
Binark:
Kendini bir beşeriyet fedaîsi olarak insanlara nezretmiş müstesnâlar arasında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kütle terbiyesindeki gayesi, sistemi ve metotları gayet sarih ve hasbî idi.  Tam bir vahdetçi görüşle(10), iyâlullâhı(11) tanıyıp saygı, sevgi ve şefkatle bağlı olduğu insanları, hayvânî insiyaklarının esâretinden kurtararak tasfıyeli ve muhâsebeli bir rûha, bir vicdan hürriyetine eriştirmek istiyordu. Bunun için de kütlenin bir şevk ve îman potasında birleşip bir bütün hâline girmesi ve sonra da bu şevk ve îmânın o bütünün müşterek enerji kaynağı hâline gelmesi lâzımdı.
İşte rehber ve mürebbî Mevlânâ, bu gaye uğrunda nesi var nesi yoksa insanların önüne döküp, onları bulundukları seviyeden bir adım ileri götürmek için san'atını, îmânını, ahlâkını, şevk ve aşkına kütle emrinde seferber eden örnek terbiyecidir.
İnsanları kendi kendileriyle yüzleştirerek kötülüklerinden utandıran ve onlara kemâlin ve müteâlin(12) hasret ve iştiyakını aşılayan Hazret-i Mevlânâ, böylece nefsânî kuvvetlerin baskısı ile sinip, şuuraltında uyuklaya kalmış değerleri, sihirli aşk asâsiyle dürterek faaliyete geçirmeyi bir din gibi mukaddes bilmiştir. Zira kendi kendinde bilkuvve mevcut kıymetlerle aşinalık kurup, onları yüksek ve müşterek bir îmânın içinde faal kılan kimselerdir ki cemiyeti cehilden bilgiye, karanlıktan aydınlığa çıkarırlar. Müşkülleri yener, zorlukları aşar, güzeli bulur, doğruyu arar ve iyinin peşine düşerler. Öyle ki bu şevk ve îman potası içinde harmanlanıp savrulan ferdî egoizm, yâni nefsânî kuvvetler, musaffâ(13) bir enerji hâline gelince de, iç tabîatın pençesinden kurtulan insanoğlu; kinlerden, hasetlerden, gurur, intikam gibi yıkıcı ve menfî duygulardan boşalarak bir vicdan cennetinin hürriyetine adımını atmış olur.
Kütle terbiyesinde sevgiyi esas tutan büyük hakîm, bunun içindir ki cemiyetin her bir tabakasına cömert hattâ müsrif bir efendi ikrâmiyle el uzatarak: ‘Ben her cemiyette nâlân oldum, kötü halliler ile de iyi halliler ile de beraber oldum’ demekten çekinmemiştir.

Çetinoğlu: İnsanlık da O’nun bu hizmetlerini karşılıksız bırakmadı, gönlüne ‘Sultan’ olarak yerleştirdi…
Binark: Y
aradılışın bekâ ve devam sırlarını hâmil olan bu büyük kurtarıcıya şâir olarak, mütefekkir olarak, hakîm olarak, mutasavvıf ve sanatkâr olarak, bizimle beraber bütün dünyânın da ebedî hayranlık ve ihtiram borcu vardır. Fakat bu vatanın, bu toprakların evladı olarak biz Türklerin, târih kaderimiz yönünden, O’na ayrı bir minnet ve şükran borcu duymamız gerekir. Zîra on üçüncü yüzyıl Anadolusu'nun bir tarafta çeşitli mezhep ve inanışlarla bulanmış havası, bir taraftan Moğol istilâ ordularının baskısı ile karışmış nizâmı içinde Mevlânâ'yı, mücâhit ve kahraman ruhuyla; yılmadan, usanmadan Müslüman-Türk îman ve tefekkürü adına faâliyette görürüz. Öyle ki, mâlik olduğu değerlerle hâlin olduğu kadar istikbâlin de hamurunu mayalayan her büyük insan gibi, kütleye, kemâlin ve müteâlin tohumlarını saçan Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Anadolu Türklüğü'nün siyâsî kaderiyle işbirliği yapan içtimaî târihinin fonunu çizmiş üstat bir kudrettir.

