Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 10
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
ESERLERİ-3
OSMANLI DEVRİNDE SON SADRIÂZAMLAR-2
Sadrâzama yazdığı yazıda, Tanzimat Fermanı ile ilgili hükümlerin aynen uygulanmasını isteyerek, batılıları bu konuda rahatlattı. Sonra da mâliyenin para sıkıntısı konusu ile ilgilendi. Saray masraflarının azaltılmasını teklif etti. Tek hanımla yetinmeyi, harem kurmamayı vaat etti. Sarayda bol maaş alan gereksiz memurları, faydalı olabilecekleri yerlere gönderdi. Siyâsî mahkûmlar için af çıkardı. Rüşvet olaylarını şiddetle cezalandırdı ve en sert şekilde üzerine gidilmesini emretti. Bütün bu tedbirlerle devletin mâlî durumu düzene girdi. O’nun bu düzenlemelerinden rahatsız olanların başında, hakkındaki şikâyetler ve adının karıştığı yolsuzluklar sebebiyle birkaç defa azledilen Hüseyin Avni Paşa geliyordu. Mithad Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ve Süleyman Paşa ile cinâyet şebekesi oluşturdu. Kiraladığı izbandut yapılı katillerle saraya baskın düzenledi. Güçlü bir pehlivan olan Sultan, yanına yaklaşanı derhal tepeliyordu. Uzaktan kement atarak bağladılar. Sultan’ın iki bileğindeki ana damarları sakal-bıyık düzeltme makası ile keserek kan kaybından ölümünü sağladılar. Sonra da Hüseyin Avni Paşa ve güruhu pâdişahın intihar ettiğini açıkladı. Otopsi yapılmasını isteyenlere, ‘Sultan, lâlettayin bir insan değildir. Cansız bedeninin orası burasının kurcalanması düşünülemez’ denilerek cinâyet örtbas edilmeye çalışıldı. Dörtlü şebeke duruma hâkimdi. İtiraz edenler cezalandırıldı, ısrar edenler ölümle tehdit edildi ve susturuldu.
Câniler bununla da yetinmediler. Sultan’ın eşi Neş’erek Hanım’ı saraydan alıp şiddetli yağmura rağmen açık bir sandala bindirip, korunacak bir şal bile vermeden Topkapı Sarayı’na götürdüler. Birkaç gün sonra Neş’erek Hanım, zatüre oldu. Tedâvi ettirmediler ve O’nun da bu şekilde vefatına sebebiyet verdiler.
***
Hüseyin Avni Paşa, Isparta’nın Şarkîkaraağaç kazasına bağlı Avşar nâhiyesinin Gelendost köyünde doğdu. Babası bir çiftlik ağasının hizmetkârı olarak çalışan Ahmed Efendi’dir. Fakir bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Avni, medrese eğitimi için İstanbul’a gitti. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderris olan dayısının yanında beş altı ay kadar eğitim gördükten sonra Harbiye Mektebi’ne girdi. Burada eğitimini tamamlayıp mülâzım rütbesini aldı, 1847’de Erkân-ı Harbiyye sınıfına ayrıldı. Bu sınıfı da birincilikle bitirip Erkân-ı Harbiyye kolağası rütbesiyle Harbiye Mektebi’nden diplomasını aldı. Sonrasında hızla yükselerek Mekteb-i Harbiyye nâzırlığına getirildi. Bu görevine ek olarak Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiye Reisliğ’ini de üstlendi.
