Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 2
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
HAYATINDAN KESİTLER - 2
Yeniden üye seçildiği Türk Târih Encümeni, İbnülemin’in büyük çapta ilmî çalışma ve yayınları için yeni bir sayfa açtı. İlmî vukufunu ortaya koyan eserlerini burada ard arda yayımlamaya başladı. Encümen, 15 Nisan 1931’de yerini Türk Târih Cemiyeti’ne bıraktığı zaman üyelik dışında kaldı. Onun yerini 1935’te Türk Târih Kurumu alırken de bir daha üye yapılmadı. Bununla beraber 1932’de toplanan Türk Târih Kongresi sırasında hazırlanması kararlaştırılan ‘Türk Târihinin Ana Hatları’ dizisi için kendisinden eski hat sanatımıza dâir terkibî bir icmal yazması istendi. Üzerindeki son resmî memuriyet olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Müdürlüğünden 1 Ağustos 1935’te yaş haddi dolayısıyla emekliye ayrıldı. 14 Nisan 1935’te annesi vefat etti. Ertesi yıl kendisine hac yolculuğu imkânı açmış olan Prenses Hatice Abbas Halim’in Kahire’den itibâren eşliğinde hac farîzasını da yerine getirdi.
Son vazifesinden cüzi bir emekli maaşı ile köşesine çekilen İbnülemin kendini, her biri nâmını ayrı ayrı yâdettirecek büyük çaptaki eserlerini tamamlamaya verdi. Bu arada, müsteşrikler âlemindeki yaygın itibar ve şöhreti dolayısıyla yurt dışındaki ilmî kongrelere çağrıldı, bazı ilim cemiyetlerine üye yapıldı. 1934’te Londra’da toplanan Congrès Internationale des Sciences Anthropologiques et Ethnique’e dâvet edildi. Ancak maddî durumunun el vermemesi ve hiçbir resmî merciden yardım görmemesi yüzünden katılamadı. Aynı kongrenin 1938’de Kopenhag’daki toplantısına da dâvet edildiği halde yine aynı sebeplerle gitmesi mümkün olmadı.
M. K. İNAL
Devrin Maarif vekili Hasan Âli Yücel, İbnülemin’le beraber İsmail Saib Sencer’i de Kütüphâneler Tasnif İşleri İlmî Müşavirliği ile yeni bir çalışma imkânı sağladı. Bu arada Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali Tevfik’in dâveti üzerine İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi benzeri bir müzenin tanzimi, özellikle de buraya konulacak hat eserlerinin seçim ve tasnifi için Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ile birlikte 29 Aralık 1939’da Kahire’ye gitti. Kendilerine tevdi edilen işi başarı ile gerçekleştirerek 19 Şubat 1940’ta İstanbul’a döndü. Kütüphâneler ilmî müşâvirliği bu defa, Maarif Vekâleti’nce yayın hazırlıkları ilerlemekte olan İslâm Ansiklopedisi’nin ilmî müşâvirliğine çevrilmişti. Bu arada eski dostu Bağdatlı İsmâil Paşa’nın basılmamış ‘Hediyyetü’l-ʿârifîn esmâʾü’l-müʾellifîn ve âs̱ârü’l-musannifîn’ adındaki Arapça büyük biyografi kāmusunun kontrol ve basımını üstlenerek iki büyük cilt halinde yayıma hazırladı.
NÂZAN İZ ÖZGÜR’ÜN BİR HÂTIRASI:
Hocam, âile dostumuz ve doktorumuz Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’le berâberliğimin her ânı, büyük bir şans ve mutluluktu. Benimle çok meşgul olmuştu. Her gittiği yere beni de götürdüğü için, arkadaşlar yarı şaka, yarı ciddî, ‘Hocanın çantası’ derlerdi.
