Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ – 20
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
HAKKINDA YAZILANLAR-2
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL’E DÂİR-2
Prof. Dr. AHMET HAMDİ TANPINAR
(Devamı)
Bununla beraber, acaip şekilde bir görme kudreti olan adamdı. Her şeyi demiyeceğim, fakat aksayanı, bütün vuzuhu ve teferruatıyla görmekten ve göstermekten zevk alırdı. Bu kendi üstüne hiç çevrilmeyen, dâimâ dışarda, dâima başkalarının üstüne dikilmiş gözün, belki tek kusuru yalnız teferruatta kalması ve asıl terbiyesini yerli halk eğlencelerinde ve biraz da eski müverrihlerimizde yapmasıydı. Medresetül-hattâtîn’in ‘Son Hattatlar’ın mukaddimesinde anlattığı açılış merâsiminden başlayarak Son Asır Türk Şâirleri’nde birçok tanıdıkları için yazdığı şeyler, Ali Emirî’nin ölüm döşeğinde yattığı oda, Sait Paşa’nın o kadar dolambaçlı yollardan hikâyesine geldiği son çocuğu, Paşa’nın ‘hastayım!’ diye yataktan çıkmayışları, edebiyatımızdaki benzerlerini geçen şeylerdir. Bunlar tek başlarına alınırsa sâhibini çok daha başka ışıkta gösterebilirler. Halbuki bunun yanında, bir türlü kendisini anlatamıyan bir geçmiş zaman şâiri vardı. Bu İstanbul efendisi, hayatımızın kırk elli sene içinde nasıl altüst olduğunu, çerçevelerini nasıl kay-bettiğini ve çöktüğünü görmüştü. Gençliğinde zengin, mâmur, ağzına kadar dolu gördüğü konakların hepsi yanmış, yıkılmış, insanları dağılmış, arsaları kaybolmuştu. Bunlar hepimizin bildiği ve az çok duyduğu şeylerdi. Fakat İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onları yalnız hatırlamakla kalmıyor, garip ve dokunaklı bir şekilde kendisini onların ayakta kalmış tek parçası, hakîki vârisi zannediyordu. İşte tezkireciyi, Fatin Efendi’nin, Esat Efendi’nin, Âli’nin ve Müstakimzâde’nin halefini, yazı yazmayı Flaubert’in Bouvard et Pecuchet’sini hatırlatacak derecede ömrünün tek işi yapan adamı bu terkipten kalanları behemehal kurtarmağa götüren yahut daha iyisi bu işte o kadar kırbaçlayan şey. Bir eser, bir isim, bir müşâhede, yıkılanın bir zerresi, ne olursa olsun o dâimâ bir şeyler kurtarmağa mecburdu. Son Hattatlar’da bazan yalnızca bir ismi anmak ona yetiyordu. Son Asır Türk Şâirleri’nin anketi abese kadar gider. Ömründe tek manzume, hattâ tek mısra yazmış insanların hepsi, bu acaip ‘sormagir’ mahallesindedir. Çünkü muharrir için kurtardığı şeylerin kıymetli olması behemehâl şart değildi. Kurtarılmış olmaları mühimdi. Bu O’nun ekonomisi, en aziz şeylerini alan zaman uçurumuna açtığı mücâdele, hattâ zaferiydi. Bu arada bazıları kendisini asıl zamanına götürse ne mutlu! O zaman İbnülemin Mahmud Kemal Bey de mevzuunun verdiği imkânla değişir, üslûbu tatlılaşırdı. O zaman bugünün hayatiyle birkaç dosttan başka bağı olmayan adam asıl hayatını yaşadığı zamana kavuşuyor, kaybolmuş saadetler, başta baba evi, annesi, kardeşleri ve dost muhitleri, Kâmil Paşa konağı hepsi birden eski revnakı ile yaşamağa başlıyordu. Fakat onların yanı başlarında uğradığı ihmaller, bir türlü yemediği itiyadları için mâruz kaldığı tenkidler, istihfaflar, eskiliğinin, muasır olamayışının verdiği küçüklük duyguları, şahsî meziyetlerinin mensup olduğu âlemle beraber inkâr edilmesinden duyduğu acılıklar, hattâ şu veya bu sebeplerle evsiz, çoluksuz çocuksuz kalışı vardı. Bu sefer büyük hınçların devri başlıyordu: ‘Onlar muvaffak olamadılar, ben muvaffak oldum. Son sözü ben söylüyorum. İşte ben onların hakkında hüküm vereceğim.’ Ve bu son sözü söylemek fırsatını bu dindar adam, kaderin kendisine bahşettiği büyük bir imtiyaz addediyordu. Ve mâdemki son sözü o söylüyordu, imkânlar müsaade ettiği müddetçe söyliyecekti. İşte İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in arkasında çalışan karışık cihaz...
