EBÜSUÛD EFENDİ VE TEFSİRİ – 2
EBÜSSUÛD EFENDİ’NİN HAYATI - 2
Ebüssuûd Efendi; Kanûnî Sultan Süleyman Han’a rağmen ‘meşrû olmayan bir iş veya nesne, padişah emriyle meşrû hâle gelmez’ fetvâsıyla hatırlanmaktadır. Osmanlı toprakları dışındaki İslâm coğrafyasında da itibar sâhibi olmuş ve eserlerinin etkisi günümüze kadar devam etmiş bir âlimdir.
Kanunnâmeler hazırlattığı ve birçok âlim yetiştirdiği için ilmiye sınıfı uzun bir müddet zâfiyet göstermemiştir. Ebussuud Efendi aynı zamanda iyi bir şâirdi. Türkçe şiirleri O’nun edebî yönünü ortaya koyuyordu. Arapça şiirleri ise ifâde gücü ve derinliği ile şiir tekniği açısından muhteşemdir.
Osmanlı Cihan Devleti’nin -hem edebiyatta hem de siyasette- en ihtişamlı döneminde yaşayan Ebussuûd Efendi ve eserleri ile ilgili dört adet yüksek lisans ve iki doktora çalışması yapılmıştır.
Ebussuûd Efendi’nin Tefsir İlmindeki Yeri:
Osmanlı döneminde yetişen tefsir âlimlerinin çoğu Kur’ân’ın tamamını tefsir etmeyip daha önce yazılan tefsirlere hâşiye veya ta‘lik yazmakla yetinmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in bütününü tefsir edenlerin başında yer alan Ebussuûd Efendi’nin ‘Sultânü’l-müfessirîn / Müfessirler Sultanı’, ‘Hatîbü’l-müfessirîn’ ve ‘Hâtimetü’l-Müfessirîn’ gibi unvanları onun tefsir ilmindeki yerini belirlemesi bakımından önemlidir.
Arapça olarak kaleme aldığı ve Kanûnî Sultan Süleyman’a sunduğu ‘İrşâdü’l-akli’s-Selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm’ adlı eserinde Ebussuûd Efendi, Kur’ân’ın Kur’ân ve hadisle tefsirine önem vermiş, esbâb-ı nüzûl, nesih, kıssalar, fıkhî ve kelâmî meseleler, dil, kıraat, İsrâiliyyat*, muhkem ve müteşâbih gibi mevzular üzerinde durmuştur. Belâgat ve i’caz, âyetler arasındaki münâsebetler gibi tefsir ilminin inceliklerini ele almıştır. Ehl-i sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı kalması, zekâ ürünü buluşlarının çokluğu, âyetler arasındaki tenâsübün mükemmel şekilde incelenip açıklanmış olması sebebiyle O’nun eserinin Zemahşerî’nin el-Keşşâf, Beyzâvî’nin Envârü’t-Tenzil isimli tefsirlerinden daha üstün olduğunu söyleyenler vardır.
-------------------------
*İsrâiliyyat Meselesi: ‘İsrâiliyye’ kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘İsrâil milletine âit bir kaynaktan aktarılan kıssa veya hâdise’ mânâsındadır.
Terim olarak İsrâiliyyât; İslâm’a, özellikle tefsîr ve hadis ilmine girmiş olan Yahudi, Hristiyan ve diğer dinlere ait kültür kalıntılarıyla, dinin lehine veya aleyhine uydurulmuş, Peygamber Efendimiz’e, sahâbe ve daha sonra gelen nesillere izâfe edilen her türlü haberlere denir. İslâm’ın özüne ve ilkelerine uymayan her şey bu kelimenin kapsamına girer. Tefsîr ve hadise daha çok Yahûdi kültüründen girdiği için bu kelime kullanılmıştır.
İsrâiliyyât, senet ve metin yönünden sahîh ve sağlam veya zayıf veya uydurma olabildiği gibi inanç, ibâdet, dinî ahkâm, va’z ve nasihatla ilgili de olabilir. İsrâiliyyât, İslâm’a uyup uymama bakımından üç kısımdır. İslâm’a uygundur veya İslâm’a zıttır veya doğrulama veyahut da yalanlama imkânı yoktur. İslâm’a uygun olmayan söz, kıssa ve haberleri kullanırken çok hassas olmak gerekir.