Çetinoğlu: Bütün bu işleri dünyaya hâkim olabileceğinden endişe edilen Moğallara rağmen başarıyordu…
Binark:
Selçuklu İmparatorluğu'nda Moğolların oynadıkları son oyunları ferâsetli bir müşâhit olarak tâkip etmek vaziyetinde bulunan büyük terbiyecinin, askerî başarılarına rağmen, neticeyi medenî seviyeleri düşük Moğollar lehine görmediği aşikârdı. Bâzı şiirilerinde, bu istilâ hareketlerine açık veya kapalı temas eden mısrâlar göze çarpar.

Çetinoğlu: Selçuklular hakkındaki düşünceleri biliniyor mu?
Binark:
Hazret-i Mevlânâ, üç asır "Sadr-ı İslâm"(14) imtiyazını muhafaza etmiş bu imparatorluğun yıkılışına bigâne değil, tarrafsızdı. Selçuklu devri kapanabilirdi ve kapanacaktı da. Târih meydanında tâlih deneyip nöbet savanlar arasında Selçuklu denen devlet de, Küçük Asya Türklüğü'ne bir Akdeniz medeniyetinin tecrübesini gösterdikten sonra, artık siyâsî kaftanını sıyırmak üzere bulunuyordu. Amma ömrünü tamamlamış bir devletin târih huzurundan çekilmesi, kütlenin bağrında mahfuz potansiyelin kaybolması demek değildi. Mademki Moğollar, istilâ ve zaferlerine rağmen bu muhteşem medeniyet bakiyesine vâris olmaktan uzak bulunuyorlardı, şu hâlde galibin de mağlûpla beraber, üstün bir kuvvet tarafından temsil edilmesi, onun da inhilâl edip yeni terkibin potasında erimesi lâzım geliyordu.
Acaba bu namzet kuvvet kimdi ve nerede idi? Hızını alamamış bir Müslüman-Türk dinamizmi, kütlenin şuûraltında didişmekte bulunuyordu ki henüz kuvvede olan bu gizli talebin, yeni bir merkez etrafında peteklenip et kemik bağlaması lâzımdı.

Çetinoğlu: Osmanlılar mı?
Binark:
Evet! Osmanlı Türklüğü'nün devir alacağı ve dört başı mâmur bir cihan imparatorluğunun bünyesinde teşkilatlandıracağı bu potasiyeli, içtimaî şuurun hamuru içinde yoğurup yeni bir inkişaf ve yeni bir nizâma götürmekte birinci derecede söz sahibi olan tasavvuf an'anesi içinde Mevlânâ, her Türk'ün minnet ve şükranla bağlanması gereken inşâcı idealistlerin ön safındadır.
Terbiyeci ve mürşit Mevlânâ, muvâzenesi bozulmuş bir cemiyette asırların ve nesillerin süzgecinden geçmiş kararlı mizacı, ahlâkı, derin kültürü, feragati, ismeti ve asâletiyle, sahteyi gerçekten, istatistik bir görüşle ayırt ederek içtimâi şuurun önüne döken ve beşeriyetin eline bir kıyas malzemesi vererek kütleye nefes aldıran hakîm insandır.
İçinde derslerini verdiği medresenin muhteşem çatısı altında takririni bitirip de, iki cihanın kayıtlarından âzâde başı önünde, dudaklarında aşk gazelleri, cübbesinin etekleri uça uça geçtiği yollara ve konduğu duraklara, hikmetinden, irfânından, heyecan ve samîmiyetiyetinden aşikâr bir iz, bir nişan, bir ses ve nefes bırakmıştır.

Çetinoğlu: Bıraktığı ses ve nefes, asrımızda da İslam-Türk âlemi için bir ümit gücü ihtivâ ediyor mu?
Binark:
Ediyor. İsterse beşeriyet şimdi de aynı izi bulur ve üstünde yürüyebilir. Aynı sesi ve nefesi duyarak, büyük kurtarıcılar kafilesinden olan bu büyük terbiyeciyi, kendi arasında, kendi hayâtının içinde bulabilir. Yeter ki Ademoğlu, büyük insan motifine olan ezelî ve tabiî ihtiyacını hissedecek seviyeyi ve şuuru yeni baştan kazansın ve elini de gönlünü de onunla birleştirmek lüzumuna inansın.

