Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 7
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
EDEBÎ, FİKRÎ VE İLMÎ ŞAHSİYETİ
Devrinin ve çevresinin insanlarının bir bir hayattan çekilmekte oluşu, müesseselerde ve cemiyet yaşayışında şâhidi olduğu büyük ve hızlı değişme, geçmiş zamana, tanınmış simalara duyduğu merak, İbnülemin’in ilgisini biyografi ve ona bağlı olarak târih sahasına yöneltmiştir. Bunun ilk işâreti, 1891’de yayımladığı ‘Eser-i Kâmil Paşa’ adındaki küçük kitabından gelir. Burada hâtırasına ailece büyük bir saygı ile bağlı oldukları Kâmil Paşa’nın hayatına dâir ayırdığı sayfalar, kendisinin bilinebilen ilk biyografi denemesini müjdelerken O’nun Mercan yangınından artakalmış ve sonradan ele geçmiş evrakını bu eserde yayımlayışı da târihî vesikalar derleme ve değerlendirmeye yönelik çalışmalarının habercisi olur. 1897 yılında tertibine başladığı ‘Hutût-ı Meşâhîr Mecmuâsı’ ile bu tarafı artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlar. Bu hacimli deftere, geleceğe bir yâdigâr ve hâtıra olmak üzere zamanının tanınmış şahsiyetlerinden el yazıları ile duygu ve düşüncelerinden bazı şeyler yazmalarını isterken târihe hizmet gayesi yanında ileride onların hal tercümeleri için işe yarayacak malzeme toplamak düşüncesi de arka planda hazır durur. Nitekim birkaç sene sonra defterinde yazıları olan bu kimselerden resimleriyle birlikte bu defa doğrudan doğruya hal tercümelerini yazıp vermelerini istemekte gecikmeyecektir.
İbnülemin’in biyografi yazarlığı tarafını asıl ortaya koyan çalışma 1898’de yayımladığı ‘Meşâhîr-i Osmâniyye’ makalesidir. Burada onun biyografi yazıcılığı konusunda nasıl bir mesâfe almış olduğu, bu mesele etrafında zihninde olgunlaştırdığı düşüncelerin ne noktaya geldiği açıkça görülür. Fikir hayatı ve kültürümüzde eksikliğine ehemmiyetle dikkatleri çekmek, bu hususta zihinlerde bir uyanış meydana getirmeye çalıştığı biyografi yazıcılığına ne derece ihtiyacımız bulunduğunu, hal tercümesi alanındaki eser ve yazıların kendi kültürümüz yönünden ne gibi rolleri olduğunu etraflı bir şekilde açıklayan bu uzun yazı, onun sonraki yıllarda meydana çıkacak biyografi çalışmalarını doğuran gaye ve istikametin bir beyannâmesi hükmündedir. Basılmasından bir yıl önce yazmayı tasarlamış olduğu aynı addaki eserin önsözü olarak yazılan bu yazı, onun bu yolda bir ömür boyu sürecek çalışmalarını idâre eden, onlara yön veren temel ilke ve düşüncelerinin de bir anahtarını verir. ‘Meşâhîr-i Osmâniyye’den başlayıp en son biyografi eserine kadar ardını bırakmadığı bir mesele olarak bu konuda değişik yerlerde ve değişik zamanlarda söyledikleri topluca ele alındığında, onun altmış yıl boyunca hayatının baş meşgalesi olmuş biyografi yazıcılığındaki esaslar ve buna hâkim olan gaye ve felsefe aşağıdaki noktaları arzeder:
Her işinde ‘nef‘-i nâs ile hayrü’n-nâs’ olmak (başkalarına yararlı olarak insanların hayırlısı safına yükselmek) ilkesini hayatının değişmez gaye ve felsefesi kılmış olan İbnülemin’in hal tercümesi yazıcılığına yaklaşımını ifâde eden esas bu anlayış olmuştur. Toplumumuzda acı örnekleri hep bilindiği üzere görülmektedir ki ‘erbâb-ı ma‘rifet’ denilen seçkin ve erdemliler hal tercümeleri yazılıp tesbit edilmediğinden zamanla unutulup gitmekte ve zamanla isimleri bile hatırlanmaz olurken gereği gibi biyografileri yazılıp kimliklerinin, yaptıklarının ve erdemlerinin çağdaşları kadar ahlâf tarafından bilinmesine ve unutulmamasına hizmet etmekle eslâfa karşı yerine getirilmiş bir hayır ifâde ettiği gibi bu aynı zamanda eslâfın gerçekleştirmiş olduğu hizmetler, temsil ettiği erdemler bakımından onlar gibi olmak hevesini telkin etmek, ideal modeller teşkil etmek gibi bir fonksiyon yönünden de ahlâfa karşı diğer bir hayır yerine getirmektir.