Bir müddet sonra rüşvet aldığı tesbit edilerek azledildi, on dört ay açıkta kaldı. Girit İsyanı’nın patlak vermesi üzerine Girit kumandanlığı göreviyle oraya gönderildi. İsyanı bastırınca Girit vâliliği vazifesi verildi. Kısa bir süre İstanbul’a çağrılarak serasker olarak görevlendirildi. Bir suçu sebebiyle bu görevinden de azledilerek Isparta’ya sürgüne gönderildi ve yalısına el konuldu. On bir ay sürgünde kaldıktan sonra affedildi, İstanbul’a dönmesine izin verildi ve yalısı kendisine iâde edildi. Bir müddet sonra tekrar seraskerliğe tâyin edildi. 15 Şubat 1874’te seraskerlik makamı uhdesinde kalmak şartıyla sadrıâzam oldu. Devletin mâli durumunun düzelmemesi, yönetimdeki aksaklıkların giderilememesi ve yakınlarına çıkar sağladığı gerekçesiyle bütün vazifelerinden azledildi. Avrupaya gidip Paris ve Londra’da Osmanlı Devleti aleyhinde komplo hazırlığı yaptı. Destek vaadi alıp İstanbul’a döndü ve Sultan Abdüaziz Han’ın katledilmesi projesini gerçekleştirdi. Yerine, Sultan Abdülmecid Han’ın oğlu, sağlığı ve iddia edildiğine göre aklî dengesi bozuk olan Şehzâde Murad’ı pâdişah yaptı. Sultan Murad’ın pâdişahlığı 93 gün devam etti.
***
Sultan Abdülaziz Han’ın eşi Neş’erek Sultan’ın kardeşi Çerkez Hasan Bey, şehzâdelere spor ve askerî eğitim veren bir saray görevlisi idi. Çok sevdiği eniştesini öldüren ve ablasının ölümüne sebebiyet veren cinâyet şebekesinin, toplantı hâlinde bulunduğu Lâleli’deki binayı tek başına bastı. Kendisine mâni olmaya çalışan Bahriye Nâzırı Ahmed Paşa’yı öldürdü. Sonra da can çekişmekte olan Hüseyin Avni Paşa’nın üzerine oturarak göğsünü ve karnını hançerle delik deşik etti. Hedefinde Mithad Paşa vardı. Binada O’nu ararken bir manga askerle karşılaştı. Manga komutanını öldürdü askerleri de Hasan Bey’in canını aldı.
Çerkez Hasan Bey’in cenâzesi, muazzam bir kalabalığın kıldığı cenâze namazından sonra, daha da artan kalabalığın elleri üzerinde Edirnekapı Mezarlığına götürüldü.
***
İkinci Abdülhâmid pâdişah olunca, Abdülaziz Han’ın katli faciâsında ismi geçenler Yıldız Mahkemesi’nde muhakeme edildi. Mahkeme Midhat Paşa’yı îdama mahkûm etti. Fakat Sultan Abdülhâmid Han, îdama taraftar olmadığı için kendisini, o dönemde Osmanlı toprağı olan, Arabistan’ın Taif şehrine sürgüne gönderdi.
Muhakemenin son şâhidi olarak söz alan Yedi-Sekiz Haşan Paşa şunları söyledi: ‘Çırağan Sarayı’nda Ali Suâvi’yi bastonla öldürdüğüm zaman, cebinden küçük bir sahtiyan cüzdan yere düştü. Aldım, baktım. İçindeki kâğıtta şunlar yazılıydı: ‘Eğer muvaffak olur, Sultan Abdülaziz’i’i hâl eder, yerine Sultan Murad’ı tahta geçirirsen, seni şeyhülislam yapacağım.’ Yazının altında Midhat Paşa’nın imzâsı vardı.’
***
Cumhuriyet Gazetesi’nin ilk Yazı İşleri Müdürü Kemal Sâlih Sel; ‘Son Sadrıâzamlar’ isimli eserde ‘Sultan Abdülaziz Han’ın katledilişinin yer aldığı bölümün, çok önemli ve canlı olduğunu belirtiyor. Çünkü Hüseyin Avni Paşa ve Çerkez Hasan vak’ası usta bir gözlemcinin kaleminden anlatılmaktadır. İbnülemin bu konuyla alâkalı olarak lehte ve aleyhte yazılmış ve söylenmiş bütün bilgilerin hepsini büyük bir dikkatle sıralamıştır. O kadar ki bunların arasında şimdiye kadar hiç işitilmeyen ve bilinmeyenler de vardır’ diyor ve devam ediyor: ‘Mahmud Kemal İnal, işte bu önemli belgelerden, ayrıca bildiklerinden, duyduklarından bizim de faydalanmamızı sağlamış, daha da önemlisi, gelecek nesillere böyle mükemmel bir eser bırakmıştır.’
