UMAY’IN KADERİ

13,5 X 21 santim ölçülerinde, 233 sayfalık kitap, Seherhan Kızmaz’ın ilk eseri olarak edebiyatımıza ve kültürümüze kazandırdığı bir romandır. Seherhan Kızmaz, eseri için ‘Kurgu Roman’ diyor. Lügatlerde ‘Kurgu’ kelimesinin 13 adet karşılığı var. Roman ile alakalı bir açıklama aradığımızda karşımıza; ‘Gerçekleşmesi mümkün olmayan, hayâl ürünü hâdiseler zinciri…’  cümlesi çıkıyor.  ‘Zevzek’, ‘hafifmeşrep’ gibi zarif olmayan; Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugati’t-Türk’ isimli Türkçenin ilk sözlüğünde olduğu gibi, ‘dikkatsiz’, ‘sorumsuz’ şeklinde farklı ve günümüzde hiç kullanılmayan karşılığı var. 

Türkçede daha çok, ‘kurgu bilimi’, ‘kurgu filmi’ gibi tamlamalar şeklinde kullanılıyor.  ‘Kurgu roman’ şeklinde bir târif var ise de doğrusu, ‘kurgu romanı’ olsa gerek… Kurgu bilimi; ‘Teknik alandaki gelişmelere bağlı kalınarak gelecekte ulaşılabilecek ileri seviyedeki durumları düşünme işi’ demektir.  Kurgu filmi ise, ‘montaj filmi’ demek oluyor. Bu durumda, hayâl ürünü romanlar için ‘hayal ürünü roman’ denilmesi daha uygun olur. Batıdan gelen her şeyin ‘cici’ olduğunu düşünen batıcılar, ‘fantastik roman’ da diyebilirler. Bilindiği gibi fantastik, ‘hayâl ürünü’ demektir. Bu kadar bilgiçlik taslamayı ve de geveze berberlerin ‘lafla traş’ ameliyesini burada bırakıp Seherhan Kızmaz’ın ‘Umay’ın Kaderi’ isimli harikulâde meraklı, sürükleyici ve en ağır uykucuları bile en uyanık pozisyonda tutan romanına dönmeden önce tahammülünüzü fazlaca tahriş etmeden ‘Umay’ kelimesi hakkında da azıcık ahkâm kesmeye izin verilmesini dilerim. ‘Umay’, Türk mitolojisinde adı en çok anılan unsurlardan biridir. Orhun Yazıtları'nda da vardır. Günümüzde bayan ismi olarak kullanılıyor. Doğum ve bereketin sembolüdür. Romanda da, bu özelliği göz önünde bulundurulmuş olmalı ki, Umay, genç yaşta ‘üç çocuk annesi’ olarak karşımıza çıkıyor. ‘Umay’ ‘Koruyucu, şefkatli’ demektir. 

450’li yıllarda, bugünkü Macaristan topraklarında yaşayan Umay’ın tacı Prof. Ryan’ın asistanı olan Türk kızı Seren’dedir. Profesör tacı incelemek için alır. Evinde incelerken kazara elini keser, kan; tacın üstüne damladığında, Ryan’ın önünde bir dehliz açılır. Meraklı Prof. dehlizden içeri adımını atınca 1500 yıl öncesine gider ve kendisini Umay’ın ülkesinde bulur. Amerika’ya dönmek istediğinde parmağından akan kanı tacla buluşturur. Sonra gidiş gelişler devam eder, Umay Amerika’ya gelir. Yıl 2070’tir. Mâcerâlar birbirini tâkip ederken, okuyucu kendisini sayfalar, satırlar arasında âdetâ kaybeder. 

Seherhan Kızmaz, hayâl gücünü son noktasına, doruklara kadar kullanıp çok karışık bir konuyu, hiçbir aksaklığa, tenkide mahâl bırakmayacak şekilde, baştan sona kadar başarılı bir şekilde ve mantık hatâsı yapmadan işlemeye devam edip, sona erdirebiliyor. Türklüğüyle övünenlerin gururla okuyabilecekleri, okumaları gereken bir roman böylece meydana geliyor. Sâdece Türklüğüyle övünenler değil, Türklüğün ne olduğunu, ne manâya geldiğini, gücünün ve kahramanlığının, vatanseverliğinin insaniyetinin, asâletinin… ummanları dolduracak kadar engin, zengin ve derin olduğunu öğrenmek isteyenler de okumalılar. Batılılar Türkleri; vahşi, barbar ve gaddar, sevgiden nasibini alamamış insanlar olarak tanıtmaya, daha doğrusu iftira etmeye çalışıyorlar. Bu yalanlara kananlar da az değil. Onlar da bu romanı okumalılar. Evet! Roman hayâl ürünü de olsa, târihî hakîkatler de malzeme olarak kullanılıyor. Türk düşmanları tarih okumadıkları için bilmezler: Haçlılar Kudüs’ü zapt ederken, 200.000 kişiyi katletti. Türk milletinin asil ve kahraman evlâdı Selâhaddin Eyyübî’nin Kudüs’ü Haçlılardan geri alıp fethederken ölenlerin sayısı 200 bile değildir. Târih okumayanlar hakîkatleri romanlardan da öğrenebilirler. En azından öğrenmek için kendilerine bir kapı açılmış olur.  

