Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ – 29
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
VEFATINDAN SONRA HAKKINDA YAZILANLAR
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL
YUSUF ZİYA ORTAÇ
Beyazıt’ta eski Sahaflar Çarşısı’ndan geçiyordum. Acâip bir adam gözüme ilişti: Fes kenarları kulak uçlarına değen, esmer, kuru bir adam. Haziran sıcağında, arkasındaki neftimsi paltoyu çı-karmamıştı. Boynunda hâlâ bir şal sarılıydı. Ayağında galoş kunduralar, kaşlarında öfke, gözlerinde gazap, burun kanatları fenâ bir koku almış gibi nefretle, karışık, siyah ve kalın bıyıklar altında çizgilenmiş dudakları neredeyse birisini paylayacak...
Sahaflar, telâşla yerlerinden kalkıp selâmlıyorlardı onu. Kimisine baştan savma bir el işâreti yapıyor, kimisine gülümsüyor, kimisini de azarlıyordu galiba... Bu adam, meşhur biyografi (tercüme-i hal ve bibliyografi, kitâbiyat) bilginimiz İbnülemin Mahmud Kemal Bey’miş.
O günlerde ben on yedi yaşında bir idâdî talebesiydim. Üstâda yaklaşmak değil, uzaktan selâm vermek, yüzüne bakmak bile haddim değildi.
Kendisiyle tanışmamız Akbaba çıktıktan sonra olmuştur. Sultanahmet parkı karşısındaki Setli Kahve’de şâir Hamâmîzâde İhsan takdim etmişti. Hiç unutmam, yüzüme gülümseyerek ve kü-çümseyerek bakmış:
-Hafazan Allah, o şeytan sen misin? Diye galiba iltifat etmişti.
İlk konuşmalarımız böyle tesâdüflerle olmuştur. Sevgisini, güvenini kazanmak kolay değildi onun. Fakat eskilerin pek değer verdikleri aruz veznini bilişim, dîvan edebiyâtımızdan biraz anlayışım, hele bir mizah dergisine sâhip oluşum üstâdın yanında çabuk itibar kazanmamı sağladı ve bir pazartesi akşamı ben de Bakırcılardaki sarı boyalı meşhur Emin Paşa Konağı’na dâvet edildim.
Emin Paşa Konağı, kendisince Topkapı Sarayı’ndan bile zengin bir san’at ve irfan hazînesiydi. Eşi bulunmaz nâdîde eserler, el yazması kitaplar, edebiyat ve mûsikî hayâtımızın meçhullerini çözecek vesikalar, çeşm-i bülbüller, eser-i İstanbullar, o hazînede toplanmıştı hep.
Beni çağırdığı gece bir mûsikî ziyâfeti varmış... Az ışıklı, çok rutûbetli bir avludan geçtim, her basamağı eski bir ses veren merdivenleri çıktım ve huzûra girdim.
Sedirler, koltuklar, sandalyeler dâvetlilerle doluydu: Şâir Halil Nihat Boztepe, Prof. Mükrimin Halil, Mithat Cemal hatırımda kalanlardır. Bir de gözümün önünden gitmeyen duvarlar var: Sülüs, nesih, ta’lik levhalar ve eski tabaklarla süslü duvarlar...
Gösterilen yere oturdum. Âdet böyleydi. Üstad oturacağınız yeri, rütbenize göre seçer, işâret ederdi!
Hânende ve sâzendeler, emeklilerle heveslilerdendi: İhtiyar seslerle toy sesler...
Kendisi, başında siyah takkesi, gözleri yarı süzgün, köşesine kurulur ve saz başlayınca, o da dizleri üstünde usûl tutmaya başlardı.
İbnülemin Mahmud Kemal, tanıdığım en müthiş hâfızadır: Sorduğunuz târihi şahsiyetin bütün hayâtını, doğum gününden ölüm gününe kadar, tek rakam ve tek hâdise yanlışı olmadan öğrenirdiniz. O, yalnız Türk aydınlarının değil, Avrupa’nın tanıdığı ve saydığı sağlam salâhiyetti.