Çetinoğlu: Mümkün mü?
Binark:
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin dünyâlara sığmayan fikir ve duygu lirizmi, yediyüz yıldır bir Tanrı saçısı olarak hikmetli ve san'atlı üslûbu ile beşeriyetin eli altında bulunduğu halde, ne yazık ki insanoğlu, O’nun nefsânî bataklıklar üstüne kurduğu köprüyü görememekte, göremediği için de beşerî ihtiras ve ayıplar çamurundan sıyrılıp hikmet ve irfan kıyılarına atlayamamaktadır.
Artık yirminci asrın insanı, kendini yalnız et, kemik ve kandan ve mahlûk olarak görmek, onun için de sâdece etine kemiğine hizmet eylemek dalâleti içindedir. Bu yüzden de bizzat hâmil gerçekleri arayıp sormaz ve hattâ seçemez olmuştur. Netice itibâriyle kendi kendine yabancı, hattâ düşman kesilen bu insan, sevgiyi unutmuş, îmândan ihlâstan habersiz kalmış; sonunda da, üstüne çöken egoizme teslim olarak, onun emrinde dünyaya meydan okuyan bir dev hâline gelmiştir.

Çetinoğlu: Engeller bilinirse, muhtemeldir ki kaldırılabilir, aşılabilir…
Binark:
İnsan tabiatında köle ve emir kulu kalmaya mahkûm hisler vardır. Kin, nefret, intikam, yalan ve iftira gibi. Cemiyetler ne vakit bu kölelere hürriyet tanıyıp başıboş bırakacak olursa, hayat düzeni altüst olmak mukadderdir. Gerçi insanoğlunun hamurunda müsbet ve menfi duygulara beraberce yer verilmiştir Ancak bu iki kuvvet itidal çizgisini aşmadığı müddetçe, yapıcı bir malzeme vasfını taşır. Yeter ki menfî kuvvetler, müsbet enerjinin hükmü ve kontrolü altında kalsın ve böylece de köleye efendi mevkii verilmek hatâsı işlenmesin.

LÜGATÇE:
(1) kabalistik: Yahudi öğretisi olan Kabala ile ilgili.
(2) Bâtınî: İslamiyet’te Kur’an Âyetlerinin görünür mânâlarının dışında ve daha derinde anlamlarının bulunduğunu ileri süren görüş.
(3) Hâricî: Dinî ve siyasî konularda itaatten ayrılıp isyan derecesine varan aşarı görüş ve faaliyetleriyle tanınan siyasî bir mezhep.
(4) Cimri Baba: Karamanoğlu Beyliği’nin desteğini alarak 1277 yılında Selçuklu tahtını ele geçiren isyankâr. Bu kişi, İlhanlı ve Selçuklu ordularının harekete geçmesinden korkarak Karamanoğulları ile birlikte kaçarken yakalanıp öldürüldü.  
(5) Baba İshak: 1237 yılında Babaî Ayaklanması’na öncülük eden Türkmen lideri. 1240 yılında idam edildi.
(6) Ahmet Yesevî: 1093-1166 yılları arasında Türkistan’da yaşayan Türk şair, mutasavvıf ve mütefekkir.
(7) Fahreddin-i Irakî: 1209’da Hemedan’da doğup 1289 yılında Şam’da vefat eden, Allah’ın ‘bir’liğini aşk diliyle anlatan âlim ve şair sûfi
(8) Sadreddin-i Konevî: Dedeleri Konya’dan Malatya’ya gelen, 1210-1274 yıllar arasında yaşayan mutasavvıf. Mevlana Hazretleri’ne hocalık etti.
(9) Evhadüddin-i Kirmânî: Sadreddin-i Konevi’nin hocası. 1164 yılında Kirman’da doğdu, Anadolu’da yaşadı, 1238 yılında Şam’da vefat etti.
(10) vahdetçi görüş: Tasavvufta, her şeyi bir olarak ve bir içinde nesneleri Allah ile görmek.
(11) iyâullâh: Evliyaullah, evliyalar, veliler.
(12) müteâlin: Yücelmiş kişiler.  
(13) musaffâ: Temizlenmiş.
(14) Sadr-ı İslam: İslam’ın önderliği.
 