Osmanlı Devleti daha kuruluş safhasında inanç sistemi; Şeyh Edebali ve devletin ilk kadısı olan Dursun Fakih tarafından Ehl-i Sünnet ve’l cemâat sistemi üzerine inşa edilmişti. Ebüssuûd Efendi bu sistem üzerine hareket etti. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber'in İslâm'ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki Müslümanların büyük ekseriyeti ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibâdet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm'ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmiştir. Bu anlayış diğer yorumların da temelini oluşturmaktadır. Buna göre Ehl-i sünnet'i, ‘Hz. Peygamber ile berâberindekilerden oluşan cemaatinin dinin temel konularında tâkip ettikleri yolu benimseyenler’ diye târif etmek mümkündür. Bu târifte yer alan ‘dinin temel konuları’ndan, İslâm'dan olduğu kesinlikle bilinen ve ‘usûlü'd-dîn’ diye de adlandırılan hususlar kastedilmektedir.
Ebüssuûd Efendi, Ehl-i Sünnet ve’l cemâat akidesine sıkı sıkıya bağlıdır. Şah İsmâil döneminde ‘Kızılbaşlar’ olarak anılan grup ile günümüzde ‘Ezidiler’ olarak anılan Yezidiler aleyhinde hükümler ihtiva eden fetvâların temelinde bu bağlılık vardır. Ancak bu durum, kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Kızılbaşlar, Osmanlı Devleti’nin parçalanması yönünde faaliyet gösterdiği için ve daha da önemlisi, kendileri gibi düşünmeyen Ehl-i Sünnet ve’l cemâat mensuplarını katletmiş olmaları sebebiyledir. Osmanlı yönetimleri, hiçbir zaman din savaşı yapmamış, başka dinden olanları inançlarında dâima serbest bırakmıştır.
Ebussuûd Efendi’nin Hukuk Alanındaki Hizmetleri:
İlmiye ve devlet teşkilâtında altmış yıl kadar görev yapan Ebussuûd Efendi’nin en önemli hizmetleri hukuk alanında yaptığı çalışmalardır. Ebussuûd, hem şer‘î hukukun gölgesinde örfî hukukun ve kanunlaştırmanın gelişmesine imkân hazırlaması, hem de İslâm hukukunun klâsik devrine ait görüşleri yorumlayarak döneminin problemlerine çözüm getirmesi özelliğiyle İslâm ve Osmanlı hukuku alanında önemli hizmetler yapmıştır. Bugün elde bulunan fetvâ koleksiyonları ve risâleleri, O’nun doktriner ve geleneğe dayalı / klâsik bir hukuktan ziyâde pratik değeri olan ve değişen şartlara göre farklı çözümler üretebilen bir hukuk anlayışına sâhip olduğunu göstermekte ve bu ona diğer Osmanlı şeyhülislâmları arasında farklı bir yer kazandırmaktadır
Ebussuûd Efendi’nin yargılamada ve fetvâda Hanefî mezhebinin yerleşik görüşlerinin esas alınması hususunda titizlik göstermesi, mutaassıp bir Hanefî olmasına değil yukarıda zikredilen maksat ve gerekçelere dayandığından, sosyal şart ve ihtiyaçlar değiştiğinde mezhepte yerleşik görüşlerden vazgeçip sistem içinde farklı çözüm arayışlarına gittiği de görülür.
Ebussuûd Efendi’nin Şahsiyeti:
Ebussuûd Efendi kaynaklarda uzun boylu, ince yapılı, uzun sakallı, güleç yüzlü, vakur, faziletli bir kişi olarak tanıtılır. Etrafındakilere oldukça yumuşak davrandığı halde heybetinden meclisinde kimsenin ağzını açamadığı, sözlerinin hürmetle dinlenildiği belirtilir. Müderrisliği sırasında bayram tâtilleri dışında dersini asla ihmal etmediği, müftülüğü zamanında her gün yüzlerce fetvâ vermesiyle meşhur olduğu nakledilir
Ebussuûd Efendi’nin şeyhülislâm olması bu kurumu diğer ilmî müesseselerin üstüne çıkarmıştır. Ondan önce şeyhülislâm maaşı günlük 200 akçe iken ‘İrşâdü’l-akli’s-Selîm’ adlı tefsirinin bir bölümünü Kanûnî Sultan Süleyman’a takdim etmesi üzerine Bayezit müderrisliğiyle beraber 300 akçe zam yapılarak maaşı günlük 500 akçeye çıkarıldı. Tefsirini tamamlayınca maaşı 100 akçe daha arttırılarak şeyhülislâm yevmiyesi 600 akçe oldu. Böylece şeyhülislâmlık hem maddeten hem de mânen kazaskerliğin üstüne çıkarıldı. Ayrıca yüksek seviyedeki müderrislerle mevleviyet kadılarını tâyin etme yetkisi şeyhülislâmlara verildi. Şeyhülislâmlığın önemi artınca kazasker, mevleviyet kadıları veya müderrislerden uygun görülen birinin bu makama gelebilmesi için önce Rumeli kazaskeri olması şartı konuldu.