Aradan yıllar geçmiş, dost olmuştuk. Sık sık Akbaba’ya gelir, şakalaşırdı. Mutlaka kendisine bir şey sorar, anlatıyorken dinlemiyor gibi yapar, kızdırırdım. Ne güzel, ne zengin öfkesi vardı. O’nun dilindeki zehirin tadını aldığımı görünce tekrar yumuşar:
-Deccal mıdır, nedir? Beni kızdırıp kızdırıp keyifleniyor! Derdi.
Eğer bir sahne artisti olsaydı, yine büyük bir şöhret olurdu: Yüzünde, bakışlarında, her konuya göre değişen emsalsiz bir ifâde kudreti vardı.
Heccavdı. Diline düşeni sözle param parça eder, mısrâların oklarından geçirirdi.
Bir zamanlar, huzûrunda iki büklüm oturup sonra kendisine meydan okuyan birine yazdığı uzun taşlamadan aklımda kalanlar bu yaman hiciv gücünün bir örneğidir:
Cehl ü günâhı bî hesap,
Paspas-ı bâb-ı intisap!
Bed çehresinden ismeti
Sünger ile silmiş kasap!
Lâfını hiç esirgemezdi. Bir aralık kendisini hergün ziyârete başlayan şâir Florinah Nâzım’a şu kıt’ayı yazmıştır:
Bir takım lâf ile teşviş-i huzur
Etme ey şâir-i bî şi’r-i şuur.
Her dakika bana gelmektense
Yılda bir kendine gelsen ne olur?
Dostluğunda da sağlamdı, düşmanlığında da. Takdire lâyık gördüğü insanı:
-Bize hürmeti vardır! diye överdi...
Son Asır Türk Şâirleri’ni yazdığı günlerde, hal tercümeleriyle fotoğraflarını istediği şâirlerin ihmâlinden:
-İhtiyarlardan taleb-i mal, gençlerden taleb-i visal edercesine niyaz ediyoruz!
Diye gözleri şıldır şıldır dönerek şikâyet ederdi.
Asıl büyük mirâsı
İbnülemin Mahmud Kemal, seksen yedi yıllık hayâtının yetmiş yılını, okumak, aramak ve yazmakla geçirmiştir. Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, içmezdi ve giyime kuşama para harcamazdı. Ama bir ömür boyu sabırla, cömertlikle topladığı kitapları üniversiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine bağışlayacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir.
Onu bütün cepheleri, bütün hizmetleriyle birkaç sütuna sığdıramayız. Ama iki büyük san’atçımız, Süleyman Nazif ile Yahyâ Kemal, şu iki mısrâya sığdırmışlardır:
Hezâr gıbda o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!
***
O zamanlar önemli bir konuyu tartışan iki târihçiden bahisle üstat İbnülemin’e ‘Hangisi haklı?’ demişler.
-Birincisinin bâri cehli (câhilliği) var, ötekinde o bile yok, demiş.
***
Bizim pâdişâh dîvanlarının çoğu Londra’ya kaçırılmıştır. İngilizler sefirimizden ricâ ediyorlar: ‘Sultan Üçüncü Selim Han’ın el yazısıyla dîvânı İbnülemin Mahmud Kemal Bey’deymiş. Eğer dostu iseniz, lütfen aracı olur musunuz ki, bize göndersin onu da?
Kaygısız sefir: ‘Aman efendim, lâfı mı olur’ gibilerden İbnülemin’e yazıp Üçüncü Selim Han’ın dîvânını ister. Ondan aldığı cevap ise hâlâ bâzı meslektaşlarının kulağını çınlatabilir:
-Yâhu sefir bey, sen Devlet-i Osmâniye’nin elçisi misin, yoksa İngiliz kültür ve menfaatlerinin komisyoncusu mu?
……………………..