Seherhan Kızmaz, eserinin 98. sayfasında eblehlerin kafasına mıh gibi çakarcasına açıklıyor: Yurt dışındaki Türk öğrenci Berk diyor ki: ‘Türkçe öğrenmek isteyen bir profesörden para talep etmek, kültürüme aykırıdır.’ Ryan, bir sohbet sırasında Berk’e soruyor:

-Peki ‘Tanrının Kırbacı Atilla’ sence bir barbar mıydı?

Berk, kendini sıkarak mümkün olduğunca nâzik bir ses tonu ile anlatmaya başladı.

Barbar kelimesinin bana târifini yapın. Meselâ insanları kazıklara geçiren Voyvoda, bence bir barbardır. Çünkü günümüzde barbarlığı ölmüş insan cesetlerine yapılan korkunç hareketler veya esir düşmüş insanları acılar içinde, değişik işkenceler ile öldürmek olarak târif ediyoruz. Hatta çocuk, kadın yaşlı demeden insanları acı çektirerek öldürmektir. Mesela Jordanes’e göre Atilla tam bir canavar, vahşi barbardır ama Jordanes ondan yüzyıl sonra yaşamış ve Atilla’nın hayatını ve barbarlıklarını kaleme almıştır. Hem de elinde düzgün deliller olmadan. Atilla’nın zamanında yaşamış olan Priscus da, Roma sefiri olarak Atilla’nın krallığında misafir ediliyor. O büyük bir görgü, temizlik, mertlik ve güçten bahsediyor. Aynı zamanda Cermen’lerin Nibelungen destanında ise Atilla’dan sadece âsilere kılıç kuşanan asil ruhlu bir hükümdar olarak bahsedilmektedir. Şimdi düşünün, eğer siz tek ok atmadan bile Doğu Roma İmparatorluğu’ndan vergi alabiliyorsanız bu barbarlık mıdır? Yoksa zekâ mı? İşte aradaki ince fark bu… Ve bizim bu farklılığı düşünmemiz gerekir. Atilla çok zeki bir hakan. Himâyesinde yaşayan farklı toplumdan insanlar, Atilla’nın kölesi değildi. Aksine mal sâhibi olabiliyordu. Kimsenin dinine karışılmıyordu. Etraftaki başka kavimlere ait köyler basılsa bile ürünlere zarar verilmiyor, insanların onlar için üretim yapmaya devam etmesi sağlanıyordu. Sâdece onlara direnç gösteren askerler öldürülüyordu.

Ben daha fazla savunma yapamam. O dönemdeki bilgiler çok karanlık. Belirli kişilerin bahsettiği ve kaleme aldığı notlar var sadece ve hangisine inanacağınızı siz seçmelisiniz. Ama ben Ön Türk, Hun ve Göktürk târihini iyi şekilde biliyorum. Milattan önceki dönemlerde bile yazılmış kitâbelerde ve Hakanların kanunnâmelerinde; ‘kadın, yaşlı ve çocuklar öldürülmeyecek, insanlara eziyet edilmeyecek, kimse köleleştirilmeyecek, teslim olan asker bile affedilecek’ diye yazıyor. Hattâ Türk kadınlarının tamâmı bu dönemlerde, savaşlarda gerek komutan, gerek savaşçı olarak savaşmıştır. Türk töresinde kadın kesinlikle aşağılanmaz. Onlar savaşçı ve kudretlidir.

Berk sözlerini bitirdiğinde Ryan isteksizce ‘Evet Türk kadınları kesinlikle kudretli’ dedi ve sordu:

-Peki, sence Atilla ve Türkler üzerine neden bu kadar geliniyor?