Anadolu irfanının yetiştirdiği Osmanlı Şeyhülislâmı, Hukukçu ve Müfessir; Ebussuûd Efendi Osmanlı Cihan Devleti’nde en uzun süre ile şeyhülislâmlık yaptıktan sonra, 23 Ağustos 1574 târihinde 84 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazı Fâtih Camii’nde Kadî Beyzâvî tefsirine hâşiye yazan Muhaşşî Sinan Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Camii civarında kendisinin inşa ettirdiği sıbyan mektebinin hazîresine defnedildi.
Ebussuûd Efendi’nin Hayır Eserleri:
Ebussuûd Efendi birçok hayır eseri yaptırmıştır. Eyüp Sultan’daki zâviye, sıbyan mektebi ve sebilden oluşan külliyesinde kendi mezarının da yer aldığı aile hazîresi bulunmaktadır. İstanbul’da Macuncu Odabaşı mahallesinde kendi adıyla anılan bir çeşme ve hamamla İskilip’te babasının türbesi yanında cami, imâret ve mektep; ayrıca Kırım’ın Kefe şehrinde bir câmi, İnebahtı’da bir mescidle Şehremini Ereğli mahallesinde bir sıbyan mektebi inşa ettirmiştir.
Mektep, Eyüp Meydanı'nda, Camii Kebir Caddesi üzerindedir. Arkasında Saçlı Abdülkâdir Efendi Camii ve sol tarafında ise Sokullu Mehmed Paşa Türbesi bulunmaktadır.
Mektep binasının inşa târihi bilinmemektedir. Önündeki hazirede bulunan en eski mezar taşı. 1562 yılına târihlenmiştir. Buna dayanılarak sıbyan mektebinin 16. Yüzyılın ilk yarısında yapıldığı tahmin edilmektedir. Bânisi Şeyhülislân Ebüssuûd Efendi’dir.
Bina,tuğla hatıllı olarak muntazam kesme taştan yapılmış olup ahşap çatılı ve geniş saçaklıdır. Bu yapı, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü’nce, 1957 yılında Yüksek Mimar Vasfi Egeli’ye restore ettirilmiştir. Yan tarafındaki Eski Kavaşar Sokağı ortadan kaldırıldığı için yapı meydana çıkmıştır. Klasik bir yapı olup kitâbesi yoktur. Ebüssuûd Efendi’nin muhteşem lahdi mektebin önündeki hazirededir. Baş ve ayak taşlarındaki kitabesi Arapçadır.
Mektebin haziresinde gömülü olanlardan bâzıları:
Ebüssuûd Efendinin oğlu müderrisinden Mustafa Efendi (1599), Ebüssûd-Zâde Ahmed Efendinin oğlu ve Şeyhülislam Bahayi Efendinin kerimezâdesi müderris Sa'deddin Yahya Efendi (1717), Mehmed Çelebi bin Şeyhülislam Ebüssuûd Efendi (1760), Ebüssuûd evladından İsâ-Zâde Mehmed Sa'düddin Efendi (1867), Evlâd-ı Ebû's-su'ud'dan ve mevâlii uzamdan İsâ-Zâde Sa'düddin merhumun damadı, teşrufâti-i Divân-ı Hümâyun kalemi hulefasından ve erbâb-ı ma'âriften hattat merhum ve mağfuren leh Mehmed Vahdeti Efendi (1871), Ebüssuûd evladından mütevelli-i sâbık İsâzâde Sa'düddin Efendinin eşi Hadice şerife Peyker Hanım (1889)., Ebüssuûd Efendi ahfadından Divân-ı Hümâyun kuyud odası mümeyyizi Rıza Safvet Bey'in eşi ve Sofu elhac Ahmed Efendinin kızı Refıa Hanım (1892).
