Küresel politikaların belirlenmesinde, büyük güçlerin ötesinde genellikle batı merkezli mahfiller, şirketler, gruplar çok daha etkili olabilmektedir. Bu bağlamda küresel sermaye devleri, temel belirleyici olduğu halde bunun alt kolları arasında silah, enerji ve ilaç gibi sektörledeki çok uluslu şirketler yer almaktadır. Gerek birçok sanayileşmiş ülke gerekse gelişmekte olanlar, önemli ölçüde bu zaruri üç madde için küresel sermayenin kapısına dayanır. Otomotiv, elektronik, bilişim ve yazılım gibi sektörleri şimdilik kenara bırakıyoruz. Aslında küresel sermaye patronları ile önemli sektörlerin sahipleri arasında organik veya yakın ilişkiler, çıkar bağlantıları oldukça yoğundur.

ABD'nin enerji, silah veya ilaç gibi konularda dışa bağımlılığı sözkonusu olmayıp önemli ölçüde bu sektörlerde üretici ve pazarlamacıdır. Beyaz Saray, bu alanlarda belirli özel şirketler veya kurumların çizdiği alan dışına pek çıkamamaktadır. Pentagon, CIA veya Senato gibi müesses unsurlar dahi bir takım mahfillerin somutlaşmış zeminleridir. Bu kurumların önemli bir temsilcisi olarak Bulton daha fazla savaş isteyip belirli bir başarı elde etmişti. Trump ise çılgın isteklere daha fazla dayanamadı ve ona yol vermek durumunda kaldı. Buna karşın ikinci dönem de Beyaz Saray'da oturmak isteyen Trump'ın kendi tabiriyle finansal patronlara ve Savaş Lordlarına karşı koyma imkanı sınırlı veya geçicidir.

Tam da Bulton'ın görevini bırakma aşamasında Suudi Arabistan'daki Aramco petrol tesislerine yapılan saldırı ve sonrasındaki gelişmeler, Savaş Lordlarının pes etmediğini göstermektedir. Bu saldırıyı kimin düzenlediği tartışmalı olmakla birlikte sonuçtan hareketle saldırganı bulmak en kolay yöntemdir. Saldırının hemen arkasından gelen "İran saldırdı, İran'ı vuralım" teraneleri, henüz sorumlusu tespit edilemediği halde İran bağlantılı bir örgüt durumundaki gruptan "biz vurduk" iddiaları hedefin İran'a savaş olduğunu göstermektedir.

Öte yandan "Aramco'yu biz vurduk" diyen Husilerin bulunduğu bölge ile saldırının gerçekleştiği yer arasında bulunan yaklaşık bin kilometrelik mesafe ile sözkonusu tesislerin güvenlik aksamı dikkate alındığında bu grubun İran desteği ile de olsa böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek donanımı olmadığı, ilgili uzmanlarca açıklanmaktadır. Füze savunma sistemleri bakımından en donanımlı ülke durumundaki Suudi Arabistan'ın, SİHA'larla vurulması mümkündür. Çünkü SİHA'lar patriotların denetim frekanslarının altında kalabilir. Ancak belirtilen mesafeden SİHA'ların bu neticeyi almasının imkansız olduğu söylenmektedir. Bu şartlar altında yönetimde daha fazla etkili hale gelmek isteyen Suudi prensinin eline büyük bir koz geçtiği gibi bölgede yeni savaşlar peşinde olan İsrail veya silah lobisi, önemli fırsatlara sahip olmuştur. Belki de delilli, itiraflı bahaneler dikkate alındığında kendileri için böyle bir gerekçeyi oluşturmak ABD ve dünya kamuoyu için son derece kullanılışlı olabilir. Bir anlamda Afganistan işgalini hedefleyen ABD'de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarındaki komplolar karşımıza çıkmaktadır.

Suudi Arabistan'ın en önemli tesislerini korumada Patriotların yetersiz kaldığı imajı belki de savaş lordlarının hesaba katmadığı bir sonuçtu. Dolayısıyla derin mahfillerde bu sorunun aşılması yönünde yoğun temaslar bulunmaktadır. Öte yandan Türkiye'ye S-400'lerin tesliminden sonra Rus generalin açıklamaları da ABD savaş lordları açısından beklenmeyen bir diplomatik saldırı niteliği taşımaktadır. Washington çevreleri, Türkiye'ye verilmesi gereken F-35'lerin engellenme gerekçesi olarak her fırsatta S-400'lerin alınmasının tehlikelerini pervasızca dile getirmişlerdir. Türkiye ise F-35'ler için bir tehlikenin sözkonusu olmadığınını her zeminde anlatılıyordu. Türkiye'nin S-400 konusundaki kararlılığı, netice olarak füze aksamının teslim edilerek kuruluş sürecinin başlaması ile birlikte Rusya açısından S-400'lerin, F-35'ler için tehlike oluşturduğu iddialarının bir maliyeti kalmamıştır. Aramco tesislerinin vurulmasıyla bu iddialar kâra da dönüştürülmüştür. Rus generalin S-400'lerin F-35'ler açısından gerçekten tehlike oluşturduğuna dair açıklamasını, ABD'nin Türkiye'ye F-35'leri verme konusundaki çekincelerinde haklı olduğu iddialarıyla desteklemesi, bir taşla nice kuşları vurması anlamına gelmiştir.

Batının önemli mahfillerinden örneğin Roma Kulübü, dünya nüfusunun iki milyarın altına düşürülmesini çoktan programına almıştır. Bunun yolu ise savaşlar ve hastalıklardır (ilaçlar). Orta Doğu ve İslam coğrafyasında batı destekli terör örgütleri üzerinden bitirilmek istenmeyen çatışmalarla bu hedefe ulaşılmaya çalışılmaktadır. Son gelişmelerle bu alanda yeni cephelerin açılmasının gündemde olduğu görülmüştür. Öte yandan enerji üretiminin sınırlandırılması ve petrol fiyatlarının yükseltilmesi de özellikle ABD açısından gerekli hale gelmiştir. Petrol fiyatları yükselirken kendisi de net enerji ihracatçısı olan ABD'nin kârı artacaktır. Önde gelen petrol şirketlerinin ABD menşeli olduğu dikkate alındığında sözkonusu kâr katlanacaktır. ABD'nin ekonomik ve teknolojik rakipleri AB ülkeleri ile gittikçe daha etkili hale gelen Çin önemli enerji ithalatçısı ülkelerdir. Bu durumda petrol tesislerinin vurulması ve fiyatların yükselmesi, ABD'nin en önemli rakiplerinin gücünü zayıflatmaktadır. 

Belirtmek gerekir ki Beyaz Saray'a göre İran açısından en önemli sorun nükleer silah programıdır. Kuzey Kore bu alanda çok daha ileri gitmiştir. Ancak Trump Kuzey Kore ile ilişkilerini sıcak tutmak isterken İran'la bağlantıları koparmak için her bahaneye sarılmaktadır. Buradaki temel gerekçe, İran'ın sahip olduğu enerji kaynaklarıdır. Benzer durum Venezuella için de geçerlidir. 

Hong Kong'da başlayan  olayların Çin'in diğer bölgelerine sıçrama ihtimali oldukça kuvvetlidir. Bu gerçekten dolayı Pekin yönetimi suyu üfleyerek içmektedir. Batılı mahfillerin bu olayların dışında olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu ve benzeri gelişmeler sürerken Fırat'ın doğusu veya İdlib'in geleceğinin sözkonusu karmaşık ilişkilerin dışında olduğunu düşünmek de mümkün değildir.