Mutasavvıf, Avukat, Müzisyen ve Sohbet Ehli Mütefekkir,
Mevlânâ Uzmanı ÖMER TUĞRUL İNANÇER Beyefendi ile
Mevlevî Tarîkatını, Mevlânâ’da Muhabbet ve
Tarikatlarda Seyr-ü Süluk Kavramlarını Konuştuk.


uz Çetinoğlu: Mevlevî Tarîkatı ne zaman, nasıl oluşturulmuştur?

Ömer Tuğrul İnançer: Tabiî Hz. Mevlânâ’nın içtihadına uyanlar Mevlevî oldular. O zamanlar şeyhin ismine bağlı olarak yâni ‘Celâlî’ gibi konuşulurdu. Sultan Veled Efendimizin dervişlerine ‘Veledî’, Hüsameddin Efendimizin dervişlerine ‘Hüsâmî’ denirdi. Fakat sonra şeyh Afyonlu’ydu, Karamanlı’ydı, gibi dervişler ve tekkeler de çoğalınca ismine; ‘Fe eynemâ tüvellû, fe semme vechullah yâni ‘Nereye dönersen dön Allah’ın vechi ile karşılaşırsın.’ Âyetindeki ‘Tüvellu’dan kaynaklanan ‘Mevlevî’ ismi benimsendi. İsminin sonradan konmuş olması, sonradan oluşmuş mânâsına gelmez. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ tarîkat piridir; onun prensipleri, halifesi Çelebi Hüsameddin, oğlu ve halifesi Sultan Veled ile beraber yürümüştür.

Çetinoğlu: Mevlevî Tarîkati, intisab edenlere neler kazandırıyor?

İnançer: Tek kelimeyle ‘Adam’ sıfatını kazandırır. Tabiî her mektebe giden o mektepten mezûn olmaz. Her mezûn olan, o mektepte hoca olmaz. Bu da ona benziyor. Öğretmenler bir sınıftan bir tane adam yetiştirebilirlerse, kendilerini mutlu addederler. Biz Osmanlı döneminin kalıntıları hocalarda okuduk. Birçok büyük hocada okuduk. Üniversitede de Sıddık Samilerde, Ali Fuad Başgillerde okuduk. Onlar da öyleydi. Ben bunları bâzı büyük hocalarımdan duydum. Meselâ, Bursa Lisesi felsefe hocası Kâzım Baykal’dan kulağımla duydum. Bir mezûniyet yılı içinde 1 tane istediğim gibi adam varsa ben görevimi yaptım, derdi. Dolayısıyla bu şuna da benzer; bahçevan bir gül için bin diken sular ama diken sulanmadan gül elde edilmez. Dolayısıyla her müntesip kendini gül zannetmez. Ama o bahçenin dikeni olmak bile bir nimetdir. Bakın “Kıtmir-i,, “ Ashâb-ı Kehf,, ile birlikte anarlar.

Çetinoğlu: Hz. Mevlânâ’da ‘Muhabbet’ kavramı neyi ifâde ediyor?

İnançer: Zâten Hz. Mevlânâ’dan ibâret değildir muhabbet kavramı, tasavvuf. Daha doğrusu din, daha doğrusu var oluş sebebi muhabbettir. Cenâb-ı Allah ‘Ben bilinmeyi murad ettim…’ İstedim diye tercüme ediyorlar ama Allah istemekten münezzehtir, Allah istemez bir şey. ‘Bilinmeyi murad ettim ve Kâinat’ı yarattım.’ Diyor. Allah-ü Zü’l Celâl aynı zamanda mütevazıdır. Kur’ân-ı Kerîm’deki ifâdelere bakarsak öyle olduğunu anlarız. Meselâ, ‘biz’ sıfatını kullanır. Çoğul değil. O tevâzu ifadesidir. Muhakkak ki biz şöyle yaptık derken oradaki ‘biz’ çokluk değil sâdece tevâzu ifâdesidir. Allah ‘Ben sevileyim diye yarattım’ demiyor. Ama hakikatte laf budur. Nedir bu? Allah’ı tanıyınca sevmemek mümkün mü? Değil. Demek ki hakikatte o kelime geçmese bile ifâde ‘sevilmeyi murad ettim’dir. Kezâ; ‘Ben, sizi cins cins, kabile kabile yarattım, biribirinizi daha iyi tanıyıın’ diye. Biribirimizi tanıdıkça ne olur? Daha çok severiz. Yâni burada ‘tanıma’ kelimesini söylüyor Cenâb-ı Hakk ama tanımadan sevemeyeceğin için sevmenin birinci basamağını söylüyor. Ötekini söylemesine lüzum yok. Tanıdığını seversin; birbirinizi de tanırsanız seversiniz buyuruyor. Dolayısıyla sevgi hem var oluş, hem varlığı idâme ettiriş sebebidir. Bunu herkes en yüksek şekliyle -hem lisânen, hem bedenen- ifâde edebilir. Hz. Mevlânâ bu hususta zirvedir. Çok güzel ifâde etmiş. Dolayısıyla muhabbet kavramı bütün turûk-u aliyyede esastır, elbette Hz. Mevlânâ’da da vardır.