Yine böyle günlerden bir gün, o devrin ve bu devrin büyük üstadlarından ressam Feyhaman Duran Beyefendi’nin atölyesine gittik. Buram buram san’at kokan hâneye adım attığım an, etrâfı ve gördüklerimi, beş duyunun ötesinde bir duygu ile rûhuma işlemeye çalıştığım sırada, alışılmışın dışında bir zâtın koltukta oturduğunu gördüm. Birkaç asır evvelden zamânımıza gelmiş gibi idi. Oturduğu koltukta, bastonuna dayanmış, kelebek gözlüklerinin üstünden beni tetkik ediyordu. Hocam bizi tanıştırdı ve Ressam Duran ile birlikte atölye kısmına geçti. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’le baş başa kaldık. Görünüşü kadar garip bir tarzda sordu. ‘Kız sen kimsin bakayım?’ Hocanın talebesi olduğumu, lütfedip beni de berâber getirdiğini, böylelikle, kendisini ve üstad ressam Duran’ı tanımak şerefine nâil olduğumu söyledim.
Ağzının içinde bir şeyler geveledi. Anlayamadım. Sonradan hocam, ‘anlayamadığına memnun ol’ dedi. Hocamın bu cevâbının ne ifâde ettiğini ve haklı olduğunu, İbnülemin Beyefendi ile uzun berâberliğimiz sırasında anladım. Çok kıymetli bir zat idi, lâkin nev’-i şahsına münhasırdı. O da portresi için poz vermeye gelmişti. Hem poz eriyor, hem de üstâdı metheden kafiyeli mısrâlar dökülüyordu dilinden...
O sıralarda, türlü sâhalardaki meraklarım arasında, beğendiğim şiirleri, nesirleri, deyimleri, fikirleri topladığım, adına ‘petek defteri’ dediğim, bir defterim, bir de kıymetli zatların imzâlarını ve yazılarını topladığım bir nevi hâtıra defterim vardı. O defteri bana hocam hediye etmişti.
Üstad, yağlıboya resmini yapan Duman’ın karşısında otururken, şiir gibi konuşuyordu:
SÜHEYL ÜNVER
Feyhaman’ın yaptığı resmimi görse eğer
Avrupa ressamları fırçasına baş eğer
Var mıdır Nâzan gibi bir nâzenîn
Şi’r ü resm ü mûsikîde behrever
Pek zekidir gözleri ‘velfecr’ okur
Gördüğü her şeyde bir nükte sezer
Ecnebi birkaç lisana âşinâ
Iftihâr eyler onunla her peder
Hüsn-i sûretten nasibi âşikâr
Hüsn-i sîretten olmuş behrever
Zevk ile geçsin hayâtı dâima
Görmesin dünyâda aslâ bir keder
Hemen kaleme sarılıp söylediklerini yazmaya başladım. Bitirince, ters ters ne yaptığımı sordu.
‘Siz, etrâfa inci saçıyorsunuz, toplamayayım mı?’ dedim. Birden durdu. ‘Ha... Şimdi iş değişti,’ diyerek, beni, mine’l-evvel ile’l âhir sorguya çekmeye başladı. Bu arada hocam, her zamanki zarâfeti ile sohbeti kesmemek için müsâade isteyip ayrıldı. Beni de İbnülemin Efendiye emânet etti. Hakkımda epey bilgi topladıktan sonra, üstad Feyhaman Bey’den berâber çıktık. Beyazıt Meydanı’na kadar yürüdük. ‘Senin yaşında bir kızla muhabbetimin tutacağını kırk yıl düşünsem tahmin edemezdim’ dedi. Bu, benim için iltifattı. Buna lâyık olmadığımı biliyordum. Üniversitedeki odasının kapısının bana dâima açık olacağını söyleyerek, dâvet lütfunda bulundu. Sevgili amcam, Mâhir İz Hoca’nın kendisinin dostu olması da bana gösterdiği bu yakınlıkta etkili idi muhakkak.
Üniversitenin kapısında ayrıldık. Ben tekrar hocamın yanına döndüm ve ondan, bu eski zaman adamı hakkında mâlûmat edindim.
