Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri – 9

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

KABAKLI HOCA’NIN ARDINDAN

ZEYNEP ULUANT

Kuran-ı Kerim’de ‘Küllü nefsin zâikatül mevt’ buyuruluyor, yani ‘her nefs ölümü tadacaktır.’ Bu imana âşina ve Allah’ın büyüklüğü karşısında baş eğmiş insanın ölüm karşısında takınacağı tavır elbette hüzünle karışık bir teslimiyet olacaktır. Şüphesiz biz inananların indinde ölüm asla bir son olmayıp sanki bir rüyadan uyanıştır. Fakat ebedî âleme uğurladığımız kimse millete ve cemiyete hizmet etme yolunda hususî bir yeri olanlardansa duyulan hüzün ve keder büsbütün farklı oluyor. Âdeta dünyânın boşaldığını hissediyorsunuz. İşte bundan yirmi bir sene evvel, Fâtih Câmii’nin avlusunda mahşerî bir kalabalıkla Kabaklı Hoca’yı gerçek âleme uğurlarken bu duygular içindeydim. Son on beş senedir kaybettiklerimiz, gözümün önünden bir film şeridi gibi geçiyordu.

Çok değil iki sene evvel Necmeddin Hacıeminoğlu’nu, daha önce de İsa Yusuf Alptekin’i gene Fâtih Câmii’nden uğurlamıştık. Şimdi ise sıra Kabaklı Hoca’ya gelmişti, hem de kırk gün önce kaybettiği sevgili eşinin ardından…

Henüz küçük bir çocukken, evimizde Kabaklı Hoca’dan ve gazetedeki sütunundan bahsedildiğini çok net hatırlıyorum. Aradan birkaç sene geçtikten sonra babam Ergun Göze kendisiyle aynı gazetede yazmaya başlayınca ise tanışıklığımız hayli ilerlemişti. Kabaklı Hoca’nın aynı zamanda İlhan Ayverdi Hanımefendi ile Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşı olması, aramızdaki münâsebetin büsbütün perçinlenmesini sağlıyordu. Zîra Ayverdi ailesiyle de çocuk yaşımdan beri süregelen güzel bir dostluğumuz vardı.

Gazetede bir dâvânın mücâdelesini vermek kolay değildi ve arada sıkıntılı günler yaşanabiliyordu. İşte bu günlerden birinde, Hoca’nın Haseki’deki evine moral destek vermek için gittiğimizi çok iyi hatırlarım. Lise son sınıftayken ise Türk Ev Kadınları Derneği’nin Topkapı Sarayı’ndaki Konyalı’da düzenlediği bir edebiyat toplantısına, edebiyat öğretmenimiz ile birlikte gitmiştik. Konuşmacı Ahmet Kabaklı Hoca idi. Sohbetten sonra sıra öğrencilerin suallerine gelmişti. Nermin Suner Hoca da bir grup talebesiyle birlikte oradaydı ve O’nun öğrencilerinden biri söz alarak gayet küstah bir şekilde şimdi mâhiyetini hatırlayamadığım bir soru yöneltti. Bu sualde delikanlılık çağını zor geçiren bir gencin isyan ve hiddeti vardı. Nermin Hanım’ın fes kestiğini ve Kabaklı Hoca’nın da ilk anda öfkeden sesinin renginin değiştiğini hatırlıyorum. Fakat bu hâl çok kısa sürdü. Hoca soğukkanlılığını kaybetmeden soruyu cevaplamayı başardı ve sonunda da ‘Çok akıllı bir talebeniz var sizi tebrik ederim Hocânım’ dedi. Böylece bu güzel toplantının havası boş yere elektriklenmekten kurtulmuştu. Sonraki senelerde, o gencin içindeki fırtınayı atlatarak gayet olumlu bir gelişme gösterdiğini ve aklı başında bir yetişkin olduğunu rahmetli Nermin Hoca’dan dinlemiştim.

Daha sonra ise kısa bir müddet oturduğu Şifâ’daki evinde uzunca süren bir rahatsızlık geçirdiğini ve babamın kendisiyle yakından ilgilendiğini hatırlıyorum. Hasta yatağında gördüğü alâkadan son derece memnundu. Seksenli yılların başlarındayken de kendisiyle Antalya Turtel Otel’de karşılaşmıştık. Senelerdir her gün yazı yazmanın verdiği yorgunluk içindeydi. Gene de yanında getirdiği daktilosuyla yazı yazmaktan geri durmuyordu. Tâtilin dinlendirici atmosferine girmişken, Tercüman Gazetesi’nin kapanma cezası aldığı haberini üzüntü ve öfkeyle karşıladığını hatırlıyorum. Ona göre bu, arzu edilmeyen mecburî bir tâtildi ve temkinden yoksun sorumsuz hareketlerden dolayı, gazete bu istenmeyen noktaya gelmişti. Devran döndü, şartlar değişti. Yıllardır milliyetçi, muhafazakâr camianın sesi olan Tercüman Gazetesi maalesef kapandı. Kabaklı Hoca yazı hayatını Türkiye Gazetesi’nde devam ettirdi, fakat babamın meşrebi farklıydı, o bu sahadan çekilmeyi tercih etti. Hoca ile karşılaştığımız zamanlar babamın mutlaka yazması gerektiğini söylüyor fakat cevap olarak benden sessiz bir tebessümden başka bir şey alamıyordu.