Çetinoğlu: Her insan Mevlevî Tarîkati’ne girebilir mi? Bir seçme-eleme yapılıyorsa, hangi şartlar-vasıflar aranıyor?

İnançer: Her insan Mevlevî tarîkatına giremez. Müslüman olacak evvelâ. Her Müslüman girebilir. Bunu özellikle söylüyorum. Çünkü zamanımızda ‘Ben Hıristiyan’ım ama Mevlevi’yim’ diyen salaklar var. Hz Peygamber’in ayağının tozu olduğunu ifâde eden bir zâta, o zâtın ayağının tozu olarak girilir. Dolayısıyla Müslüman olmadan Mevlevî olunmaz. Bir başka şart yoktur. ‘İster gel… ister gel…’ lafı Hz. Mevlânâ’nın değildir. Onun olmadığını rahmetli Şefik Can yazdı ve biz hâlâ da söylüyoruz. İnsanlar böyle söylüyorlar. Bir kere o rubai hem O’nun değildir, hem Hz. Mevlânâ’nın fikrine aykırıdır. Bir kere tercüme yanlışlığı var. Hz. Mevlânâ o rubaide ‘gel’ demiyor. ‘Biya’ gel demektir, “ Bâzâ” ‘dön gel’ demektir. Çünkü sen “İslam,, fıtrat üzerine yaratıldın. Putperest oldun, tövbeni bozdun, her türlü haltı ettin. Ama her türlü haltlar Allah’ın rahmeti yanında solda sıfırdır. Dolayısıyla ‘kokunla gel, burayı da kokut’ demiyor. ‘Ümidini kesme’ diyor. Ama dolayısıyla biz kendi nefsimize göre anlamaya çalıştığımız için Hz. Mevlânâ’yı da anlamıyoruz. ‘Burası adam olma yeridir’ diyor. Bir kere de, en önemlisi de ‘günah işledim diye ümidini kesme’ demek istiyor.”Lâ teknetu min Rahmetillah” ayeti anlatılıyor. Bu genel bir kuraldır; insanlar inandıkları gibi yaşamazlarsa yaşadıkları gibi de inanmaya başlarlar.

Çetinoğlu: Hz. Mevlânâ’nın, hâlis bir Müslüman, hattâ bir ‘İslam Velisi’ olduğunda şüphe yok. Müslüman olmayanların Hz. Mevlânâ’ya bağlanmalarını nasıl yorumlamak gerekir?

İnançer: Müslüman olmasalar da insan. Her insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Dolayısıyla Türkçemizin o canım tâbiri ‘Zât-ı Âliniz’… Herkes Zât-ı Âli’dir. Ama sıfatı bozuktur. Sıfat düzeltilir. Zât, zâten âlidir. Allah’ın halifesi çünkü. Dolayısıyla onların da içinde bir muhabbet cevheri var. Hz. Mevlânâ öyle bir madenci ki o muhabbet cevherini bâzen bucurgat ile bazen ufacık bir çekiç ile kazıp ortaya çıkarıyor. Ama bunların hepsi birer duraktır. Son durak değildir. Zâten son durağı yoktur bunun. Çünkü Allah’ın nimetinin sonu yoktur. O bir durağa geldiği zaman ben bir yere geldim diye zannediyor. Zavallı, hâla nefsinin esiri. Bir de başkalarında olmayan marifet bende var diye bir başka nefse sâhip oluyor. Dolayısıyla bunlar ancak o seviyede. Peki, niye başkaları değil? Başka tarikatlar, başka insanlar değil? Bilinmiyor da ondan. Osmanlı zamanında böyle değil. Meselâ, İtalyan ressam Fausto Zonaro bir Halvetî dergâhındaki zikri anlatır ve en başta da kendisi koymuştur. Pierre Loti, İstanbul’da tekke geziyor. Niye sâdece Mevlevîhane’ye gitmiyor? Kasımpaşa Tekkesi’ne gittiği tarihen sâbittir. Şazelî Tekkesi olan Ertuğrul Tekkesi’ne gittiği tarihen sabittir. Şimdi yok ki nereye gitsinler. Çünkü sâde o biliniyor. Başka yok da ondan. Çok cami, tekke, çeşme ne ararsan yok edildi.