Bir nevi eslâf kültürü (önce ve önde gelenlere saygı anlayışı) İbnülemin’in biyografi çalışmalarını etrafında toplayan bir merkez olmuştur. Eslâf (eskiler, öncüler) ile bunun karşısında ahlâf (yaşayanlardan sonra gelecek nesil) İbnülemin’in biyografi yazıcılığında dâima bir arada, biri diğerine bağlı iki ana kavram olarak yer almaktadır. Eslâf ve ahlâf kendilerine karşı bir sorumluluk bulunulan iki kutup hâlindedir. Biyografi yazarı bu iki cepheye karşı bir sorumluluğu yerine getiren kimsedir. Geçmişimizin mârifet ve erdem sâhibi insanlarından gerek günümüzde yaşayanlar gerekse gelecektekiler için öğrenilecek, örnek alınacak çok şey vardır. Eslâf, toplum ve insanlığa yaptığı hizmetler, ortaya koyduğu güzel ve faydalı eserler dolayısıyla kendilerine şükran borcu bulunulan dünün seçkinleridir. Öte yandan ‘eslâf’ nâmına şahsiyetleri ve erdemleri, hizmet ve eserlerinin zihinleri açacak, seciyelerinin ve mânevî hayatlarının gelişmesine yardım edecek güzel örnekler olarak kendilerine bildirilmesi ve öğretilmesi yükümlü bulunulan bir ahlâf vardır. Bir vakitler büyük hizmetler görmüş eslâfı unutulmuşluğa mahkûm etmemek, şahsiyetlerini ve eserlerini değerlendirerek hâtıralarını bugünün ve geleceğin nesillerine taşımak her şeyden önce kadir bilirlik denen bir erdem borcu, eslâfa karşı yükümlü olduğumuz ahlâkî bir vazifedir. Bir toplumun içinden mârifet ve erdem sâhibi kişiler yetiştirmiş olması kadar toplumca onlara karşı gösterilen değer bilirliğin derecesini de bir medeniyet ölçüsü sayan İbnülemin, kendisine hizmet etmiş seçkinlerine gösterdiği değer bilirliğin o toplum ve onun fertleri için en büyük bir erdem olduğunu söyler.
Mahmud Kemal İnal, ahlâk anlayışı yönüyle üzerinde o kadar ısrarla durduğu biyografi işinin bizdeki durumunu ele alarak bu sâhadaki zaafımıza işâret ettikten sonra yapılması gereken zihniyet ve tutum değişikliği üzerinde durur. O’nun çizdiği tablo şudur: Geçmiş asırlarda bazı müelliflerimizin ulemâ, meşâyih, şâirler, hattatlar yanında vezirler, kaptan-ı deryâlar gibi başka kesim ve sınıflardan meşhur kimselere dâir tertip ettikleri, daha sonra zeyilleri de yazılan umûmi çerçevede biyografik eserler sâyesinde milletimizin geçmişte yetiştirdiği şahsiyetlerden bir kısmının varlığından haberdar olunabilmekteyse de bunlar o zamanlardaki mevcudu tam mânası ile tesbit etmek ve göstermekten uzaktır. Hakîkatte eslâftan bu eserlerin dışında kalmış pek çok sîma vardır. Hal tercümeleri zamanında kaydedilmediğinden birçoğunun adları dahi kaybolup gitmiştir. Bundan dolayıdır ki bizim toplumumuza mahsus bir şey olarak ‘meşâhîr-i mechûle’ diye kökleşmiş ve genel kabul görmüş görüşe aykırı bir düşüncenin ileri sürülmesi bahis konusu olabilmektedir.