-Bizde bir atasözü vardır. Bükemediğin eli öpeceksin, yâni eğer karşında savaştığın kişiyi yenemezsen onu tebrik etmelisin ve saygı göstermelisin. Ama işte Türklerin karşısındaki kabileler bunun yerine, o dönemde karalamayı, kişileri canavarlaştırmayı seçmişler. O dönemlerde bir kişiye taş atıp başını yarsanız, bir hafta sonra bu hikâye; ‘adam göğe yalvardı ve gökten taş gelip diğer adamın başını yardı’ denilirdi. Hikâyeler doğruluktan çıkıp büyütülmüş ve değiştirilmiş olabilir. Ama bir gerçek var. Atları ilk ehlileştiren ve onları savaşlarda binek hayvanı olarak kullanan Türklerdir. Türkler atları ile çok kuvvetli ataklar yapıp iki üç katı orduları kolaylıkla yenebildiği için her zaman savaşlardan üstün çıkmışlar. Zamanın şartları, iklimle ilgili faktörler ve yeni yerler fethetme arzusu onları o dönemde bilinen dünyanın her yerine dağılma arzusuna yöneltmiş. Tuzladıkları veya kuruttukları etleri yiyerek atlarından hiç inmeden kilometrelerce yol alabiliyorlarmış. Türk toplumunun korkusuzluğu onları yenilmez bir grup hâline getirmiş. Bu da o zamanlarda bilinen bütün dünyada korkuya sebep olmuş. Ama bu barbarlık mıdır? Bence değil.

Karanlık çağlarda ve orta çağ Avrupa'sında yaşanılan çok büyük kıyımlar var. Atilla'nın hikâyesi bence çok düz kalıyor. Ama hâlen Atilla'nın sanki orada olmaya hakkı yokmuş gibi bir görüntü veriliyor. ‘Geldi ve her şeyi darmadağın etti’ gibi bir yanıltıcı fotoğraf sergileniyor. Bunun ne doğru olduğunu söyleyebilirim nede doğru olmadığını. O döneme ait çok daha kesin eserler elimizde olsa veya bir şekilde izleri kalmış olsa, işimiz tabii ki daha kolay olurdu. Ama şu an için mantığımız ve bilinen Asya Türklerinin davranışları ile yazılan kötü tarzdaki yazıları karşılamaktan başka imkânımız kalmıyor. Keşke o günlere dönebilsek ve gerçekleri görebilsek.

Ryan ‘Evet keşke’ dedi. 

Keşke’ kelimesinde, Umay’a âşık olan Ryan’ın zihnine sancı gibi saplanan arzusu gizlidir. 

(Not: Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilmiş, daha doğrusu uydurulmuş ve mâlesef yaygın olarak kullanılan kelimeler değiştirilmiş veya metinden çıkarılmıştır.)

Öncelikle ‘Asena’ olarak anılan genç kızlarımıza ve geleceğin Asenalarına ve bütün gençlere harâretle tavsiye edilecek bir kitap. Yazarı, tebrikleri hak ediyor. 

KARAKUM YAYINEVİ: Kent Kop Mahallesi 1864. Cadde Nu: 17/B, Yeşimcan Sitesi A 1 Blok. Yenimahalle, Ankara  

SEHERHAN KIZMAZ:

18.09.1979 târihinde İstanbul da doğdu. İlkokulu Sarıyer ilköğretim’de Ortaokulu, Dost koleji (Cent koleji) ve İstek Vakfı Tarabya Kemal Atatürk lisesinde okudu. Lise eğitimini Behçet Kemal Çağlar Lisesinde tamamladı.

Trakya Üniversitesi Tekstil Bölümü’nün ardından 2008 yılında Beykent üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Tasarım Bölümü’nden mezun oldu. 2017 yılına kadar özel tekstil firmalarında çalıştı. 

Şu anda Tarım ile ilgileniyor ve Anadolu Üniversitesi Tarım bölümünde okuyor.

DERKENAR:

DİL YANLIŞLARI 

OĞUZ ÇETİNOĞLU

Türkiye’mizde yayıncılar editörlk hizmetlerinden faydalanmıyorlar. Bu sebeple okuyucuya sunulan kitaplarda imlâ hatâları, dil yanlışları oluyor.