Çetinoğlu: Mevlânâ öğretilerinde hümanizmden izler bulunduğunu iddia edenler var. İddia sâhiplerine nasıl bir cevap vermek gerekir?

İnançer: Hz. Mevlânâ’nın öğretilerinde humanizmden izler yoktur. Humanizmde Hz. Mevlânâ’dan izler vardır. İddia etmek kolay. İspat etmek zor. İspat etsinler. Hz. Mevlânâ gibi bir deryâyı, insanı insandan dolayı sevmek olan humanizm fincanına sığdıramayız. Humanizmde Hz. Mevlânâ vardır; ondan öğrenmişlerdir. Ayrıca insan sevgisi de Hz. Mevlânâ’ya ait değildir. İslam tefekküründe insan, zâten fıtrat-ı İslam üzerine yaratıldığı için sevilmeye lâyıktır. Yahudiler henüz Medine’den çıkarılmadan önce bir akşam üzeri Efendimiz gölgelikte otururken uzakta bir cenaze geçtiğini görünce ayağa kalkıyor. Yerliler (Ensar) biribirine bakışıyorlar. Efendimiz ne oldu, diyor. Yerliler ‘Efendimiz, Siz ayağa kalktınız. Siz ayağa kalktığınızda biz de ayağa kalktık ama bu giden Yahudi’ diyorlar. Efendimiz buna kızıp asabileşip o iki kaşı arasındaki damarı ortaya çıkıyor ve ‘Olsun, o da benî âdem değil mi?’ Müslümanlık budur. Biz Rahmete lil âlemiynin ümmetiyiz, rahmete lil müslimiynin değil. Onun için insanı insandan dolayı sevmek değil, Yunus Emre’mizin ifadesiyle, ‘Yaratılanı sevmek Yaradan’dan ötürü…’ Yâni nakşa bakıp nakkaşı sevmeyi, resme bakıp ressamı sevmeyi, kitabı bakıp müellifi sevmeyi öğreneceğiz. ‘Ne güzel manzara! Bir de şunu yaratanı düşün yahu!’ Bu kadar basit yâni.

Çetinoğlu: Mevlevî semâsı ile Bektaşî semâhı arasında bir ilişki var mı?

İnançer: Allah Kitab-ı Kerîm’inde ‘Ellezine yezkürun ellãhe kiyamen ve kuuden ve ala cünubihim …’ buyuruyor. Yâni; ‘Beni ayaktayken de, oturuken de, yan üstünde anınız.’ Zaten başka bir hâli var mı insanın? Ayaktayken ya durursunuz, ya yürürsünüz, ya koşarsınız. Yerde, iskemlede vb. otururursunuz. Bir de yatarsınız. Başka hâliniz yok. Yâni her hâlinizde anın beni. Fakat bu kelimeleri bir stil hâlinde almış tasavvuf, ve âyinlerine bunu aksettirmiş. Kuudî âyinler var; oturarak yapılır, ayağa kalkılmaz. Kıyâmî âyinler vardır; ayakta yapılır. Kıyâmî âyinler iki türlü olur: 1- Durarak, 2- Yürüyerek. Anadolu Eşrefi Kadirîleri sağa doğru halka hâlinde yürüyerek, bütün Halvetîler sola doğru yürüyerek âyin yaparlar. Mevlevî âyini de hem semâhânenin etrafında, hem kendi etrafında dönerek semâhânenin etrafında döner dervişler. Dolayısıyla devrânî bir âyindir. Devr-i Veledî’de şeyhin arkasından yürürler. Yâni hiçbir yere bir bilenin peşine takılmadan varılmazın ifâdesidir. Üç defa dönülür meydan Devr-i Veledî de; ilmel yakîn, ayne’l yakîn ve hakke’l yakîni sembolize eder. Ama âyin sınıflandırmasında devrânî ayinler sınıfına girer Mevlevi Ayini. -yani hem kendi etraflarında, hem semâhânenin etrafında- dönerler.

