Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine 

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 13

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

ESERLERİ-6

HOŞ SADÂ

Hoş Sadâ, Türk müziğinin yaklaşık son iki yüz yılının târihini içeren bir mûsikişinaslar tezkiresidir. Şeyhülislâm Esad Efendi’nin (1685-1753) 17. yüzyıl ve 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yetişen bazı mûsikîşinasların hayat hikâyelerine yer verdiği ‘Atrabü’l-âsâr fî tezkireti urefâi’l-edvâr’ adlı eserde müzikle uğraşan yüze yakın isimden söz edilmektedir. Türünün tek örneği olan bu eser, Osmanlı döneminin eldeki tek mûsikîşinas tezkiresidir. Şeyhülislâm Esad Efendi’nin eserinin ardından yazılan mûsikişinaslar tezkiresi ise 20. yüzyıl ortalarında İbnülemin tarafından kaleme alınan Hoş Sadâ’dır.

Eserin girişinde ilk önce mevcut yayınlardan söz eden İbnülemin, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin eserinin yanı sıra Doktor Subhi Bey’in ‘Amelî ve Nazarî Türk Mûsikîsi’, Mustafa Rona’nın ‘Elli Yıllık Türk Mûsikîsi’, Sadeddin Nüzhet Ergun’un ‘Türk Mûsikîsi Antolojisi’ adlı eserlerinden kısaca bahsetmektedir. Mustafa Rona’nın eserinde önemli pek çok mûsikîşinasın biyografileri, besteleri ve resimlerinin bulunduğunu söyleyen İbnülemin, bu eserden faydalandığını belirtmektedir. 

Bu eserler içinde Sadeddin Nüzhet Ergun’un 1942 yılında yayınlanan ‘Türk Mûsikîsi Antolojisi’ adlı eseri de mühimdir. Türk müziğinin târihi seyrini ortaya koyabilmeyi hedef edinen bu eserde Türk târihinin İslâmiyet öncesindeki ve sonrasındaki farklı dönemlerinde müziğin gelişimi, Türk müziğindeki önemli bestekârlar ve besteledikleri eserler incelenmektedir.

İbnülemin’in eserinde ise Şeyhülislâm Esad Efendi’nin eserinden sonraki mûsikîşinaslar konu edilmekte ve eser 1942’den daha ileri bir târihte son bulmaktadır. 18. yüzyıl ve sonrasını kapsayan Hoş Sadâ’da mûsikîşinasların hayat hikâyelerine ve resimlerine yer verilmesinin yanı sıra kaleme alınan metinlerin önemli bir kısmının hâtırat niteliği taşıdığı da ifâde edilmelidir.

Hoş Sadâ, 1958 yılında yayınlanmakla birlikte, 1937 yılında kısmen kaleme alınmış ve Son Asır Türk Şâirleri’nin 1942 târihli son cüzünde ‘basılmıyan eserler’ arasında gösterilmiştir. Her Ay Mecmuasında 1937 yılında yayınlanan ‘Unutulan Adamlar’ adlı yazısında ‘mûsikîşinasların, zamanımıza yakın olanlarının ve zamanımızda yaşayanların bâzıları hakkında mümkün mertebe toplayabildiğim malûmatı ve mûsikîye müteallik fıkaratı ihtiva etmek üzere nâçiz bir risaâe yazmağa teşebbüs etmiş ve “Bakî olan bu kubbede bir hoş sada imişmısraından ilham alarak risaleye ‘Hoş Sadâ’ ismini vermiş idim. İkmal edebilirsem belki ileride işe yarar” diyen İbnülemin Bey, bu yıllarda Son Asır Türk Şâirleri, ardından Son Sadrıâzamlar ve Son Hattatlar’ın yazılması ve yayına hazırlanmasıyla meşgul olmuş bu eserlerin basılmasının ardından Hoş Sadâ üzerinde yeniden çalışmaya başlamıştır.