Yazar, bu belgelerden bâzılarının mum ışığı gibi zayıf olduğunu ileri sürüp îtirazda bulunacak kimselere de cevap veriyor ve ‘bu adamlar bir mum ışığının bâzen ne büyük bir nimet olduğunu bil-meyenlerdir’ diyor.
İbnülemin Bey’in adı geçen fasikülde sıraladığı belgeler, verdiği bilgiler acaba Abdülaziz’in ölümüyle ilgili sır perdesini ortadan kaldırıyor mu? Bu sorunun cevâbını da yine Kemal Sâlih Sel veriyor. Yazarımıza göre, eğer İbnülemin isteseydi, lisanı gibi keskin olan kaleminin kuvvetiyle bu iki taraflı belgeleri karşılaştırıp keskin bir hükme varırdı. Halbuki üstad tarafsız bir târihçidir. Kitabının bir yerinde de söylediği gibi; ‘târih kişinin kendi istediği gibi yazılmaz. Böyle yapılırsa yazılan şey târih değil, roman olur.’ Tarafsızlık ilkesine sımsıkı sarılan İbnülemin, lehte ve aleyhte bütün senetleri incelediği, sandıklar dolusu evrâkı gözden geçirdiği halde, Abdülaziz intihar etmiştir veya öldürülmüştür diye kesin bir kanâat belirtmiyor. Bu korkunç olaya sebep olan Hüseyin Avni Paşa’yı merkeze alarak kâfi bir hüküm veriyor. İbnülemin diyor ki:
‘Sultan Abdülaziz katledilmişse, katlettiren Hüseyin Avni Paşa’dır. İntihar etmişse müsebbibi, diğer bir deyimle mânevi katili yine Hüseyin Avni Paşa’dır.
***
İbnülemin’in Cumhuriyet devrinde kaleme aldığı en önemli eseri 1940-1953 yılları arasında yayınlanan ‘Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’dır. Sadrıâzam Âli Paşa’dan itibaren Saltanat’ın kaldırıldığı 1922 yılına kadarki sadrıâzamların hayatlarını ve her birinin dönemindeki önemli siyâsî olayları ele alan İbnülemin’in Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar adlı eseri Türk siyâsî târihi alanındaki en önemli eserlerden biridir. Hilmi Ziya Ülken, ‘siyâset, ilim ve edebiyat adamlarının hâtırâları ve mektupları, padişahların devlet ricalîle muhabereleri de içtimaî târihi aydınlatacak mahiyettedir’ dedikten sonra İbnülemin’in Son Sadrıâzamlar’ını örnek olarak vermektedir. Nitekim Son Sadrıâzamlar’da dönemin siyâset adamlarının ve edebiyatçıların hâtırâlarına, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülhamid Han ile dönemin sadrıâzamları arasındaki görüşmelere ve önemli sosyal olaylara yer verilmekte; devlet adamlarının bu gelişmeler karşısındaki tutumlarından söz edilmektedir. Faruk Kadri Timurtaş bu eser için ‘yalnız Sadrıâzamların terceme-i hâlini aydınlatan bir kitab değil, aynı zamanda o devirlerin târihine de ışık tutan bir eserdir’ demektedir. ‘Son Asır Türk Şâirleri’, ‘Son Hattatlar’ ve ‘Son Sadrıâzamlar’ı İbnülemin’in ‘yakın Osmanlı târihine ve medenî hayatına ait bilgisinin bir âbidesi’ olarak kabul eden Nâhit Sırrı Örik de Son Sadrıâzamlar’ı ‘İbnülemin’in en mühim eseri’ olarak vasıflandırmakta ve bu eseri ortaya koyması sebebiyle İbnülemin’in yakın Osmanlı târihinin en ciddî âlimlerinden biri olduğunu ifâde etmektedir. Nahit Sırrı Örik; ‘Osmanlı devletinin kuruluşundan Büyük Millet Meclisinin bu devleti ilgaya karar vermesine kadar sadâret mevkiini 214 kişi işgal etmiştir. İbnül Emin bu 214 vezirin Âli Paşadan sonuncuya kadar 37 sinin hayat hikâyelerini ve bu hayat hâyesi dolayısiyle yaşadıkları ve iş başında bulundukları zamanın siyâsî târihini yazmıştır’ demekte; İlber Ortaylı da ‘Son Sadrıâzamlar’ın muhtevasına hâkim olmayan birinin 19. asır târihi için konuşması mümkün değildir’ ifâdesini kullanmaktadır.