Bektaşî semahında da ki bugün yok; Alevi semahı ile Bektaşi semahını karıştırıyorlar. Alevi semahı bugün folklorik bir hâle gelmiştir, oyun hâline gelmiştir. Bektaşi semâhıyla alakası yoktur. Hiçbir Bektaşi semâhında kadın-erkek bir arada olmaz. Bektaşilik, Ehl-i Sünnet bir tarikattır; Alevilik ise, başka bir yoldur. Alâkası yok. Dolayısıyla arasında hem ilişki vardır, hem ilişki yoktur. Bektaşiler de kendi etraflarında üç tur hâlinde dönerler. Ben bunları İstanbul Ansiklopedisi’nin ‘Tarikatlar’ maddesinin ‘Tarikatlardaki Musiki ve Âyin’ konu başlığında bütün teferruatıyla yazdım. İlişki de vardır, ilişki de yoktur. Dolayısıyla her ikisi de âyin unsurudur. Her tarikatta başka türlü zuhur etmiştir. Dayanağı da demin arz ettiğim âyettir.

Çetinoğlu: Atatürk’ün Mevlevî Tarîkati’ne bakış açısı nasıldı?

İnançer: Bütün tarîkatlere baktığından farklı bakmamıştır. Türkiye’de Atatürk yalakalığı âdet olduğu için Türbe-i Şerîf’in, dergâhların kapatılmasından sonra müze olarak açılmasını sanki özel bir ilgi gibi gösteriyorlar. Bu da bir siyâsettir. İşte bugün ‘Mevlevî âyini yapılıyor; cumhurbaşkanı, başbakan, vali bile buraya gidiyor. ‘Atatürk de gidiyordu’ diye söylüyorlar. Hâlbuki ‘Tekke ve Zaviyelerin kapatılması’ devrim kanunlarında da vardır. Türkiye’de 50 küsur Mevlevihâne var. Onlar niye açık değil? Lâf ola beri gele yâni. Bütün dinî kurumlara bakışı gibidir Atatürk’ün böyle bir yere bakışı. Yâni menfidir, o kadar.

Çetinoğlu: Mesnevî’nin Kur’an-ı Kerim’in bir yorumu olduğunu ortaya koyan birkaç örnek lütfeder misiniz?

İnançer: Mesnevî şerîf, Kur’ân-ı Kerîm’in bir tefsiridir. Ancak klasik bir tefsir kitabı değildir. Her anlattığı bölümde Kurânî hakikatler vardır. Bunu tercüme okuyarak anlayamayız. Zamanımızda -Lâtinize edilmiş hâliyle yazılan- en güzel ve insanlara en faydalı Mesnevî şerhi Tahirü’l Mevlevî’ninkidir. O okunduğunda buna dair fevkâlâde ve çok örneğe rastlarız. Kur’ân-ı Kerîm tefsir olunur ve her mısraı, her hikâyesi, her başlığı hem Kurânî hikâyelerle, hem Kur’ân’daki gerçeklerle tamamen bağdaşır. Mesnevî okumadan Hz. Mevlânâ’yı anlamak zâten mümkün değildir. Mesnev-î Mevlev-î Manavî Pes Kur’ânest zabân-ı Pehlevî Mısra_ı meshurdur. O mevlevinin –yani Hz. Mevlananın – Mesnevisi; Pehlevî lisanında ( Farsçada) yazılmış Kur’ân gibidir.

Çetinoğlu: Tasavvufla ilgili bir tâbir olan ‘seyr ü sülûk’ nedir?

İnançer: Dervişlerin mânevî yolculuğunun adına ‘seyr ü sülûk’ denir. ‘Sülûk’ meslek edinme, kendine iş edinme; ‘seyr’ de tâkip edilen yol. Yâni yükselme yolculuğudur. Bu her tarikatte vardır. Resullullah Efendimiz zamanında da vardır. Ashâb-ı Suffe’yi iyi tanırsak, bunun başlangıcını anlarız. Mevlevilik seyr ü sülûkunu İsm-i Celâl ile yaptırır. Bu da ancak bir ihtisas konusudur. Yâni çok fazla anlatılacak şey var ama röportaja girmez. Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkas, Hz.Amr Bin Hattab ( Hz. Ömer’in ağabeyi) Hz. Halid Bin Zeyd (Eyüp Sultan) gibi ashâb-ı soffa’yi tanımak, bilmek lazım.

Çetinoğlu: Seyr ü sülûk ile iyi bir Müslüman olma arasında nasıl bir bağ vardır?