-Bir yazar, ‘Hâfıza-i beşer, nisyan ile mâlûldur’ özdeyişini ‘İnsan hâfızası unutmakla meşguldür’ cümlesiyle açıklamış. ‘mâlûl’ kelimesinin karşılığı ‘meşgul’ değil, ‘sakat’tır. Günümüzde ‘özürlü’ diyenler var. Bir başkası ‘Harb mâmulü’ diye yazmış…

-‘Tehdit aldım’ diyen var. ‘almak’ kişinin isteğiyle gerçekleşen bir fiildir. ‘Tehdit edildim’ veya ‘Beni tehdit ettiler’ denilmesi gerekir. Magazin dünyasında ‘sahne alanlar’, ‘alkış alanlar’ var. Polis okullarında Türkçe okutulmuyor olmalı ki trafik polisleri ‘bekleme yapma’ diye bağırıyorlar. Doksan altmış doksan, kültürü noksan televizyon spikerlerimiz, tanınmış kişiler için ‘İstanbul air port’tan çıkış yaptı’ diyor. Metin yazarının kalemini, spikerin dilini eşek arısı sokmuş olmalı… 

-Türkçemizde ‘istem’ kelimesi yoktur. Varsa da Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilmiş, daha doğrusu uydurulmuş bir kelimedir. Doğrusu ‘istek’tir. ‘İstemsizce’ kelimesi de bir dil fâciasıdır. ‘Duyumsamak’, ‘anımsamak’ kelimeleri de… ‘İsteksizce’, ‘hissetmek’, ‘hatırlamak’ denilmesi gerekir. 

-‘28.11.2018 yılında’ veya ‘2018 târihinde’ yazılmaz. Birincisi ‘târih’tir, ikincisi ’yıl’dır.

-‘Birfiil’ yanlıştır, doğrusu  ‘bilfiil’dir.  

Süleyman Nazif’in hikâyesini burada bir defa daha yazmak gerekir… Bir başka yazıda inşallah… 

Not: Bu sayfada ve tarafımdan hazırlanan diğer sayfalardaki dil yanlışları ve imlâ hatâları konusunda ikaz edenlere, minnettar kalırım. 

KABAKLI HOCA:

Türk Dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi, yazar İsa Kocakaplan 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 174 sayfalık eserinde Şeyhü’l-Muharrirîn Ahmet Kabaklı’nın ruh dünyasını anlatıyor.  

Ahmet Kabaklı, 24 Mayıs 1924 târihinde, 1911 yılından beri art arda gelen savaşların, yoklukların yoksullukların harap ettiği bir ülkenin en fakir şehirlerinden biri olan Harput’ta dünyaya geldi. Babası müezzin idi. Elazığ’da 1931 yılında başladığı ilk ve ortaokulu bitirdikten sonra 1944 yılında Elazığ lisesinden, 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan diploma aldı. Liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1955 yılında kaydolduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini 1959 yılında tamamlayınca Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Paris’e gönderildi.  1961 yılından itibâren Tercüman Gazetesi’nde günlük köşe yazıları yazdı. 1969 yılında Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na öğretim görevlisi olarak tâyin edildi. Yazı hayatı vefat ettiği güne kadar devam etti. Türk Edebiyatı Vakfı’nı kurdu, Türk Edebiyatı Dergisi’ni yayımladı. 8 Şubat 2001 târihinde ebedî âleme intikal etti. 

Kabaklı Hoca, ‘Ejderha Taşı’ isimli eserinde çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: ‘İki gündür kursağımıza Tanrı tânesi girmemiş. Küçük kardeşim ağlar, ben yerimden kalkamaz, üstelik sıtma vurmuş hastayım. Anacağım ne yapacağını ne edeceğini bilemez. Rengi sapsarı. Belli etmemeye çalışarak yaşını siler durur. Allah kimseye göstermesin, açlık felâket çocuklar. Allah yokluğunu vermesin bir lokma ekmeğin pahası biçilmez... Tam o sırada olmayacak bir şey, Gümüş geldi kuyruğunu oynata oynata, anamın önüne bohça gibi bir şey bıraktı. Bıraktığı şeyi söylesem inanmazsınız; tülbente sarılı büyükçe bir demet yufka ekmeği…’ 

İsa Kocakaplan; ‘kitap, çocuklar için yazılmıştır fakat büyüklerin de okuması gereken pek çok ibretli gerçek olay, ruhları dinlendiren pek çok efsâne vardır.’ Diyor. 