Tabakat, tezkire, sefîne, mecmûa-i terâcim gibi adlar altında ortaya konulmuş eski hal tercümesi eserlerinin mâhiyet ve yapısına bakılacak olursa gerçek mânâsı ile bir biyografide verilmesi şart olan esas bilgiler, gözden kaçırılmaması gerekli dikkatler yerine bunlarda lafız sanatları ve süslü ifâdelerle sayfalar doldurulmuş, bahis konusu ettiklerinin memuriyetlerini ve buralara geliş târihlerini sıralamak ve birtakım ehemmiyetsiz anekdotlar nakledilmekle yetinilmiş, buna mukabil o kimselerin karakterleri, mânevî şahsiyetleri, kendi sahalarında ne gibi hizmetler yapmış oldukları, bu hizmetlerin derecesi, meydana getirdikleri eserlerin mâhiyet ve değeri gibi hususlar üzerinde durulmamıştır. İbnülemin, bu zaaf ve noksanlara işâret etmekten maksadının bu eserleri ve müelliflerini istihfaf etmek değil bundan böyle yazılacak biyografi eserlerinin ne gibi noktalara değer verilerek, nelere dikkat edilerek hazırlanması gerektiğini belirtmek olduğunu söyler.
Kültürümüz adına diğer bir üzücü husus da eslâfın çeşitli kesim ve meslekten şöhret ve mârifet sâhiplerine dâir ortaya koymuş oldukları eserlerin devam ettirilmemesi, ileri sürülen bir takım yeni bilgilerin bir zamandan sonra ardının kesilmiş olmasıdır. Bu nokta İbnülemin’i, ahlâkî vazifenin ötesinde millî bir vazife sorumluluğunu üzerine alarak harekete geçiren bir çıkış noktası olur. Bu açığı kapamanın yükümlülüğünün kendisine yöneldiğini hissederek kendi zamanının seçkinlerinin de geçmiştekilerle aynı âkıbete uğramaması için bunlardan tanıyabildiği, haklarında bilgi sâhibi olma imkânını bulabildiklerinin hal tercümelerini tesbit etmeyi vazife edinir. Başlangıçta ‘Meşâhîr-i Osmâniyye’de kadirşinaslıkla alâkalı bir vazife olarak düşündüğü gaye ilmî tecessüs, araştırıcılık merak ve hevesini tatmin etmenin çok üstünde millî bir vazife anlayışına yükselir, vatanî vazife hükmünde bir değer ve ehemmiyet kazanır. İbnülemin bu hususu şöyle ifâde etmektedir: ‘Mârifet ve sanat sâhiplerini aramak ve bulmak, isimlerini ve eserlerini evlâd-ı vatana bildirmek hususundaki ihmal ve kayıtsızlığımız ve mârifet ve ehline revâ gördüğümüz kadirnâşinaslık ve kayıtsızlık vatan sevgisiyleyle aslâ bağdaşmaz... Kemal ehlini tanıyanların tanımayanlara bildirmesi ise hizmet-i vataniyye cümlesindendir’
Müstesna birikiminin, tâlihin kendisine tanıdığı, herkese nasip olmaz târihî şartların, yetiştiği zamanın bahşettiği imkânların kazandırdığı yetki dolayısıyla, içinde bulunduğu mârifet ve erdem sâhibi seçkin şahsiyetlere ilgisiz, onların hayat ve eserlerine eğilmek ihtiyacını duymayan ortamda, doğrudan doğruya kendi vatanî hamiyetine havâle olunmuş kabul ettiği bu işin eslâfa karşı tek sorumlu ve yükümlüsü olarak, ‘Muhakkak biliyorum ki ben yazmazsam kimse yazmayacak...’ der. Gençlik yıllarında kendilerine yetiştiği, artık mâzide kalmış o insanların hayatlarını yazmada şahsının son imkân ve fırsatları temsil ettiği, bunu yapabilecek imkânlara sâhip son yetkilinin de yine kendisi olduğu inancı İbnülemin’e nihâyet şu sözleri söyletecektir: ‘Mesleğime tamamıyla muhalif olmakla beraber bilmecburiye söylüyorum, ben de gözlerimi kaparsam gelip geçen güzîde adamlarımızı bilen kalmayacak. Ey gençler gözünüzü açınız, gelip geçmişlerinizi tanıyınız!’