Bu hayatta ve eserde dâimâ mühim bir yeri vardı. Onun gibi kat kat olan bir insanı, bir daha görebilir miyiz bilmem? Eserlerinin doğrudan doğruya devâmı olduğu tezkirecilerden, şahsî şahâdete fazla ehemmiyet veren ve târihi canlı bir misâl üzerinde, bir politika ve ahlâk dersi addeden eski vak’a nüvislere, üslûbunun bir tarafını, hiç olmazsa hicvinin ve nüktesinin bâzı çizgilerini, konuşmasının perdesizliğini aldığı muhakkak olan yerli temaşa oyunlarına, belki de Hüseyin Rahmi romanına, tanıdığı vezirlerden sevdiği, ezberinde olan mısralarını her vesile ile değiştirerek tekrarladığı şâirlere kadar, gençliğinde her rastgeldiğinin onda hâfızası vardı.
Yusuf Kâmil, Mehmet Sait, Sait Halim Paşalar bu örneklerin şahsî hayat plânında en önde gelenleri idi. Hâtıralarının ocağında babası için birincisinin diğer nüshası olan bir çevre doğmuştu. Kendisi ise benzetişi çok ilerilere, mukaddese kadar götürdüğü bu iki insanın bir muhassılası (meydana getiren, hâsıl eden) olmak istedi. Belki de arada ilk devirlerinde tanıdığı ve tesiri altında kaldığı bir şeyh (Nakşibendiliğin Hâlidiye kolundandı ve etrafında bulunanların bir kısmı gavsiliğine (önde gelenlerden olduğuna) inanırlardı. Bu tesirlerin, ilk kademede mâruzu olan, o kadar çok sevdiği ve her eserinde o kadar hüzünle bahsettiği kardeşi Tevfik Bey vardı.
Yazısında, konuşmasında, her pazartesi gecesi evinde yaptığı ve behemehal gelmemizi istediği mûsikî toplantılarında O’nu hep yekûnu olduğu bu kalabalıkla berâber görürdük. Yusuf Kâmil Paşa’nın, Sait Halim Paşa’nın konaklarında, servet ve debdebece onlardan kıyas edilemiyecek derecede geride olan -fakat mânen onlara çok üstün addettiği- babasının evinde olduğu gibi mûsikîmizin büyük şöhretlerini bu gecelere getirmesi kendisi için imkânsızdı. Fakat çocukluğunu büyülemiş olan bu âlemlerin teşrifat ve âdabını elindeki imkânlarla tekrardan kimse kendisini men edemezdi. Bu gecelerde kırmızı kadife kanapenin her zaman oturduğu köşesinde, bütün ömrünce üstüne eğildiği gazete koleksiyonlarının rengini bağlamış çehresi, zayıf vücudu o eski vezir edâsı nerden ve nasıl buluyordu, bunu izah edemem. Fakat etrafında, devletin her şey olduğu ve tek bir mansapta (makamda) devirlerin hürmet ve riâyetini kurmağa çalıştığı muhakkaktı. Yazık ki öbür İbnülemin Mahmud Kemal, her lâhza canı sıkılan, etrafını azarlarken, şaka ve lâtife ederken asıl hayatını yaşadığını zanneden adam, bütün bu örneklerin tabakasını birdenbire yırtar, dışardan görülen bir dikkatle her şeyi altüst ederdi. Öyle ki tesadüfen en güzel çalınan veya söylenen en mühim eserin ortasında bile ev sâhibinin âdetâ sinsince müdâhalesi ile kışkırttığı kahkahalar, onlara cevap veren ve onları azdıran hiddetler başlardı. Asıl garibi, kendi oyununa ara sıra, kendisinin de mağlup olması sonunda karşısındakine darılması idi. Bu şakadan başlayan dargınlıklar içinde bazıları -rahmetli Hamamîzade İhsan Beyle olduğu gibi- bütün ömrü boyunca devam etmişti.