Kitapta; ‘Kişiliği / Mücâdele Hayatı’,  ‘Fikirleri, Gazete Yazarlığı’, ‘Kabaklı’nın Sığınakları Kaynakları’, ‘Kabaklı ve Türk Dünyası’, ‘Eserleri’ başlıklı bölümlerde mümtaz şahsiyetin bilinmeyen yönleri anlatılıyor.   (s: 27- 82)  

Eser, ‘Yazı Güldestesi’ başlıklı bölümle devam ediyor. Bu bölümde 10 adet makale var. Bu yazılardan biri şöyle başlıyor: ‘Felekten dahi şikâyetimiz yoktur. Yaradanın büyüklüğünü içimize sindirmek ve her lûtfuna şükretmek için, zaman zaman yer değiştirerek Allah’ın zavallı kullarını tanımak, destan çapında silkinişler sağlıyor….. Her şey Allah’ın lûtfu ve her hâdise hayrın kendisidir!. Bu bölümün son yazısı, Kabaklı Hoca’nın da son yazısıdır: ‘Damda Deve Aranır mı?’ (s: 82-124)

Şiir Güldestesi’ bölümünde Merhum Hoca’mızın, 4 adet güzide şiiri var: (s: 125-132)

Eser, ‘Söz Güldestesi’ başlıklı bölümle sona eriyor. Bu bölümden berceste cümleler: ‘Biz biraz Turancıyız, biraz İslamcıyız, biraz Anadolucu, biraz Rumeliciyiz… Hülâsa millî ideallerin hamûlesiyiz.’ 

Tanıyanlar bilirler. Hoca bu sözlerle kendi tevâzuunun âbidesini inşa ediyor. O, söylediği hasletlerin meftunu, âşığı, hizmetkârı ve kölesiydi… ‘Kur’ân’ın büyüsü sanatındandır’ vecizesini ancak Kabaklı Hoca gibi Kur’ân meftunu, bir büyük şuur söyleyebilir… (s: 133-170)

Müellif İsa Kocakaplan eserini bu tür kitapların ‘olmazsa olmaz’ı olan ‘Dizin’ bölümü ile bitiriyor. 

TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI:

Divanyolu Caddesi Nu: 14 Sultanahmet, Fatih, İstanbul. Telefon: 0.212-527 50 32

Belgegeçer: 0.212-513 27 49  www.turkedebiyati.com.tr e-posta: [email protected]  

YENİDEN İSTİKLAL:

Türkiye, 15 Temmuz 2016 târihinde büyük bir savrulma yaşadı. Ülkenin geleceğine kasteden bu hareketi sâdece bir ‘darbe teşebbüsü’ olarak isimlendirmek doğru olmaz. Bu, darbenin ötesinde ülkemizi parçalama ve yok etme hareketiydi. Zira içerideki ihânet grupları ve dışarıdaki ezelî düşmanlarımız şer odağı olarak kenetlenmiş, birleşmişlerdi. Saldırdılar ama başaramadılar, imanlı nesiller tarafından püskürtüldüler.

Elif Sönmezışık’ın hazırladığı eser, şanlı gecenin, yaşanmış destanın kitabıdır. 41 yazar o gecede yaşadıklarını anlattılar. Bu yazılar, o destanın terennümü, devlet ve millet bütünlüğünün özü, özetidir. Türk milletinin son büyük destanının hikâyesidir. Veya Yeniden İstiklal’in... (Tanıtım Bülteninden)

CAMDAKİ KIZ

Eserin yazarı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu; ‘Kaderimiz aslında doğduğumuz evlerde yazılır. Yine o evlerde yaralanır, o yaralarla büyür, sonunda o yaraların bizi götürdüğü yere gideriz. Ancak mutluluk her zaman o yolda değildir…’ Diyor. Bu kitapta her zamanki gibi gerçek bir hayat hikâyesi anlatılıyor. Hep lüks içinde yaşamış fakat kaderi daha baştan kötü yazılmış bir varoş çocuğunun aşk hikâyesi...

13,5 X 21 santim ölçülerindeki 352 sayfalık kitap, Mart 2019’da yayınlandı. 

DOĞAN KİTAP:

19 Mayıs Caddesi Nu: 1, Golden Plaza Nu:1 Kat:10 Şişli 34360 İstanbul. Telefon: 0.212-373 77 00

Belgegeçer: 0.212-355 83 16  www.dogankitap.com.tr  e-posta: [email protected]  

KISA KISA / KISA KISA…

1- SURLARIN İÇİNDE: Giorgio Bassani-Leyla Tonguç Basmacı / Yapı Kredi Kültür Yayınları.  

2- TARİHİMİZİN ARKA BAHÇESİ: Süleyman Kocabaş. Vatan Yayınları Kayseri. 

3-AYA YOLCULUK: Jules Verne-Elif Çelik / Pogo Çocuk Kitapları

4-TÜRK RUS MÜNÂSEBETLERİ VE MUHÂREBELERİ: Sâmiha Ayverdi. Kubbealtı Neşriyat. 

5-NİTELİKSİZ ADAM: Robert Musil-M. Sâmi Türk / Aylak Adam Kitap.