Yine günlerden bir gün, hâtıra defterime, lütfen bir-iki kelime yazması için, hocamın yanında vazifeli Süreyyâ Abla’mıza, İbnülemin Beyefeydi’ye götürmesi için ricâ ettim. Birkaç gün ses çıkmadı. Bir gün Süreyyâ Abla ‘Sana bir mektup var’ dedi. Şaşkınlıkla zarfı açtım İbnülemin’den ve eski Türkçe yazılmış birkaç satır: ‘Burası bakkal dükkânı değil. Bakkala evrak imzâlatmıyorsun. Kendin gel!’ Utana sıkıla huzûruna gittim. İçeride kütüphânesinden faydaalanan gençler vardı. Kendisi masasının başında oturmuş, yine gözlüklerinin üstünden yarı kızgın bana bakıyordu.
‘Buyur,’ dedi ve defteri uzattı. Sülüs mürekkebi, kamış kalemle kendi el yazısı ve imzâsı ile beni nasıl gördü ise, nasıl görüyorsa, ne temenni ediyorsa, kafiyeli olarak yazmış. Târih olan o sâhifenin hâlâ en kıymetli hâtıralarımın arasında müstesnâ bir yeri vardır.
……….
Yaş 19. Artık bir flörtüm var. Bugünkü 46 senelik eşim ve üç çocuğumun babası Özcan Özgür.
Okulun öğlene kadar olduğunu bildiğinden, akşama kadar nerelerde gezdiğimin merâkı içinde...
Günlerden bir gün, İbnülemin üstâdla karşı karşıya oturmuş konuşurken kapı vuruldu, içeri Özcan’la arkadaşı İsmâil Ağabey girdiler. Yüzlerindeki ifâdeyi anlatamayacağım. Ben, heyecan, içinde mahcûbiyetle üstâda tanıştırmak çabası içinde ‘komşumuzun oğulları’ deyiverdim. O, her ikisine de kısa bir nazar atfettikten sonra, İsmâil’i göstererek: ‘Bu komşu oğluna benziyor, ama öteki komşu oğluna benzemiyor’ dedi. Birkaç dakika soru-sualden sonra müsâade isteyip kendimizi koridora attığımızda... Özcan ve İsmâil ‘Bu yaşı belli olmayan ihtiyar adamdan ne anlıyorsun saatlerce, günlerce... Bunun için mi her gün akşama kadar yoksun?’ dediler. Durumu hafsalaları almadı. Haklılardı. O yaşta bir kızın, dışarıda eğlencenin envay çeşidi varken, vaktini bu türlü geçirmesi, onların anlayışına göre garipti. Benim içinse yaşamanın hakîkati idi.
Altı ay sonra dâvet ettiğim nikâhıma Süheyl hocamla birlikte ütfedip geldiler. İbnülemin Efendi iki arada bir derede kulağıma yaklaşıp ‘Ben sana bu oğlan komşu oğluna benzemiyor demedim mi’ demez mi. O yaşta, bir-iki dakikalık bir karşılaşmayı, 6 ay sonra hatırlayabilen bir hâfıza... Ve sonra sevgili hocama, nikâh şâhidim olmasını ricâ ettim. Düşündü. ‘Bana çok zor bir vazife veriyorsun’ dedi.
Üzülerek sebebini sordum. ‘Çünkü sen evlenecek kadın değildin. İlim kadını olmalıydın.’
Kıymetli hocam, büyük insan-ı kâmil... Onu tanıtmaktan âcizim, kelime bulamıyorum. Büyük üstad İbnülemin Mahmud Kemal Beyefendiyi de Süheyl Ünver Hocam gibi sevgi ve saygı ile anıyor, nur içinde yatmasını niyâz ediyorum.
N. ATLIĞ
EBEDÎ ÂLEME GÖÇ HAZIRLIĞI / VASİYETNÂMESİ
T.C. İstanbul 13. Sulh Hukuk Hâkimliği
BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
Elhamdülillah aklen ve bedenen kemal-i afiyette olduğum halde medenî kanunun ahkâmına tevfikan (uygun olarak), hiçbir kimseden korkmadan ve hiçbir kimsenin cebrine tâbi olmadan (zorlamasına mâruz kalmadan) son arzularımı mezkûr kanunun 478’nci maddesi mucibince İstanbul’da Mercan mahallesinde Mühürdar Eminpaşa sokağındaki konağımda 1955 Haziran’ının 23’ncü günü kendi elimle yazıyorum.