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey aramızda, hayatın konserine karışan bir aksiseda gibiydi. Bu aksisedayı yakalamak, hattâ tâbir caizse tahrik etmek lâzımdı. Bu itibarla İttihat ve Terakki devrinden başlayarak, sırasiyle Türk Târih Encümeni’nin, daha sonra Maarif Vekilliği zamanında dostum Hasan Âli Yücel’in bu eserin tamamlanması ve meydana çıkması için sarf ettikleri gayreti burada hatırlamamak büyük bir haksızlık olur. Hele kendisinin bütün iddialarına rağmen bu eserlerin çoğunun başlangıçta sâdece not hâlinde bulunduğu ve ancak matbaanın eşiğinde tamamlandığı düşünülürse bu himmetin ehemmiyeti kolayca anlaşılır. Filhakika, meraklı ve koleksiyoncu ile yazar dâima ayrı şeylerdir. Birincisi ne olsa amatördür. Amatörde birçok şeyi tesadüfün kendisi idâre eder. Bu itibarla İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in bugün elimizde bulunan eseri başından itibâren resmî alâkanın mahsulüdür, diyebilirim. Zâten ısmarlandığı zaman yazan muharrirlerdendi. Konuları itibâriyle en mazbut eserleri olan divan mukaddimeleri, tezkire mukaddimeleri, Evkaf ve Maarif nezâretleri salnâmeleri hep böyle vücuda gelmişti. İşte ‘Hoş Sadâ’yı, Hasan Âli Yücel’in vekilliğinden sonra devam ettirmesini bildiği bu alâkaya borçluyuz. Şurasını da söyliyelim ki ben, yirmi sene İbnülemin Mahmud Kemal Bey’i hepsinden evvel bu kitabı bitirmeye teşvik etmiştim. Aramızda bu iş için dâimâ alevlenmeye hazır bir çeşit mücâdele vardı. Fakat o, Son Sadrıâzamlar’ı daha ehemmiyetli buluyordu. Bu gecikme yüzünden ‘Hoş Sadâ’ biraz da yarım çıkıyor. Buna rağmen, bir medeniyet değişmesi arasından bile hissî hayatımızı hâlâ idâre etmekte devam eden, öbür sanatlarımıza o kadar tesir eden son devirler mûsikîmizin târihi ile birazcık yakın olsun uğraşanlar, Itrî, Hafız Post, Seyyid Nuh, Ebubekir Ağa veya Tab’î Mustafa Efendi gibi en büyük mûsikîşinaslarımızın bile hayatı hakkında ne kadar az bilgimiz olduğunu, hattâ bazan Zaharya’da olduğu gibi, yaşadıkları devirde bile tereddüt edildiğini çok iyi bilirler. ‘Hoş Sadâ’nın muharrire mahsus o lâtif karışıklığı içinde olsa bile bize bilmediğimiz birçok şey öğreteceği, hiç olmazsa bu mâzi sanatını alâkadar eden bir yığın ihtimale ve şüpheye yol açacağı muhakkaktır.