Seksenli yaşlarında sağlık problemleri yaşayan ve vefatından bir buçuk ay önce yazdığı bir mektupta ‘bakiyye-i hayâtı (kalan hayatı) istirahata hasr etmeyip de kendimi mihnetlere sokmak, bâ-husus bu kış üç ay mütemâdiyen hasta olduğum hâlde yine rahat durmamak bilmem ki kâr-ı akıl mıdır?’ diyen İbnülemin’in Hoş Sadâ üzerinde yeniden çalışmasının en önemli sebeplerinden birisi, yakın çevresi tarafından bu eseri yayınlaması için teşvik edilmesidir. 

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın ‘Hoş Sadâ’ isimli eseri de; ‘Son Sadrıâzamlar’, ‘Son Şâirler’, ‘Son Hattatlar’ ve diğer muhteşem eserleri gibi sâhasında büyük bir boşluğu doldurmuştur. 

Müellifinin ebedî âleme intikali sebebiyle yarım kalan eserin 128. Sayfadan sonrası, merhumun hazırladığı belge ve bilgilerden faydalanılarak 19. yüzyıl dîvan şâiri Yenişehirli Avni Bey’in (1886-1884) torunu Avni Aktunç tarafından kitaba dâhil etilmiştir. 

Eser, önceki baskılara göre daha kaliteli olarak Ekim 2019’da, İstanbul’da Ketebe Yayınları tarafından yayınlanmıştır. 16,5 X 24,5 santim ölçülerinde, sert kapaklı cilt içerisinde, iplik dikişli, mat kuşe kâğıda basılı 360 sayfadır. 2021 yılı Ağustos ayında, Ketebe Yayınları, üstâdın ‘Son Hattatlar’ isimli kitabını da ‘Hoş Sadâ’ isimli kitabı ile aynı kalitede yayınlanıştı. Belirtildiğine göre, Yayınevi, İbnülemin Mahmud Kemal İnal külliyatının diğer eserlerini de yayınlanmaya devam edecektir. 

Eser, yayınevi’nin takdim yazısı ilebaşlayıp her sayfada bir adet olmak üzere üstâdın 5 adet fotoğrafından sonra Prof. Dr. Nevzad Atlığ’ın ‘Soluk Hâtırâlardan Yankılanan Nağmeler’ başlıklı yazısı ile devam ediyor. Yazının metninde ve dipnotlarındaki bilgilerin her satırı, esere önemli ölçüde değer katıyor. Ehemmiyetine binâen bâzı dipnotlarla birlikte ve özetlenerek aşağıya dercedilmiştir:

Soluk Hâtırâlardan Yankılanan Nağmeler

1940’lı yıllar... Antakya. İkinci Dünya Savaşı başlayalı aylar olmuştu. Henüz lise öğrencisiydim. Savaş dolayısıyla Trakya ve özellikle İstanbul halkı, hükümetçe daha güvenli yerlere tahliye edilmişti. Tahliye mecbûrî olmamakla birlikte daha güvenli olması sebebiyle, İstanbul ve Trakya halkının, atalarının veya akrabaların bulunduğu memleketlerine savaş süresince iskân olunması idi. Bu tahliyenin bir sonucu olmak üzere, Nâmi Karslıoğlu isminde benden 4-5 yaş büyük bir genç ailesiyle birlikte İstanbul’dan Antakya’ya göç etmişti.

Evlerimizin yakın oluşu dolayısıyle müzikle de ilgisi olan Nâmi ile kısa zamanda aramızda bir arkadaşlık kurulmuştu. Evimizde geceli gündüzlü olmak üzere mûsikî ile ilgili toplantılar yapıldığından Nâmi de zamanla mûsikî toplantılarına katılır olmuştu. Kendisi Kumkapı Mûsikî Cemiyeti’nde küçük yaşlardan itibaren mûsikî çalışmaları yapmış ve bir vesile ile İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in bir meclisine katılmış. Efendi Hazretleri’nin ismini ilk defa bu arkadaşımdan işittim. Nâmi her fırsatta ‘Efendi Hazretleri’ diyerek İbnülemin Bey’in konağını ve bu konakta her pazartesi yapılan mûsikî toplantılarını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuluyordu. O’na göre İstanbul’un tanınmış şöhretleri, üniversite hocaları ve müzik adamları bu konağa gelerek Üstad’ın meclisine katılmaya can atıyormuş. Ben bunları dinledikçe hayâlimde ‘Üstâd’ı ve meclislerini canlandırmaya çalışıyordum. 