İnançer: Hz.Sümbül Sinan Efendi. Hz.Merkez Efendi, aynı zamanda bir doktordur. Manisa Darüşşifâsı’nın başhekimidir. Eyüp Sultan civârındaki meselâ Fevzi Çakmak’ın kabrinin hemen yanı başındaki Küçük Hüseyin Efendi, Nakşî şeyhidir. Aklınıza hangi isim geliyorsa… Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver’i biliyorsunuz, değil mi? Onun Şabanî şeyhi olduğunu kim biliyor? Cumhuriyet döneminde yazılmış ilk tefsir kitabı Elmalılı Ahmed Hamdi Efendi’nin. Elmalılı Ahmed Hamdi Efendi’nin de Şabanî dervişi olduğunu kimse bilmez. Dolayısıyla işte iyi Müslüman aynı zamanda Efendimizin tâbiri ile ‘Hayrun nas men yenfeun nas’ yâni İnsanların hayırlısı, insanlara hayrı dokunandır.’ Bu adamların insanlara hayrı dokunmuş mu? Bu zevâtın? İşte demek ki bunlar hep seyr ü sülûk sahibi insanlardır. Hz. Hûdâiler, Hz.Niyazi-i Mısriler, Hz. Bayram-ı Veliler…daha sayayım mı?

Çetinoğlu: Tasavvufî hayatın sınırlandırılması sebebiyle Müslüman Türk insanının mâruz kaldığı mahrumiyetler nelerdir?

İnançer: Adam olmaktan mahrum kalmıştır. İrfânsız, insanı bedenden ibâret zanneden bir materyalizm, bedenin rahatına yönelik icâdları, medeniyet zannına ma’ruz bırakılan bir toplum, insanî değerlerden uzaklaşmış toplum. Dini, yalnızca mükellefiyetlerin edâsını yerine getirerek, işim bitti, zannı. ‘Yerim aşı, kılarım beş’i, yatarım aşağı’ zihniyeti... Daha bunun gibi insana yakışmayan, vasıf bile diyemeyeceğimiz birtakım hâller sâhibi… İnsanî vasıflar gittikçe azalıyor. Çünkü dünyanın gidişatı böyle. Tamam bunu anladık ama dergâhlar bu kötü gidişe çok ciddî bir fren vazifesi yapıyordu; bu fren de kalmadı. Ve demin arz ettiğimi tekrar arz edeyim. Bir bahçevan bir gül yetiştirmek için yüzlerce diken bakar ve sular. Ama şimdi sadece diken var, gül yok! Onun için de güleryüzlü insanımız yok. Mutlu insanımız yok. Çünkü Allāh mutluluğu ‘Elâ  bi zikrillâhi 
tatmeinnül kulûb’ âyetine bağlamıştır. Bu âyetle ifâde etmiştir. Her işinizde beni devreye sokacaksınız. Ben olmazsam, kalbiniz tatmine erişmez diyor. Allāh’ı anmak. Türkiye’de toplu hâlde ‘Allāh’ demek yasak. Bu kadar basit. Kanun biraz tatbikatı itibâriyle gevşedi falan deniyor. Hiç öyle birşey yok. Bir münâsebetsiz savcı çıkar. Üç kişi bir araya gelip ‘Allāh’ diyenleri alır, götürür içeriye.

Çetinoğlu: Şeriat, tarîkat, hakikat, mârifet dörtlemesini yorumlar mısınız?

İnançer: Bu dörtleme slagondan ibarettir. Bu dörtten ibâret değildir. Mârifetten sonra kudbiyet, ondan sonra kurbiyyet, ondan sonra da makâm-ı hass-ı Muhammed (a.s) olan kulluk, abdiyyet. En yüksek mertebe ‘kulluk’ mertebesidir. Şeriat, meşrûluk demek. Başıbozukluktan uzak demek.