Şimdi bu son kitabı ele almanın sabırsızlığı içinde muharririni daha başka türlü hatırlıyorum. Duvarlarını süsleyen çok güzel yazılariyle (bazı mühim eksikliklere rağmen, bütün bir koleksiyon; Son Hattatlar’da İbnülemin Mahmud Kemal kolleksiyonu) bir köşeye yığılmış çoğu kırık eski fayans parçalariyle (bu evde hiçbir şey atılmazdı, fakat birkaç iyi Beykoz’u ve Yıldız’ı vardı), hiç olmazsa ilk Meşrutiyet yıllarına çıkan havı dökülmüş, Empire mobilyasiyle gözümün önünde olan, salonda, bahçe üstündeki sâde döşemeli küçük yazı odasında her ramazan akşamı o kadar acaip şekilde azarlanarak, gülerek, fakat hakikî bir ikramla ve kendi pişirdiği yemeklerle iftar ettiğimiz bu odaların açıldığı sofada, kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan, çalışkan, acaip, nasıl seveceğini bilmeden seven titiz, bir çeşit cihan kaynanası huylu, fakat vefâlı ihtiyar adamı, çok eski bir zaman takvimi gibi günü geçmiş şeyleri sayan ve sizin zamanınıza ekleyen adamı, kendi tarzında dikkatli araştırıcıyı, bir yığın ihtibasın (tutuklağun) ve enfüsîliğin Subjektifliğin) içinden bize gördüklerini ve bildiklerini veren hâtırâcıyı, bende kalmış yüzlerce hayalinden hatırlıyorum ve içim garip şekilde burkuluyor.
Etrafiyle ve kendisiyle bir yığın anlaşmazlık içinde yaşayan, fakat bütün bu anlaşmazlıkların ortasında kurduğu iç ahengiyle, yaşadığı devrin devamlı inkâriyle, dağınık olsa bile büyük bir eseri vücuda getiren, o kadar unutulmaya mahkûmu, unutulmuş şeyi tekrar hatırlatan bu çalışkan adamı elbetteki fikir âlemimiz dâimâ hatırlıyacaktır. Fakat O’nu şahsen tanıyanlardan biri olan ben, bu kaybın yanında öbür kaybı, geriye dönmüş zamanın lâtif ve şaşırtıcı bir sayıklamasına benzeyen, asıl İbnülemin Mahmud Kemal’i hiçbir zaman unutamayacağım.
KAFASI KÜTÜPHÂNESİNDEN ZENGİN…
METİN TOKER
Bakırcıların arkasındaki büyük konak, zamanın hayli hışmına uğramıştır ama oraya kimler gitmez... Üniversite profesörleri, âlimler, muharrirler, târihçiler, alay alay ‘üstat’lar. Hepsinin mutlaka bir müşkülü vardır; Ya bir kitap yazıyorlardır, vesika ararlar; ya içinden çıkamadıkları bir bahis mevcuddur, çâre ararlar veya bir meselede başları dara gelmiştir, akıl danışırlar. İbnülemin Mahmud Kemal, hiç kimseyi geri çevirmez, hiç kimseye de ‘yarın gelin, ben o meseleyi tetkik edeyim’ demez.
Kütüphânesi, Türkiye’nin en zengin kütüphânelerinden biridir ama onun raflarından çok daha zengin olanı kendi kafasıdır. Ziyâretçisini karşısına alır, çok zaman saatlerce, o hususu tıkır tıkır, en derin noktasına kadar anlatıverir. Bu ziyaretçiler her zaman Türk olmazlar, Amerika’nın ve Avrupa’nın tanınmış âlimleri de Bakırcıların arkasındaki konağın eşiğini aşındırmaktan geri kalmazlar. Zîra İbnülemin’in Türk edebiyatı ve Türk târihi hususundaki inkâr kabul etmez salâhiyeti, bütün dünyâca tasdik olunmuştur. Bakırcıların arkasındaki konaktan içeri girerken ürkmüyordum dersem yalan söylemiş olurum. Bu kadar müthiş bir heccavın huzuruna çıkmak, tahmin edilebilir, pek güç oluyor. Fakat yukarı katta, ağır bir perdeyi kaldırıp, üstadın oturduğu odadan içeri başımı uzattığım zaman fevkalâde sevimli bir insanla karşılaştım. Uzunca bir boy, yaşına rağmen parlak gözler, iri bir burun. İşte ilk bakışta, üstad İbnülemin Mahmud Kemal! Üzerinde eski bir elbise, başında meşhur takkesi, ayağında terlikleri vardı.