* * *

1943 de Antakya lisesini bitirmiştim o târihlerde tek üniversite İstanbul Üniversitesi’ydi. Eylül ayında bu büyük şehre giderken iki hedefim vardı: Birincisi, hekim, tabip, doktor olmak; İkincisi, İstanbul mûsikî muhitinde kendime bir yer edinebilmek. Tıp fakültesine sınavı kazanarak kaydımı yaptırmıştım artık doktorluk yolu açılmıştı. 

Sıra mûsikî muhitine girmek ve daha sonra meşhur konağa ulaşmaya gelmişti. Yeğenim Vedat da benim gibi mûsikî ile meşguldü ve tambur çalıyordu. Birlikte kılavuzumuz Nâmi’nin peşine takılıp Kumkapı’da oturan Recâi Bey’i bulduk. Bu zat Mahmud Kemal Beyin Pazartesi toplantılarında uzun yıllardan beri kemençe çalan ve sözü dinlenen biriydi. Meramımızı anlattık, aracılığını istirham ettik, gönlünü aldık, bize kemençe çaldı. Bunun üzerine, önümüzdeki ilk pazartesi akşamı, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in konağındaki toplantıya götürüleceğimizin sözünü aldık. Ama öyle paldır küldür, biz geldik deyip gidilmeyecekti. Toplantılara kabul edilmemiz için, kapıdan girip, Beyefendi’nin elini öpene kadar neyi nasıl yapacağımız, konuşma sırasında nelere dikkat edeceğimiz, oturup kalkmamızdan ikram edilen çayı nasıl içeceğimize kadar her davranışımızın biçimi bir bir anlatıldı, târif edildi.

Kısacası, sazlarımızı yanımıza alıp konağa gittik. İbnülemin Bey’e tanıtıldık. Babalarımızın ne iş yaptığı ve öğrenim durumumuz ilk sorular arasındaydı. Toplantı bir sohbetle başladı. Mahmud Kemal Bey’in ‘tertib-i bezm eyleyelim’ deyişiyle, sazlar kılıfından çıkarıldı bu arada bizim de icrâya katılacağımız işâret edildi, akortlar yapıldı. Taksim peşrev derken ben de kendimi fasla kaptırdım. Tambur çalan Ali Bey ve ûdi Ethem Bey o günden aklımda kalan saz icracılarından. Çalanlar da sesleriyle okuyanlara katılıyorlardı. Ortada nota falan yok, ezberden çalıp söyleniyor. Zâten tambur çalan Ali Bey nota bilmiyor, ama herkesten güzel çalıp söylüyor, hâfızasında her şey var, faslı götüren de o.

Bilmediğim, iyi hatırlayamadığım eserlerde durumu idâre ettim, bildiğim eserlerde de fazla bastırmayıp, hafif ve yumuşak sesle çalmaya gayret ediyordum. (Vaktiyle ustaların yanında, sesin fazla yükseltilmemesinin edep işi olduğunu babam ısrarla tembih etmişti).

Toplantı sonu, ayrılırken, İbnülemin Bey bir elini omzuma koyup diğer eliyle başımı okşarken, ‘çok mühim mâzeretin olmadıkça sen daima geleceksin’ deyip adımı soyadımı yeniden sordu ve tekrar etti ‘sen, dâimâ geleceksin.’