1898’de ‘Meşâhîr-i Osmâniyye’ (Osmanlı’nın meşhurları, tanınmışları) ile açılan kapıdan biyografi dünyasına girerek bu işin yazarlığını büyük bir şevkle benimseyen İbnülemin, 1902-1903 yıllarına geldiğinde büyük bir çalışma hamlesi içine girer. Bazan bir şâirin hal tercümesine erişebilmek veya onunla ilgili bazı noktaları aydınlatabilmek yahut da değer verdiği bir metnin tam ve sağlam bir şeklini elde edebilmek için Trabzon’lara, Erzurum ve Diyarbekir’lere, Medine’lere kadar uzanan yazışmalarda bulunur, güvenilir bilgilere erişebilmek için çalmadık kapı bırakmaz. Onun tek kişiyi konu alan monografilerden zamanla belirli bir kesime mensup simaların hal tercümesini topluca içine alan, kendisinden başkasının altından kalkamayacağı büyük çapta eserlere geçtiği görülecektir. Tek kişinin hal tercümesini işleyen eserlerinin çoğu ise yakından tanıdığı veya dost çevresinden kendi zamanının insanlarına ait bulunmaktadır. Karşılaştığı çetin şartlara ve engellere, önüne çıkan birçok güçlüğe rağmen azmi kırılmaksızın vicdânî ve millî bir misyon şuuru ile hiçbir maddî yardım almadan devam ettirdiği büyük çalışmanın pek çok zahmet pahasına siyâset, ilim, sanat ve edebiyat târihimize altmış yılı aşkın bir zaman içinde çok sayıda değerli eserler kazandırmıştır.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal
Bâb-ı Âlî'deki 32 yıllık görevinde daima sadâret (başbakanlık) dâirelerinde çalıştığı için, Devlet'in bütün önemli evrakını ve daha önce yazılmış bulunanlarını gördü. Eserlerinde kullanılmak üzere birçoğunu kopya etti. 1909'da Yıldız Arşivi’ni tasnifle görevlendirildi. Bu suretle Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinin en gizli vesikalarını teker teker gördü. 1924'te, büyük takdirkârı olan Fuad Köprülü tarafından Osmanlı Arşivi'ni tasnif için tâyin edildi. Bu görevinde de bütün imparatorluk arşivi, İbnülemin’e açılmış oldu.
Bibliyografya ve biyografya alanlarında eski tâbirle ‘âlim-i küll’ idi. Bilmediği, görmediği, incelemediği Osmanlı kitabı yoktu. Tanımadığı, hayatını öğrenmediği Osmanlı devlet, ilim ve san'at adamı da mevcut değildi. Bunlardan herhangi birini sordunuz mu, hemen bütün şeceresini ezbere söylerdi. Tabiî bu bilgisi, bilhassa 19. asır Osmanlı toplumu için yoğunlaşıyordu. Şüphesiz 19. asır Osmanlı sosyal ve dâhilî târihinin en büyük mütehassısı idi. Ancak dış ilişkiler târihi, ihtisasının dışında idi. Zira bu sâhada mütehassıs olmak için Fransızca şarttır.
Tafsilât ve teferruata verdiği önem, psikolojik tahlillerindeki isâbet, şahısları değerlendirme ölçüsü, verdiği bilginin teferruattan ve yanıltıcı bilgilerden arındırılmış olması gibi özellikler, ne kadar şahsî olursa olsun, Batı kültürü olmayan bu bilginin, Batılı büyük biyografları incelediğini zannettirecek derecede hayrete şayandır. Şüphesiz bütün Türk edebiyatının en büyük bibliyografya ve biyografi yazarıdır. Biyografi yazmayı, o kişinin övülmesi veya yalnız müsbet taraflarının gösterilmesi zanneden eski ekolden kesin şekilde ayrılır. Ele aldığı kişinin hem müsbet, hem menfi taraflarını, aynı ağırlıkta inceler.
İbnülemin, bâzı eski metinleri, büyük başarı ve tam bir ilim adamı gibi yayınladı. (Müstakıym-zâde’nin Tuhfe-tü'l-Hattâtıyn'i, Âlî'nin Menâkıb-ı Hünerverân'ı, Şeyhülislâm Yahya Dîvânı, Hersekli Âkif Hikmet Dîvânı, Leskofçalı Gaalib Dîvânı). Zaten 16. asrın Âlî'si, 18. asrın Müstakıym-zâde'si ayarında bir ansiklopedisi, târihçi ve müellifti. Telif dehâsı ile doğmuştu.