İSMET BİNARK


Türkistan’dan yollara düşüp Elazığ’a yerleşmiş, ataları Türkistanlı olan bir aileye mensuptur. Dedesi, ordudan topçu albay rütbesi ile emekli olmuş. Ahmet Hamdi Binark’tır. Babası Mehmet Ferit Bey, Maliye Bakanlığı’ndan emekli olan bir bürokrattır.
Anne tarafı ise Osmanlı’nın ilk devirlerine kadar uzanan Kastamonulu bir ailedir. Anne tarafından dedesi, Fâtih Hırka-i Şerif Camii imamlarından Hâfız Cemal Efendi’dir.
28 Şubat 1941 târihinde İstanbul’un Fâtih semtinde doğdu. İlk ve ortaokulu İstanbul’da okuduktan sonra, Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi. Yüksek tahsilini  Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nde tamamladı.
Çevresinde bulunduğu isimlerin en önemlisi; hayatına yön verecek olan Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’dir. 
1964 yılında üniversiteyi bitirdikten sonra kısa bir süre Devlet İstatistik Enstitüsü’nde çalıştı. 1967’de Millî Kütüphane’de memuriyet hayatına başladı. Çeşitli kademelerde görev yapan Binark, Sonraki yıllarda Başuzmanlık görevine kadar yükseldi.
1971 yılında İngiltere ve Finlandiya’da kütüphanecilik eğitimi gördü. İngiliz Millî Kütüphanesi’nde staj çalışması yaptı. Dâvet üzerine, 1975 yılında Başbakanlık bünyesinde ‘Cumhuriyet Arşivi’nin kurulmasına öncülük etti. Başbakanlık tarafından arşivcilik eğitimi görmek üzere İngiltere’ye gönderildi. Bu eğitimi tâkip eden yıllarda, Fransa ve Finlandiya’da  devam etti.  Cumhuriyet Arşivi’nde istihdam edilen personelin arşivcilik eğitimini de kendisi üstlendi. Sırasıyla, Devlet Arşivleri, Genel Müdür Yardımcılığı ve Genel Müdürlük görevlerinde bulundu.
Ankara’da, A.Ü. Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde üniversite seviyesinde arşivcilik eğitiminin başlatılmasına öncülük etti. Arşivcilik konusundaki kitap ve makaleleri ile Türk arşivciliğine katkı sağladı, eğitimine destek verdi.
1931 yılında kilosu 3 kuruş, 10 paradan hurda kâğıt fiyatına Bulgaristan’a satılan Osmanlı evrakının mikrofilm ve fotokopi olarak örnekleri, onun genel müdürlüğü döneminde şahsî gayretleri neticesinde Devlet Arşivi’mize kazandırılmış, getirilen bu evraklar kataloğu da neşredilmiştir.
İsmet Binark, 1998’de kendi istediği ile emekliğe ayrıldı. A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde, Hacettepe ve Gazi Üniversitelerinde arşivcilik dersleri verdi.
1964 yılında ilk yazısı yayınlanan İsmet Binark’ın kütüphanecilik, Türk kitapçılık târihi ve sanatları, Türk arşivcilik târihi, modern arşivcilik, kültür târihimiz, yakın dönem parlamento târihi, Ermeni meselesi, biyografi ve bibliyografya konularında 40’tan fazla telif eseri vardır. Bu konularda 200’e yakın yazısı, millî ve milletlerarası kongrelere sunulmuş tebliği bulunmaktadır.
Türk Ocakları Merkez Heyeti’nde ve Ankara Aydınlar Ocağı’nda görev almıştır.
Türk ilim, kültür, fikir hayatına ve Türklüğe yaptığı hizmetlerden dolayı, Türk Ocakları Genel Merkezi, Ankara ve İstanbul Aydınlar Ocağı, Avrasya Bir Vakfı, Türk Dünyâsı Araştırmaları Vakfı, İstanbul Fetih Cemiyeti, Kubbealtı Kültür ve Sanat Akademisi, TBMM Başkanlığı, Irak Türkmen Cephesi, Altay Eğitim, Kültür Vakfı ve Türkiye Yazarlar Birliği başta olmak üzere çeşitli kurumlarca ödüle lâyık görülmüştür.