Meclise ilk katılışımda yapılan mûsikîyi doğrusunu söylemek gerekirse pek beğenmemiştim: Nota kullanılmıyordu, sazlar da o zamanın deyimiyle pratik çalıp söylüyorlardı. Ne yapabilirim diye düşündüm, daha sonraları yakından tanıdığım müzisyen arkadaşlarımı Efendi Hazretlerine takdim etmeye başladım. Bunlar arasında Dr. Selahattin İçli, sonradan mâliye profesörlüğüne kadar yükselen Halil Nadaroğlu, genç yaşta kaybettiğimiz Ahmet Çağan, kanûnî Fikret Kutluğ ve daha sonraları tıbbıyeyi bitiren Dr. Alaeddin Yavaşça ilk hatırladığım isimler. Bu arkadaşlarımızın iltihakıyle benim gittiğim gecelerde mûsikî daha güzel olurdu. Efendi fiazretleri de bu değişikliği hemen sezdiğinden bana olan teveccühünü esirgemezdi.

Bir pazartesi toplantısında, daha önce adı saygıyla anılan, gelmesi dört gözle beklenen ünlü neyzen Süleyman Erguner’le tanıştım. Fasıla katılmayıp sadece sonunda uzunca bir taksim yapmıştı. Başta Mahmud Kemal Bey olmak üzere herkes nefes almadan dinliyordu. O zamanki yetersiz nazariyat bilgimle gösterdiği türlü icra tekniklerini pek anlayamamıştım, ama orada bulunanların hepsindeki içlenme beni de sarmış, âdetâ kendimden geçirmişti. İlk defa bir virtüözü bu kadar yakından dinliyordum ve şaşırıyordum. 

Toplantının sona erişinde dışarıya birlikte çıktık: İkinci Dünya Savaşı’nın karartılmış geceleri yaşanıyordu, tramvaylar mor ışık kullanıyor, pencerelere kalın siyah perdeler gerilmiş, göz gözü görmüyordu. Merhum Süleyman (Erguner) Bey bir ara ‘keman çalmayı kimden öğrendiğimi’ sordu. Babamın subaylığından, keman çaldığından, Edirneli olduğumuzdan söz edince, ‘Sakın sen Ali Nazmi Bey’in oğlu olmayasın?’ Benden ‘evet’ cevabını alınca; ‘Bak sen şu işe yahu... Senin bebekliğini bilirim. Askerliğimi babanızın yanında Balıkesir’de yaptım. Evinizde yapılan mûsikî toplantılarına katılırdım, inşallah seninle de devam ettiririz.’ deyiverdi.

Efendi Hazretlerinin konağının vesile olduğu bu tanışmadan sonra birbirimize sarıldık ve bu sarılış, aynı heyecanla 1953’te çok genç sayılabilecek yaşta hakkın rahmetine kavuşmasına kadar devam etti.

Süleyman Erguner... Ne samîmi, ne kadar alçak gönüllü, ne mübarek bir insandı.

Büyük târihçi ve müzikolog merhum dostum Yılmaz Öztuna Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi’nde Efendi Hazretleri hakkında şu cümleleri yazmıştı:

‘… Kendine has mizacı ile de eşsiz bir şahsiyetti. Fevkalade milliyetçi, dindar, topluma bağlı kendini milletine borcunu ödemek için dünyaya gelmiş sayan bir zattı. O’nun menkıbelerini ve söylediklerini Taha Toros* günü gününe yıllarca kaydetmişse de, pek çok kişiyi kızdırabileceği endişesi ile bu defterleri yayımlamamaktadır.’

Taha Toros Bey’i üstadın pazartesi toplantılarında tanıdım. Görevi Ankara’da olmakla beraber sık sık yolu İstanbul’a düşer ve pazartesi toplantılarında mutlaka bulunurdu. Taha Bey, Efendi Hazretleri’nin çok sevdiği dostlarından biriydi. Taha Bey her toplantıdan sonra o gece neler konuşulduğunu kimlerin bulunduğunu hangi şakaların yapıldığını muntazaman defterlere kaydetmiştir. Kendisiyle ömrünün son 25-30 yılında Etiler semtinde komşuydum. Bu defterlerin ne kadar değerli olduğunu çok yakından bildiğim için kendilerinden bunları yayınlamasını çok kereler rica etmiştim ama ne çâe ki başaramadım. 

Efendi Hazretleri’nin bir zamanların çok tanınmış Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’e olan sevgisi ve bağlılığını da zikretmeliyim.