Başlangıçtan itibâren Osmanlı devlet teşkilâtında etkili bir kurum olan sadrıâzamlık, Selçuklular’daki başvezirliğin devâmı olarak ortaya çıkmış; 16. Yüzyıla kadar daha çok ‘vezîr-i a‘zam’ tâbiri kullanılırken, ‘sadr’ (yukarı, üst) kelimesinin makam ifâde eden şekli olan ‘sadâret’ten hareketle ‘sadr-ı a‘zam’ ve ‘sadr-ı âlî’ unvanları kullanılmaya başlanmış, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibâren yaygın hâle gelmiştir.
Sadrıâzamlar, ‘serdâr-ı ekrem’ sıfatıyla ordu komutanı olarak da görev almışlar; bu gibi durumlarda İstanbul’da ‘sadâret kaymakamı’ ismiyle vekil bulundurmuşlardır. Sultan İkinci Mahmud Han döneminde ‘sadrıâzam’ yerine kısa bir süreliğine ‘başvekil’ kelimesi kullanılmış, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasından üç gün sonra Sadrıâzam Ahmed Tevfik Paşa’nın istifasının ardından sadrıâzamlık kurumu fiilen ortadan kalkmıştır. Ortaylı’ya göre ‘Osmanlı başvezirleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin başvekilleri hiç şüphesiz ki kurum olarak birbirinin devâmıdır.’
İbnülemin, Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’ı Hadîkatü’l-Vüzerâ’nın son zeyli olan Verdü’l-Hadâ’ık’a zeyl olarak yazdığını ifâde etmektedir. 1913 yılında eseri yazmaya başlayan İbnülemin, yedi yıllık bir çalışmanın ardından 1920 yılında eserini tamamlamış; fakat yayınlama imkânı bulamamıştır. İbnülemin’in bu eseri aradan uzun yıllar geçtikten sonra Cumhuriyet döneminde Hasan Âli Yücel’in gayretleriyle ve ısrarlı tâkipleriyle yayınlanmıştır.
1940 yılında yayınlanmaya başlayan Son Sadrıâzamlar’ın tamamlanması 13 yıl devam etmiş ve eserin son cüzü 1953 yılında basılmıştır.
1889-1922 yılları arasında 33 sene boyunca Bâbıâli’de görev alan İbnülemin, bu dönemde 16 sadrıâzam ile birlikte çalışmıştır.
Vesika toplamaya Bâbıâli’de başlayan İbnülemin, önemli kaynak ve belgelere ulaşabilmek için kütüphâne ve arşivlerde uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmıştır.
Mühürdar Mehmed Emin Paşa’nın oğlu olması sebebiyle erken yaştan itibaren devlet büyüklerinin konaklarında, meclislerinde bulunan İbnülemin; pek çok hâtırâ dinlemiş, kaynaklarda yazılı olmayan bilgilere sâhip olmuştur.
45 yıllık çalışmanın ürünü olan Son Sadrıâzamlar’ın müellifi yarısına yakını yazma dört beş bin cildli kütüphânesinin önündeki bir hokka kalemlik küçük masada hazırladı. Konağının dışındaki çalışmaları da çileliydi: Sinirli, sakallı bir adamın sükûtuna veya aşağılayıcı lâfına katlanmak, resmî kütüphânelerden göğsünde kitab tozu ile dönmek; birkaç aylığını, birkaç ayını buruşuk bir kâğıdı almak için vermek... O eser bu emeklerle yazıldı. Ve Viyana elçi kâtibi Âli Efendinin sefarethâne bahçesindeki büyük ağacın altında frenkçeye çalıştığını da bilmek gerekir.