Yusuf Ziya Ortaç: (1895-1967). Şâir, yazar, yayımcı ve siyâsetçi. İstanbul Vefa İdadisi'ni bitirdi. 1915'te Darülfünun-ı Osmani'nin (İstanbul Üniversitesi) açtığı yeterlilik sınavını kazanarak edebiyat öğretmeni oldu. Hecenin Beş Şairi grubunun üyesi ve öncülerindendir. Orhan Seyfi Orhon ile birlikte mizah dergisi Akbaba’yı yayınladı. 8. Ve 9. Dönem Ordu milletvekili idi. Eserlerinden bâzıları: Akından Akına (1916), Âşıklar Yolu (1919), Cenk Ufukları (1920), Binnaz (1918), Kürkçü Dükkânı (1931), Nedim (1932), Faruk Nâfiz: (1937), Ahmet Haşim (1937), Dağların Havası (1925, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa (1956), Gün Doğmadan (1960), Göz Ucuyla Avrupa (1958), Portreler (1960)
BÜYÜK BİYOGRAF İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL
REŞAD EKREM KOÇU
Üstad İbnülemin Mahmud Kemal Beyefendi’nin ölümü yalnız edebiyâtımızda değil, cemiyet hayâtımızda bir devrin kapanışıdır. Tanzimat terbiye ve muâşeretini, inkılâp dalgaları arasında hâri- kulâde sevimli bir muhâfazakârlıkla devam ettirmiş olan üstâdın has hüviyeti deryâlaşmış bir biyograf oluşudur.
Türk târihine ve edebiyâtına ve güzel san’atlarına sağlam bir vukufa dayanarak O’nun kadar etraflı, tatlı, renkli, hareketli hal tercümesi yazan bir kalem, ancak asırların yetiştirebileceği bir kalemdir.
Üstâdın ölümü, millî müzemizde paha biçilmez nâdîde bir vazonun kırılışı gibidir. İbnülemin yalnız bilgisiyle ve üstad kalemi ile orjinal değildi. Serpuşu, paltosu, ayakkabıları, bastonu, yürüyüşü, sesi, bakışı, sevgisi, hiddeti, gazâbı, günlük hayâtının her ânı ile orjinaldi. Ateş püskürürdü, yakmazdı; kahredercesine bakardı, dokunmazdı. O’nun kıyâfetinde bir başkası sokağa çıksa, çoluk çocuk peşine takılırdı. O ise her yerde herkesten hürmet görmüştü. Büyük adamdı vesselâm.
***
Bugün kaybolan sâdece bir sîmâ ve sestir İbnülemin, Türk milletinin ebedî ölmezleri arasına göçmüştür.
……………………..
Reşat Ekrem Koçu: (1905-1975) Târihî konularda fıkra, roman, hikâye ve deneme yazdı. En önemli eseri İstanbul Ansiklopedisi’dir. İstanbul Üniversitesi Târih Bölümü’nden mezun oldu. Liselerde öğretmenlik yaptı. Eserlerinden bâzıları: Târihimizde Garip Vak’alar (1952), Osmanlı Pâdişahları (1960), Forsa Halil (1962), Patrona Halil (1967)
İBNÜL MAHMUD KEMAL İNAL’IN ŞİİRLE ALÂKALI GÖRÜŞLERİ
Memleketin en liyâkatli şâirlerinden Halil Nihat Boztepe ve Alûsizâde Ahmet Hâşim beylerle bir gün şiirden, şâirden söz ederken Üstad Mahmud Kemal Bey’e şiir ve şâir konusuna nasıl yaklaştığını sormuşlardı. Şu cevâbı verdi:
Rûhun münbasit veya münkabiz olduğu her şeyde şiir vardır. Şâir, o. şiiri, görüp başkalarına da gösterendir.
Şâir bulmak imkânsız değilse de, her halde zordur. Diğer bir ifâdeyle manzum söz söyleyen her ferdi şâir kabul etmek ‘memnû’ değilse de, ‘mücâz’ da değildir. Yüzyıllardan beri ‘şuarâ tezkireleri'ni, dolduran binlerce isim içinde herkesin ittifak ettiği ve şâir ünvânını hakkkıyla kazandığı ve tabiî ki şöhretini sonuna kadar koruduğu kaç isim gösterilebilir? Eğer şâirler yazılıp, müteşâirler dışarıda bırakılmış olsaydı, bu esere kaç ismin kaydedileceğini artık siz düşününüz.