………………………

Avni Aktunç: 1888'de İstanbul’un Eyüp İlçesi’nde doğdu. Yüksek eğitimini de Dâr’ül-Fünûn Edebiyat Şubesi’nde tamamlayarak 1912′de mezun oldu. Uzun yıllar öğretmenlik ve memurluk yaptı. Müzik dersleri aldı Ud ve keman çaldı. Güftelerinin bir kısmını kendisinin yazdığı 14 kadar bestesi bulunmaktadır. Bunların dışında, İbn’ül-Emin Mahmud Kemal İnal’ın ‘Hoş Sadâ’ adlı eserini (C) harfinden sonraki bölümlerini yazmıştır. (Eyüp’lü Bestekârlar’ isimli kitapta bu kadar bilgi vardır. Sağlığında hazırlandığı tahmin edilen bu metinde, vefat târihi kayıtlı değildir.)

Yılmaz Öztuna: (1930-2012) şiir, mûsiki sahaları ile siyâset ve medeniyet târihi konularının aşılmamış üstadıdır. Fuad Köprülü gibi zengin bir kütüphâneye doğan Yılmaz Öztuna 1950-1957 yılları arasında Paris’te Siyâsî İlimler Enstitüsü ve Sorbonne’da Fransız Medeniyeti Bölümü’nde okudu. Ayrıca Paris Konservatuvarı’na devam etmiştir. 1957 sonunda Türkiye’ye vatan ve millet aşkı ile dönmüştür. O, öldüğü ana kadar okudu, bilgi servetini yazarak paylaştı. Hayat Târih Mecmuası’nı kurup yaşatan bu yolla 1940 sonrasında doğanlara târihi tanıtan, sevdiren, târih şuuru kazandıran; önce 12 cilt orta boy, daha sonra 14 cilt büyük boy Büyük Türkiye Târihi’ni (Ötüken Neşriyat) yazan çalışkan ve bilgin târihçi... Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yayınlanan üç ciltlik Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi ile Atataürk Kültür Merkezi tarafından bastırılan Türk Mûsikîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi’nin müellifi... MEB tarafından basılan Türk Ansiklopedisi’nde 2700 mûsiki ve târih maddesi yazan 100 (yüz) cildi bulan kitaplara imzasını koymuş bulunan bu velût ve gerçek araştırıcının eserlerinin vitrinde olmasını dilerim. Merhum Yılmaz Bey’in Konservatuvar’ın kurulmasındaki hizmetleri ise gerçekten çok değerlidir. Akademik unvanlı bazı kıskanç ruhluların Yılmaz Öztuna’nın hizmetlerini küçültmeye çalışmaları, O’na saldırarak şöhret kazanma hırsları ise, ne kadar çirkindir. Yılmaz Öztuna, İsmail Hâmi Danişmend, İbnülemin, Atsız, Ekrem Hakkı Ayverdi gibi üniversitemizin dışında kaldığı halde aşılamamış beş büyük târihçimizdir. Bunlara Emel Esin, Orhan Şâik Gökyay, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kâzım Mirşan ve Cengiz Özakıncı isimleri eklenmelidir. Akademik unvanlı bazı mütekebbirler (kendini beğenmiş, kibirli)  ile millî şahsiyetlere tahammül edemeyenlere saldırarak kendine yer açma hastalığıyla malûl bâzı kimseler, bu on kişiye örtülü ve açık düşmanlıklarda bulundular, bulunmaktalar. Öztuna, Almanca, Fransızca dillerini kaynakları okuyabilecek, tartışma yapabilecek ölçüde, İngilizceyi, Arapçayı, Farsçayı ise yeterince bilirdi. Yılmaz Öztuna’nın, Türk târihine ve kültürüne hizmetinin, son otuz yılda târih alanında Prof, unvanı kazanmış kimselerden daha fazla olduğu hususu, inkâr edilemez bir gerçektir. 

Taha Toros (1912-2012) İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu, mâliye teşkilâtında çalıştı. Kültür târihi dalında araştırmacı yazar, halk kültürü araştırmacısı ve şâir yönü ile bilinir. Çok zengin bir arşivi vardı.