19. asır Osmanlı sosyal ve dâhilî târihinin en büyük mütehassısı olduğu ifâde edilen ve Mithat Cemal Kuntay’ın ifâdesiyle: ‘Tanzimat devrinin vezirlerini sakal boyalarına kadar biliyordu. Dönemin devlet adamlarıyla ve önemli siyâsî olaylara şâhitlik etmiş kişilerle yakın temasları, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. ‘
Son sadrıâzamların el yazılarının tespiti konusunda mahkemede şâhitliğine başvurulacak derecede sadrıâzamları yakından tanıyan ve 33 yıl boyunca Bâbıâli’de çalışması ve sadrıâzamlarla yakın ilişkilere sâhip olması sebebiyle ‘Son Sadrıâzamlar’da çok canlı bir Bâbıâli resmi çizmektedir. Hâtırat niteliği taşımasının yanı sıra İbnülemin’in kendine has siyâsî zekâsı ve olağanüstü arşiv hâkimiyeti, esere emsalsiz bir târih kaynağı niteliği kazandırmıştır. Bu yönüyle Son Sadrıâzamlar, yakınçağ Türk târihçiliğinde ‘büyük eser’ sıfatına layık olan ender kitaplardandır.
İbnülemin, 1940-1953 yılları arasında kaleme aldığı eserinin önsözünde temel olarak üç konudan söz etmektedir. Bu gibi eserlerin ortaya konabilmesi için gerekli olan yazılı ve sözlü kaynaklara ulaşma imkânının giderek kaybolduğunu ve genç kuşakların bunlara ulaşamayacaklarını söyleyen İbnülemin, bildiklerinin kaybolmaması için bunları yazıya döktüğünü belirtmektedir.
Mahmud Kemal İnal eserinde; İngiliz sefirinin, Sultan Abdülmecid Han’dan Reşid Paşa’nın Sadâret’e atanmasını istediğini, isteğinin kabul edildiğini, daha sonra da Fransız sefiri Padişah’a Reşid Paşa’nın görevden alanmaması hâlinde İstanbul’u terk edeceğini söyleyince Mustafa Nâili Paşa sadrıâzam olduğunu belirtiyor. İbnülemin, Son Sadrıâzamlar’da Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın ülke içinde ve Batılı devletlere karşı yürüttükleri siyâseti sıklıkla övmekle birlikte, yabancı bir sefirin doğrudan Padişah ile görüşerek Sadâret’te değiklik talep etmesini, dahası bu talebin Padişah tarafından kabul görmesini sert bir dille eleştirmekte; Reşid Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın sefâretler tarafından bu yıllarda himaye edilmesini de tenkit etmektedir: İbnülemin’in vardığı hüküm: ‘O devirde tâyinleri yapan Padişah değil, maalesef yabancı sefirlerdir. Bu halde muahedelerle temin edilen ‘İstiklâl!’ kelimesinin mânâsı ne oluyor?’
‘Son Sadrıâzamla’da yer alan iki hâdise:
Milletlerarası anlaşma metni son seklini almadan önce Padişahın, Sadrıâzamı yalnız görmesi usulden olduğu cihetle Âli Paşa, bir muayedede vükelâ ile vezir odasında oturub emre intizar eder. Epey zaman geçtiği halde huzura dâvet olunmaması üzerine başkâtib Emin Beyi celb ile muamelei vakıa, teveccüh-i şâhanenin noksanına delâlet etdiğini söyliyerek möhri hümayunı iade etmek istediğinde, Emin Bey telâşa düşerek keyfiyeti kemali sür’atle Padişaha arz eder. Paşa derhal dâvet ve teehhürün (gecikmenin) sebebini beyan ile iltifatta bulunur.
***
Âli Paşa, sağlığının bozulmaya başladığı günlerden birinde saraya gitmiş ve orta katta bulunduğu sırada Sultan Abdülaziz, Âli Paşa’nın üst kata çıkarak yorulmaması için O’nun bulunduğu odaya gelmiştir. Bir başka gün Abdülaziz, Âli Paşa için ‘Allah, şu âdemi başımdan kaldırsın’ diye söylenirken Mabeynci Hasan Bey, ‘Efendimiz, niçin üzülüyorsunuz? Azledersiniz, başınızdan kalkar’ demesiyle Sultan, ‘Çık dışarı, ben O’nu azletmeği senin kadar bilmiyor muyum? Azl edüb de Avrupa’da bu kadar tanınmış bir âdemin yerine kimi getireceğim?’ demiştir