Kendime kimseyi mirasçı naspetmeyerek (tâyin etmeyerek) tasarruf nisabına taalluk eden (bana ait olan değerlerle alakalı) hakkımı tamâmen müdafaa ediyorum. Esasen mahfuz hisseli mirasçım bulunmadığından kanunen hâiz olduğum mutlak salâhiyete binaen terekemin ( geride bıraktığım mal ve mülkümün) tamamı üzerinde tasarruf ederek metrukâtımı (malvarlığımı) berveçhiâti umur-ı hayriyeye (aşağıda belirtildiği üzere hayır işlerine) tahsis ve vasiyetlerimi bu vesikada tâdât ve isdar ediyorum: (maddeler halinde kaydediyorum)
1-Müstakilen mâliki bulunduğum İstanbul’da Mercan’da Mühürdar Emin Paşa Sokağındaki yeni 13 ve eski 8 numaralı konağımı ve müştemilâtını (teferuatat kabilinden olan ve olmayan menkul mallar hariç) aşağıda gösterilen maksada ve gayeye, tesbit ettiğim kayt ve şartlar dâiresinde tahsis ederek (İbnülemin Mahmud Kemal Tesisi) adı ile hükmî şahsiyeti haiz Medenî Kanunun 437’nci maddesinin bahşetmiş olduğu salâhiyete müstenid, ölümüme bağlı tasarruf yoliyle, yani ölümümden sonraya muzaf olarak (geçerli olmak üzere)vasiyet suretiyle vakfettim. Şöyle ki:
a-Vakfettiğim bahsi geçen bina dâima (İbnülemin Mahmud Kemal Yurdu) nâmı ile yadolunmak ve halihazırı ile mâmur olarak muhafaza edilmek şartıyla hâlen İstanbul’da hali faaliyette bulunan İmam ve Hatip mektebinin tesisindeki gayeye ve maksada tahsis olunmuştur. Bu mektepte okuyacak talebe ile mektebin hey’eti idaresince verilecek karar üzerine İstanbul’daki Üniversitelerde din-i İslâm’ın faraizine (farzlarına) itina ve riâyet ile iştihar eden (tanınan) mütedeyyin (dindar) ve müstahak (hak etmiş) talebe için bina, yurt olarak kullanılacaktır.
b-Tesisin uzuvları şunlardır: Tesis hey’etinin içinde müttefikan (oy birliği ile) yahut ekseriyetle seçeceği tesis müdürü, tesis idâre heyeti: Tevfiz makamı, (kelimenin ‘tefvîz’ olması gerekir. ‘Bir işi, bir kimsenin üstüne bırakma, ihâle etme’ demektir. O. Ç.) idâre heyeti tesisin mümessilidir. Kararını ittifak yahut ekseriyetle alır.
c-Tesis idâre heyeti şu suretle teşekkül eder: İstanbul Müftüsü, İmam Hatip mektebini himâye için çalışan İlim Yayma Cemiyeti’nin idâre heyeti reislerinden biri ve hayatları müddetince Yapı ve Kredi Bankası İdare Heyeti Reisi Bay Kâzım Taşkent, İstanbul Basın Kurulu Reisi Bay Hakkı Tarık Us, İlim Yayma Cemiyeti İdâre azalarından Bay Vasıf Çelebi, inhilâl ( dağılması) hâlinde yerine diğer azalar tarafından intihap olunacak (seçilecek) zat, tesâvii ârâ hâlinde (oy eşitliği durumunda) en yaşlı zatın bulunduğu tarafın namzedi.
d-Tesisin teftiş makamı, devlet adına Diyânet İşleri Reisidir.