Bir de her şâir nâzımdır, fakat her nâzım şâir değildir, hükmü herkes tarafından bilindiği halde filan şâirdir, falan nâzımdır demek uygun değildir. Çünkü şiirden ve şâirden anlayanlar benim vereceğim hükme, yapacağım târife ihtiyaç duymazlar. Lâyık olan hüküm ne ise onu bizzat kendileri verirler. Şiirden ve şâirden anlamayanlara gelince, onlar da zâten benim vereceğim hükümden, bu konuda söyleyeceğim sözlerden de bir şey anlamazlar. Şiirin güzelliği ve etkisi herkesin zevkine ve anlayışına göre değiştiğinden birinin şiir olarak kabul ettiği sözleri, diğeri nazım bile kabul etmez. Birinin okudukça ağladığı manzûmeye bir başkası sâdece güler. Fakat şurası da bir gerçektir ki zevklerin çeşitli oluşu, aslında kıymetsiz ve değersiz olan bir söze, herhangi bir kıymet ve değer vermez. Yâhut kıymetli olan bir sözü kıymetten düşüremez. Güzel dâima güzeldir. Çirkin de her zaman çirkindir.
Şiirin değerini, sayısının azlığı eksiltmediği gibi, çokluğu da değerini artırmaz. Eğer maksad eserse, rnısrâ-ı berceste kâfidir.
TUHAF BİR İSTANBULLU
SELİM İLERİ
‘İbnülemin kim?’ diye soranlar çıkacak. Tanpınar, O’nun için ‘cihan kaynanası’ diyor. Bize bıraktığı yazılı miras, bir benzerini bulamayacağımız ‘servet, hazîne, define’ iken O’nu tanımıyoruz Yalnızca meraklısı bu işle haşır neşir. Pek çok eseri arasında en önemlileri târih, biyografi, monografi alanlarında, ciddî bir emek ürünü olan araştırmalardır.
Yalnızca araştırmak, evrak devşirmek, belge toplamak ve bu çabasını yazıya geçirmek için yaratılmış bu adam, Birinci Cihan Harbi’nde evinin işgal edildiğini görür. Birbirinden değerli yazmaları insafsızca tahrip edilir. Evrâkı didik didik karıştırılır. Basılı eserler koleksiyonu yakılır. Hunharlığa yol açan gerekçe, tahmin edilebileceği gibi, akıl ve vicdan dışı. Ama İbnülemin’i dış dünyâdan büsbütün uzaklaştırdığı muhakkak.
1957 Mayıs’ında vefat edinceye kadar, yükselişle düşüş arasındaki bu gelgit O’nun hayâtında hep devam edecektir. Cumhûriyet döneminde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin müdürüdür; 1936’da emekliye ayrılır. Her şeyin ‘çiğ’ bir yeniliğe koşuşturduğu günlerde, geçmiş kültürün bekçisi oluşu ‘muhâfazakârlığının’ delili sayılır. Kendilerini yenilikçi sananlar, gözlerinin önündeki değerden habersiz kalır. İbnülemin’in kültürel muhâfazakârlığı anlaşılmaz; kendisi de yeni dünyâdan iltîfat görmeye gönül indirmez.
Yazarımız son asır elbette on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başlangıcı şâirlerini, sadnâzamlarını, hattatlarını ayrı ayrı eserlerde günümüze tanıtmak istemiştir. Son Asır Türk Şâirleri, inanılmaz kalabalıkta bir kadrodur. Ayrıntı bolluğunun çılgınlık kertesinde derlendiği bu eserler, eski edebiyat, biyografi anlayışının olağanüstü güzellikteki örnekleridir.