İRŞÂDÜ’L AKLİ’S-SELİM - 2
Bilmen Hoca’nın belirttiği ikinci husus İbrâhim Sûresinin 34. âyetinde geçen (...ve in teuddû nimettallahî la tuhsuha..) ibâresi hakkındadır. Muhterem Bilmen Hoca’yı dinleyelim.
Bu âyet-i kerîme İlâhî nimetlerin gayri mütenâhi olduğunu nâtıktır. (söyler). Fahreddin-i Râzî gibi bazı mütefekkir müfessirler, Cenâb-ı Allah’ın bilhassa beşeriyet hakkında mütecelli olan, mütenevvi, sayılması gayri kaabil nimetlerinden bir kısmını bir levha hâlinde enzar-ı intibaha vaz’edecek beyanatta bulunmuşlardır. Fakat bu bab’da Ebüssuûd merhum, pek güzel bir hikmet ve belâgat levhası meydana koymuştur.
Zemahşerî, bu âyet-i celile’nin tefsirinde şu kadar bir şey söylüyor. ‘Cenâb-ı Allah’ın nimetlerini hasren beyan edemezsiniz. Tadadına (sayımına) ve nihâyetine vusule (ulaşmaya) muktedir olamazsınız. Bu, nimet-i İlâhiyyeyi icmâlen (özetle) tadad etmek istenildiği takdirdedir. Tafsiline gelince buna zaten Cenâb-ı Hak’tan başka kimse kaadir ve âlim olamaz.’
Aliyyül Kaari’ de bu mealde olarak şöyle demektedir. ‘Allâh-ü Teâlâ’nın nimetlerini hasredemezsiniz, efradını değil enva’ını bile saymaya muktedir olamazsınız. Çünkü bu, gayr-i mütenâhidir (nihayetsizdir).
Şimdi bir kere de Ebüssuûd merhumu dinleyelim:
Ey İnsanlar! Allah ü Teala’nın ni’metlerini, sizlere in’am buyurduğu şeyleri saymak isteseniz onları icmâlen olsun hasra, sayıp bitirmeye kaadir olamazsınız. Çünkü bunlar gayri mütenâhidir.
Evet… Bu böyledir. insanlardan herhangi bir ferd olursa olsun, velev ki son derece fakir, derd-ü belâya mübtelâ olsun, düşününce, görürsün ki bu ferd, sayılması kaabil olmayacak mertebelerde ni’metlere müstağrak bulunmaktadır, âdeta imkân dâiresinden hâriç denilecek derecelerde lûtuflara her an mazhar olmaktadır.
Eğer bunda şüphen var ise, farzet ki, bir ferd, bütün yeryüzüne mâlik bulunuyor, emir ve fermânına en büyük milletleri itâat ettirmiş, her istediğine nâil olmuş, âlemin hâzinelerini sıkıntı çekmeden elde edebilmiş, hattâ öyle de takdir et ki, ülkesindeki taşlar, topraklar kıymetli yakutlardan, nefis inci dânelerinden ibâret… Sonra da farzeyle ki, bu ferd, ölecek bir hâle gelmiş, böyle bir sırada her nasılsa yaşamaya vesile olacak bir damla sudan veya bir lokma yiyecekten mahrum bulunuyor. Şimdi, bu harâretini giderecek bir katre su veya hayâtını kurtaracak bir lokma yiyecek karşılığında bütün malını-mülkünü / varını yoğunu fedâ etmez mi? Yoksa mahvolmayı, yok olmayı tercih eder de bu malın, mülkün ve paranın ve altının karşılıksız olarak elinden çıkmasına râzı mı olur?
Hayır, Hayır... Bütün bu servet ve varlığını fedâ eder de yaşamasına vesile olan o bir katre suyu veya bir lokma yiyeceği alır ve bu alışverişinde asla aldanmış sayılmaz.
Demek oluyor ki, bu hâlde o bir damla su, o bir lokma yiyecek bütün dünyadan binlerce derece hayırlı imiş. Halbuki insan bunları istediği zaman kolaylıkla elde etmeye imkânı olur. Ne büyük ni’met!