e-Yurda yerleştirilenler için teberrular dahi kabul edilecek olan tesise irad temin etmek üzere dış bahçede mülkiyet hakkı tesise ait olmak ve konak binasına asla dokunmayıp ayrıca bir bina inşa etmek yahut bu bahçeden diğer münâsip yoldan şâhit esbâbını (faydalanma sebeplerini) ikmal eylemek muktezidir. (gerekir)
f-İbnülemin Mahmud Kemal Yurdu’nun bir âfet sebebiyle hiç şâhit edilmiyecek hâle gelmesi üzerine sigorta bedeli ile ödenmek yahut sâir suretle ihya edilmek, mümkün olmadığı takdirde sigorta bedeli ve enkazın bahçe kısmının satılmasından hâsıl olacak meblağ ile Yurt hâli sabıkına ircâ olunacaktır. (Eski hâline getirilecektir.) Bahçenin satılması keyfiyeti ancak bütün takdirlerin semeresiz (faydasız) kalması hâline râcidir (bağlıdır) ve bu zaruretin Teftiş makamınca da kabul edilmiş bulunması meşruttur. (şarttır)
2-Yakacık’ta 7 hissede altısına mutasarrıf (sâhip) olduğum Yeni Mahalledeki ev ve araziyi ölümümden sonraya muallak (başlamak üzere) olarak merhum kardeşim Selim Bey’in kızı Selma Hanım’a vasiyet ediyorum.
3-İstanbul Üniversitesi’ne 27 Mart 1953 târihinde hibe edip senetle temlik ve teslim edip bilâhare istiarede (iade edilmek üzere almış) bulunduğum eşya, ölümümü müteakiben Üniversitedeki Kütüphâneme nakl ve yazı ve resim levhaların duvarlara asılması ve yazı ve âlet ve edavatın, billûr bardaklar, kâse ve tabaklar, destiler, fincanlar ve sâirenin vitrine dizilmesi kanepe ve koltukların iki büyük ve 3 antika küçük ayinenin (aynanın) ve sâir bu kabil eşyanın yerleştirilmesi işinin Fatih’te Fevzipaşa Caddesi’ndeki hânesinde mukim Yüksek Mühendis Ekrem Hakkı Bey’e yaptırılmasını vasiyet ediyorum.
4-Birinci maddede Konağı İmam Hatip mektebine vakfettiğimi söylerken (teferruat kabilinden olan ve olmayan menkul mallar hâriç) dedi. Bunların bir kısmı 3. maddede yazıldığı üzere evvelce Üniversitedeki Kütüphâneme vakf ve nakledilmiş olduğundan ve istiarede bulunduklarım da ölümümü müteakiben naklolunacağından bunlardan başka olan eşyadan 4 ayaklı, çekmeli yukarıdaki kapalı ve yaldızlı dolap olan siyah ve önü yazı masası gibi açılır kapanır dolap, ayaklı dört küçük yazı çekmesi, üstü mermer 3 gözlü çekme, biri siyah diğeri ceviz renkli 4 küçük yazı çekmesi, kitap koymağa mahsus üç gözlü siyah raf, üstlerinde fincan ve kâse, tahta divan, kavukluk da kütüphâneye götürülecek ve bunlar da Ekrem Hakkı Bey tarafından yerleştirilecektir. Geri kalan eşyadan minder, iskemle, biri uzun ve diğeri yuvarlak iki yemek masasını, 5 çekmeli konsol ve üstündeki ayineyi, üstü çekmeli ve altı dolaplı siyah konsolu, bir demir, 3 çini sobayı ve büyük bakır semaveri, karyolayı ve odalarda ve sofalardaki kilimleri, pencere perdelerini yurda veriyorum. Yukarı ve aşağı odada ambarlarda ve yatak odasındaki küçük dolapla içindeki tabak ve sâireyi, yukarı odadaki itibarda bulunan çatal ve bıçak takımlarını, iki çay semaverini ve kıymetli Şal bornozu, büyük odadaki yekpare halıyı ve küçük odada ve sofadaki bej halıyı Selma’ya veriyorum.