Bu eserlerde satır aralarında, herkes birbiri hakkında konuşur, birbirini âdeta yargılar. Yargılar dâima çelişir, bir sonraki bir öncekini tutmaz. İbnülemin’in hâfızası, tıkır tıkır işleyen saat gibi çalışır; inanılmaz sayıda bir evrak ifşaatı boy gösterir ve hâl tercümeleri işin içinden kolay kolay çıkılamaz sırlara dönüşür.. Bütün bunlar başlı başına bir dünya, bugün artık temelli dışımızda kalmış birer âlemdir.
‘Hoş Sadâ’ adlı kitabında mûsikîmizin san’atkârlarını yaşantıları ve fıkralarıyla dile getiren İbnülemin’in, bir de, bütünüyle yayımlanmamış günlüğü vardır. Bir eski zaman adamının değişen şartlar, farklılaşan sosyal çevre karşısındaki derin şaşkınlığını, öfke ve nefretini bu günlükten yakalayabiliriz. İleri yaşına rağmen yazarın hâfızâsı pırıl pırıldır; yaşadığı her şeyi, ölüme yaklaşırken bile, günlüğüne geçirmeye devam eder:
‘21 Mayıs Salı / Hava sabahleyin açıktı, sonra kapandı. 6’dan sonra Tahsin geldi, iğne yaptı. Çay içtim, yağlı simit yedim. Kâzım İsmâil, Ali Eşref, operatör kudemâdan Ali Rızâ ve birçok asistan geldi. Her türlü mukaddemat hazır, yarın da kan alınacağından Perşembe ameliye muhtemeldir. Ali Eşrefin kulağına, ‘Beni çoluk çocuğun eline bırakmayınız!’ dedim. O ve Kâzım: ‘Öyle şey mi olur?’ dediler. Mistâ geldi. Ahmed’in dün gönderip pişirilmek üzere iâde ettiğim kılıç balığı kebabı, yeşil salata ve biriken hediye portakallardan getirdi. (...) gelip yemeklere gözlerini dikerek: ‘Ne güzel yemekleriniz var’ dedi, boğazımda kaldı. ‘Gel, vereyim’ dedim. Defoldu.’
Hatırlıyorum, çocukluğumda her büyük bahçede manolya ağaçları, İbnülemin Mahmud Kemal’den habersizken, onun alaturka çiçekleri. Bu bahçeler de birer ikişer yok edildi. Manolya ağaçlarının tek tük ayakta kalanları, şimdi, toz toprak yollarda, dev apartmanların daracık aralarına sıkıştılar.
…………………….
Selim İleri: 1949 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Hikâye ve roman yazarı, senarist ve dergi yönetmenidir. Yayınlanan eserlerden bâzıları: Pastırma Yazı (1971), Destan Gönüller (1973), Kamelyasız Kadınlar (1983), Kötülük (1992)
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL’DAN VECİZELER
*Sâbit olan hakları, tekrar isbat etmek isteyenler, Hakk’a karşı ta’n etmiş olurlar.
*Her güzel şey şiirdir. Her güzel şeyi hisseden ve ettiren şâirdir.
*Semere-i hayât, hayır ile yâd olunmaktır.
*Hakka razı olanlar, Hakk’ın razı olduğu kullar gibi azdır.
*Vatanını sevenler, ilme ve ehl-i ilme hürmetkâr olmalıdırlar.
*Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir.
*Hilkat, mükemmel olmazsa ilim, insanı âlim etmez.
*Cebr-i tabiat ile yapılan her şey beğenilmekten mahrumdur
*Kendilerinde bir meziyet görenler, her türlü meziyetten mahrum olanlardır. Hâiz-i meziyet olanlar, nefislerinde bir meziyet göremezler.
*Kıymeti olanlar, başkalarına da kıymet verirler.
*Kıymet pür-gûlukta değil, hoş-gûluktadır.
*Malûmdur ki şâir ve aşk, bu iki derdmend, hüzn içinde yaşar, hüzn içinde ölürler. Hüzn, bunların nasib-i ezelisidir.