Yâhud, şöyle de farzet ki, o ferd, nefesi tıkanarak teneffüsten mahrum kalmış her taraftan üzerine ölüm gelmekte; şimdi bu ferd, bir nefes mukabilinde, şu elindeki bütün emvâl ve emlâkini fedâ etmez mi? Evet... Fedâ eder, iyi de etmiş olur. Bu hâlde bir nefes bütün dünya mallarından hayırlı olmuş olmuyor mu? Hâlbuki insan gece ve gündüz, her ân ve dakika, uyurken uyanıkken hiçbir bedel mukabilinde olmaksızın bol bol nefes alıp veriyor, bu herkesçe bilinen bir hakîkattir. Ne kıymetli bir ni’met...
Ya Rabbî! Seni tenzih ederim. İlâhî! Senin saltanatın ne büyüktür! Gözler bakışlarıyla seni tam olarak göremez. Akıllar seni tam olarak anlayamaz. Yüceliğin hiç bir şeye benzemez, ihsânın ve ikramın, nimetlerin sonsuzdur. Bizler ise seni tam olarak bilmeye muktedir değiliz.
Görülmektedir ki Ömer Nasuhî Bilmen Hoca bu tefsiri İslâm dünyâsının en şöhretli tefsirleriyle Râzi ile Aliyyülkaari ile ve Alûsizâde ile kıyaslayarak nefis bir ilmî ziyâfet sunmakta ve Ebüssuûd Efendi Hazrederini tebcil ve tefsirini bazı noktalarda hepsinin üzerine çıkarmaktadır.
Bir tevafuk olarak şunu da belirtmek isteriz ki, Ebüssuûd muhteremin Hakk’ın nimetleri konusunda verdiği misaller devrin âlim ve şâir padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın ‘Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ anlayışına ve anlatışına da uygun hattâ paralel düşmektedir.
Kıbrıs’ın Fethi Fetvası
Ebussuûd Efendi’nin fetvâlarından biri vardır ki önü de sonu da hem Türk târihi hem O’nun için büyük şeref vesilesi olmuştur. Çünkü Türk târihinin inşa edici unsurlarından birisi olmuş ve tesirini bugüne kadar ulaştırmıştır. Üstelik bu fetvâda Ebussuûd Efendi sâdece bir müftü olarak değil büyük ve muktedir bir devlet adamı gibi hareket etmiştir.
Sultan İkinci Selim Han Kıbrıs’ı almaya niyetlenmiştir: Sebebi de Kıbrıs adasında üstlenmiş olan Haçlı Şövalyelerinin, Hacca giden veya hacı götüren Türk gemilerini vurması, batırması ve hacı adaylarını esir almasıdır. Fakat Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa bu sefere muhaliftir. Şeyhülislâm’lar o zamanki bakanlar kurulu olan Kubbealtı’ndaki toplantılara iştirak etmektedirler. Padişahın başkanlığında son bir toplantı yapılır ve iki fikir tartışılır. Neredeyse sefere karşı olanlar ağır basacaktır ki, son sözü alan Ebussuûd Efendi Kıbrıs’ın alınması için o kadar ikna edici ve heyecanlı bir konuşma yapar ki sefere çıkma fikri ağır basar ve Sultan İkinci Selim de onun büyük bir hararetle ve heyecanla ileri sürdüğü fikri kabul eder.
Îlmî bir münakaşa
Ebussuûd Efendinin, ilmî görüşteki sağlamlığını anlatan bir misal vardır. O da ‘Paranın vakıf edilip edilmeyeceği’ meselesidir. Bu konuda âlimler ikiye ayrılmış bulunmaktadır. İstanbul'un çeşitli medreselerinde müderrislik yaptıktan sonra sırasıyla Şam, Mısır, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılıklarında bulunan, 1582-1587 yılları arasında şayhülislâm olan Çivizade Mehmed Efendi (1530-1587, daha 1545 senesinde ‘para vakıflarının batıl olduğu’na dâir fetva vermişti. Bu fetva birçok vakıf müesseseninin yıkılmasına yol açacaktı. Dâima amme menfaati yanında olan Ebüssuûd Efendi bir reddiye yazarak hayratın ve vakıfların yerli yerinde korunmasını temin etmiştir.
BOĞAZİÇİ YAYINLARI:
Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09 77 e-posta: [email protected] // www.bogaziciyayinlari.com.tr