Zengin kütüphânesini, baba konağını, her şeyini millete bıraktı. Büyük çalışma gücü vardı. Kudretli hâfızası, nükte ve mizah yeteneği, tenkit merakı, bildiğini bilmesi ile, çevresinde belki biraz ürkek, fakat geniş bir aydın hayranlar zümresi toplamıştı.
Hoş Sadâya önsöz yazan Hasan Âli Yücel, Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan, Prof. Ahmed Hamdi Tanpınar, Ord. Prof. Dr. Muzaffer Es'ad Güçhan, Avni Aktuç, İbnülemin'i göklere çıkarırlar. Bunlardan yalnız Tanpınar'ın onu tahlil eden yazısı, doğrusu olağanüstü ilgiyle okunuyor. Bir şahsiyet, bu şekilde sunulur. Tanpınar belki İbnülemin’in karakterini, hattâ ilmini mübalağa ile hırpalamıştır. Belki kendisine yüzlerce defa meclislerde ağır şekilde takılan üstâdına hayatında söyliyemediklerini ifâde etmiştir. Belki hiç biri değildir. Muhakkak olan, şâhâne bir tahlil yapmış olmasıdır. Bu tahlil eksik olabilir. Fakat birçok gerçeği de aksettiriyor. Büyüklerimizin yalnız müsbet taraflarını gösteren, onları sâdece öven târihçilik ve yazarlık çok da makbul değildir. Zaten gerçek târihçi ve yazar, önemsiz kişiler hakkında yazı yazmaz.
Filhakika İbnülemin'in çok kolayca hakarete varabilen, fakat hiç bir dostunun hakaret şeklinde tefsire cesâret edemediği nükte, tenkit ve mizahına hedef olmayan ancak üç beş kişi hatırlayabiliyorum.
Biri Sâdeddin Arel'dir. Ona gösterdiği ciddî saygıyı kimseye gösterdiğini görmedim. Zira karaktere nüfuz edebiliyordu ve karakterleri biribirinden ayırabiliyordu. Arel'in cumartesi meclislerine devam eder, Arel ise âdeti olduğu üzere, iâde-i ziyârette bulunmazdı.
İbnülemin'in bir defteri varmış. İlk bölümüne ‘Sevdiklerim’ ikincisine ‘Sevmediklerim’ şeklinde ikili tasnifle birçok kişiyi kaydetmiş. Hepsi kültür hayatımızda yer alan isimlerdir. Defteri Taha Toros görmüştü, bana bir kaç isim söyledi. Sevdikleri arasında Nevzad Atltığ'ı kaydetmiş. Sevmediklerinden örnek vermek istemiyorum. Ama bu defterin yayınlanması çok ilgi çekici olur.
İbnülemin'in bir kısım kitapları basılmamıştır. Bir kısmı eski harflerledir. Bunları ve koleksiyonundaki kâğıtların, belgelerin, defterlerinin ve gündelik notlarının, hâtıralarının basılması, sosyal hayatımızı, edebiyat dünyamızı aydınlatacaktır. Bir kısmı kardeşi Selim İnal'ın kızı Selma Akay'dadır ki, Nihat Akay'ın eşidir. Bu işi Prof. Sadık Tural'ın vakit bulup üzerine alması sevindirici olurdu.
İbnülemin, çok eski diline rağmen bugün de zevkle okunuyor. Kaldı ki eserlerinin hepsi kaynak mâhiyetindedir. Meselâ seçkin meslekdaşımız Hasan Pulur, yazılarında sık sık İbnülemin'den alıntılar yapar. Eminim kitaplarını defalarca okumuştur.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, nev'i şahsına münhasır denilen tipin mücessem örneği idi. Dindar, milliyetçi, tutumlu, zeki idi. Kitapları ve kâğıtları olmaksızın yaşayamazdı ama, çevresinde insanlar olmadıkça da yaşayamazdı. Münzevi olmaktan uzaktı. Galiba -Ahmed Hamdi Tanpınar haklıdır- tevazuun yanından da geçmemişti. Ama büyük adam, eşsiz bir bilgindi. Hepimizi gerçek bir meş’ale gibi aydınlattı. O’nu en iyi, takdirkârlarından Yahyâ Kemâl ifâde edebilmiştir:
Hezâr gıbta o devr-î kadîm efendisine (Yahya Kemal Beyatlı)
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine (Süleyman Nazif)
Yılmaz Ötuna: Türk Târihinden Portreler. (s: 262-265) İstanbul 1999