Üstadın beni aldığı oda, ufacık, pek basit bir odaydı; ama Endülüs hükümdarının hazineleri içine düşen Tarık, bilmiyorum etrafında bu kadar kıymetli eşya, görmüş müydü? Ortada bir kitab yığını duruyordu, duvarlar el yazması levhalarla örtülüydü. Bir masanın üzerinde, eski zamana aid yazı takımları vardı. Lâlettayin bir esere el attım, Üçüncü Sultan Selim’in müzeyyen divanı çıktı; aşağı yukarı on bin lira kıymetinde bir divan. Onun yanında duran eserlerin ve en maruf Türk hattatlarının tâlik, sülüs yazılarının da o kıymette oldukları düşünülürse, Endülüs hükümdarının hazineleri ile bu eski konağın sakladığı hazineyi mukayesede mübalâğa olmadığı görülür.
Eline geçen paraları kendi nefsine harcamayıp, hemen tamamını vererek sâhip olduğu pâha biçilemez kitaplarını İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamıştır.
Metin Toker: (1924-2002) Gazeteci-Yazar. Akis Dergisi’nin kurucusu, sâhibi ve başyazarı, İsmet İnönü’nün dâmâdı.
MAHMUD KEMAL İNAL’IN HNAYATINDAN BİR KESİT…
ŞEMSEDDİN KUTLU
Bir edebiyat toplantısındaydı. Söz şiirden açılmış, zamânın ünlü şâirleri üzerine herkes görüşlerini açıklıyor, eleştirmelerde bulunuyordu. Mecliste Rızâ Tevfik Bey yoktu fakat O’nun uzaktan akrabâsı olan ve edebiyatçı geçinen biri vardı. Bir ara sözü kaptı ve şöyle konuştu:
‘Bildiğiniz gibi bizim Rızâ Tevfik Bey hem filozof, hem şâir, hem siyâset adamı, hem de güçlü bir pehlivandır. Kendisi siyâsette Bismarklardan, Metternihlerden; bizde Reşit, Fuad ve Âli paşalardan çok üstündür. Felsefede Kant ve Dekart’la boy ölçüşür. Pehlivanlıkta Koca Yusuf onun yanında hiç kalır. Şâirlikte de elbette ki Abdülhak Hâmit’ten üstündür.’
Meclisteki herkes bu saçma ve ahmakça iddialara gülmüştü. Tabiî kızanlar da vardı. Herkes homurdanıp söylenirken İbnülemin Mahmud Kemal Bey söze karıştı:
‘Ben bu beyin söylediklerine katılıyorum. Felsefe ve siyâset alanındakiler için bir şey diyemezsem de; Rızâ Tevfik Bey’in hem Koca Yusuftan, hem de Abdülhak Hâmid’den çok üstün olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.’
Dâima mantıklı ve doğruyu söyleyen bir kişi olarak tanınan üstâdın bu konuşması ortalıkta büsbütün şaşkınlığa sebebiyet verdi. Fakat O devam etti, ‘Evet, beyefendinin buyurdukları gibi Rızâ Tevfik, Abdülhak Hâmid’i ilk elensede yere vurur. Yusuf pehlivanın şâirliği de O’nun yanında solda sıfır kalır!’
Şemseddin Kutlu (1918-1991): İstanbul Yüksek Öğretmen okulu Türk Dili ve Edebiyatı ile Felsefe Bölümü mezunudur. Öğretmen olarak çalıştı. Araştırmacı yazardır. Vatan, Yedigün, Çınaraltı, Cumhuriyet, Zafer, Milliyet, Yeni İstanbul, Varlık, Hisar, Türk Edebiyatı gibi gazete ve dergilerde yazdı.