Şeriat istemeyiz diyenler başıbozukluk isteyenlerdir. Farkında değiller. Meşrû olmaya şeriat denir. Şeriat-ı Muhammediye Resullullah Efendimiz’in ilân buyurduğu, kurduğu düzenin adıdır. Tarîkat muhabbetin ifâ ve ifâdesi ile Allāh’a ulaşmaktır. Bu şekilde Yunus Emre’mizin tâbiri ile şeriat-tarîkat yoldur varana hakikat, mârifet ândan içeri; hakikate böyle ulaşılır. Şeriatsız da gidilmez, tarîkatsız da gidilmez. Hakikate ulaştıktan sonra şeriat ve tarîkatı terk etmemeye de ‘mârifet’ denir. Bunun tipik misâli Resullulah Efendimiz’dir. Mirâcdan daha yüksek makâm yok. Zâten kendisi de Cenâb-ı Hakk’a niyâz etti: ‘Ben dönmeyeyim yâ Rabbi’ diye… ‘Olmaz’ dedi Allāh, ‘…döneceksin vazifene devam edeceksin.’ İşte mirâcı icrâ ettikten sonra bile hâlâ vazifesine devam eden Resullullah’ın hâli, ehl-i mârifetin hâlidir. Yâni namazlar, niyâzlar, zikirler, tesbihler gâye değildir; vasıtadır. Hakikat-i İlahî’ye ulaşmak için. ‘Hakikat-i İlahî’yeye ben ulaştım artık bu âletlere ihtiyacım kalmadı’ dememeye ‘mârifet’ derler. Mârifet sâhibi içinde ‘Kutuplar’ vardır. O ‘Kutuplar’ın içinde Allāh’a yakîn olan ‘Kariybler’ vardır. Onun için ‘Hasenatü’l ebrâr seyyiatul mukarrebin denmiştir. Yâni Ebrâr takva sâhipleri için sevap olan şeyler, mukarriybler için günâhtır. Yâni biz ma’lum zamanlarda gusûl abdesti alırız. Ehl-i mârifet Rabb’ini aklından bir ân çıkarırsa, gidip abdest alır.

Çetinoğlu: Efendim, 20 soruda 20 bin mesaj aldık. Vereceğiniz başka bir mesaj var mı? Birkaç cümle ile lütfeder misiniz?

İnançer: Her türlü derd-ü telaşın ilâcı câhillikten kurtulmak zannediliyor. Câhillikten kurtulmanın ilâcını kimse söylemiyor.

Çetinoğlu: Câhilliğin ne olduğu konusunda da mutabakat yok…

İnançer: O da doğru. Her hususta bilgisizlik ve dolayısıyla doğru davranış biçimine sâhip olamamak câhilliktir. Câhillikten nasıl kurtulunur? Aşkla. Çünkü severseniz öğrenirsiniz, öğrendikçe seversiniz, sevdikçe öğrenirsiniz. Dolayısıyla bütün sıkıntıların giderilmesi cehâletten kurtulmakla değil, sevgisizlikten kurtulmakla olur. Biz maalesef sevgisiz bir toplumuz. Kendimizi de sevmesini bilmiyoruz. Menfaatimizi sevmeyi kendimizi sevmek zannediyoruz.

Çetinoğlu: Son mesaj diğerlerinin üzerinde taç gibi oturdu. Allāh razı olsun.

Tuğrul İnançer: Estağfirullah.

(Altunîzâde, İstanbul. 04 Aralık 2012)

ÖMER TUĞRUL İNANÇER:

Hukukçu, Türk tasavvuf düşünürü ve müzisyeni, radyo ve TV programı yapımcısı Ömer Tuğrul İnançer, 1946 yılında Bursa’da doğdu.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak, çeşitli kuruluşlarda hukuk müşâvirliği yaptı. Tahsil hayatı süresince özel olarak müzik dersleri aldı. 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Târihî Türk Müziği Topluluğu'nda sanatkâr-müdür olarak çalışmaya başladı. 2011 Haziranında yaş haddinden emekli oldu. Ayrıca TRT için yapmış olduğu dinî sohbet programları vardır. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misâfir sanatkâr ve konuşmacı olarak yer almış, birçok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulunmuştur. Türk kültürü ve sanatı ile ilgili çalışmalarına devam etmektedir.

733. - 736. Vuslat Yıldönümü Mevlevî Âyini’nde TRT programında sunuculuk ve yorumculuk görevini üstlendi. Tasavvuf konularında pek çok yurtiçi ve yurtdışında konferanslar verdi, seminerlere katıldı. Ayrıca çeşitli makaleleleri, Ansiklopedi maddeleri ,röportajları ve 8 kitabı yayınlandı.

Yayınlanmış Kitaplarından bâzıları: Dinle Neyden / Gönül Gözü /Sohbetler/ Vakte Karşı Sözler/ Ö. Tuğrul İnançer ile Gönül Sohbetleri/Bir Muhammedi Âşık Hz.Mevlânâ/Muhabbet Peygamberi Hz. Muhammed / Şarkılar Seni Söyler

Ömer Tuğrul İnançer evli ve biri psikolog diğeri ekonomist iki evlat babasıdır

(BİTTİ)