Kendisiyle büyük kayınvalidem Sâmiha Ayverdi’nin sohbet meclislerinde de sıkça karşılaşıyorduk. Her sene Ramazan ayında verilen çocuk iftarlarının büyüklere ayrılan masasında Kabaklılar mutlaka yer alırlardı. Memleketimizin fikir ve kültür dünyasına sayısız hizmeti geçmiş Ayverdi ailesiyle hizmet yolunda çok sıkı bir alışverişleri vardı. Bilhassa Sâmiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi’ye gösterdiği saygı ve muhabbet zikredilmeye değerdir.

Kabaklı Hoca ile iki sene önce Türk Dünyâsına Hizmet Vakfı’nın düzenlediği bir Balkan gezisinde de beraberdik. Güzel fakat yorucu bir yolculuğun sonunda vardığımız otelimizin lokantasında tevekkülle yemeklerimizin gelmesini beklerken bütün aksiliklere rağmen Hocamızın ‘derin devlet’ esprisini bularak her fırsatta bizi güldürmesini unutamam. 

Kendisiyle Kubbealtı’nın kırkıncı kuruluş yılı merasiminde karşılaşmam meğerse kendisini son görüşümmüş. Kısa bir müddet sonra ise ağır bir kalp ameliyatı geçirdiğini haber alacaktık. Kısa bir müddet sonra, Vakıfta her sene düzenlenen iftarımıza gelen Emin Işık Hoca, alışılmışın dışında yemekten önce başladığı duasıyla Hocamızın sevgili eşi Meşkûre Hanım’ın vefat haberini verince şoke olduğumuzu hatırlıyorum. Ne kadar zor bir durumdu, hocamız hastanedeyken çok bağlı olduğu eşinin vefat haberini alacaktı. Aradan kırk gün henüz geçmişti ki bu sefer de Hocamızın aramızdan ayrıldığını öğrenecektik. Bir bakıma ne mutlu idi onlara ki, birbirine son derece bağlı bu çift gerçek dünyada çabucak buluşuyorlardı.

Meşkûre Hanım son derece saf ve temiz bir insandı. Sevinç Çokum Hanımefendi, Hocamızın ardından Edebiyat Mecmuası’nın Şubat sayısında yazdığı yazısında ‘Tatlı yanılmalar’ diye çok güzel adlandırarak O’nun bazı hoş, yanlış anlaşılmalarından bahsetmişti. Bir tânesini de ben İlhan Hanım’dan dinlemiştim. Şöyle ki: İlhan Hanım Meşkûre Hanım’ın öğretmenlikten emekli olduğunu duyunca hayırlı olsun demek için telefon açarak, ‘Ayrıldığınızı duydum’ der. Bunu duyan muhatabı heyecan ve üzüntüyle ‘Aman İlhan hanımcığım kim çıkarıyor bu dedikoduları, ben hiç Ahmet’ten ayrılır mıyım?’ demez mi? İşin aslı anlaşılınca ise tatlı tatlı gülüşeceklerdir. İşte şu küçük anekdot bile Kabaklı çiftinin birbirlerine olan bağlılık ve muhabbetinin esprili bir anlatımı değil midir? Bu muhabbete muvâzi olarak da kırk gün gibi kısa bir ara ile rahmet-i Rahmana kavuşmaları da elbet onlara kaderin bir cilvesi olmalıdır. Allah’tan ikisine de rahmet diliyor, satırlarıma Sâmiha Ayverdi’nin Kabaklı Hoca’ya imzaladığı kitapların dikkate değer birkaç ithafiyesiyle son veriyorum. Âlimin ölümü âlemin ölümüdür sözünü doğrulayan satırlarla…

*Vatan ve imana can fedâ eden büyük dost insan ve Hak dostu Ahmet Kabaklı Beyefendi’ye büyük izzet ve himmeti için teşekkür ve sevgiler ile… 24.7.1983

*Evet aziz dost Ahmet Kabaklı sanki bu yazıları berâber, aynı masada yazmışız. Mamafih doğrusu da bu değil mi? Mâdemki iman ve îkandan derunî bir yol vardır, aynı sızıları veya şuuru paylaşmış olmamız nasıl yadırganır? Size de, Meşkûre Hanım’a da sevgi ve selâmlar. 13.7.1990

*Vatanın ve îmanın hasret duyduğu insan örneğini cemiyete gösteren aziz dost Ahmet Kabaklı Beyefendi ile kıymetli refikası Meşkûre Hanımefendi’ye… 17.3.1988

ESERLERİ

48-TUHAF BİR SERÜVEN: (Charles Dickens’dan Tercüme Ahmet Kabaklı) (256 sayfa / 2008 – 3. Baskı) 

Charles Dickens (1812-1870) İngiliz yazar ve sosyal tenkitçidir. ‘19. Yüzyılın en etkili yazarlarından biri’ olarak şöhret sâhibidir. Yazı hayatına gazetecilikle başladı. Sonraki yıllarda kundura boyası atölyelerinde çıraklık, bir avukatın yanında kâtiplik, gazetede adliye muhabiri ve Lordlar Kamasarı’nda steno yazıcısı olarak çalıştı.  Oliwer Twist, Dawid Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi,  Büyük Umutlar ve Antikacı Dükkânı isimli kitaplarıyla, Türkiye’de de tanındı.

 Ahmet Kabaklı’nın Türkçe’ye kazandırdığı bu kitap, ‘Posthumous Papers of Pickwick Clup’ adıyla 1837’de yayımlandı. Londra’da bulunan meşhur bir kulübün, halk nezdindeki itibârını sıfırlamak maksadıyla yazılmıştır. İngilizlerin esprilerinin soğuk olduğu söylenir. Hepsi Ahmet Kabaklı’nın ince espri anlayışıyla ısıtılarak okuyucuya sunuluyor ve zevkle okunuyor. 

Dickens, tabiattaki her türlü sesi, at kişnemesini, kırbaç sesini, köpek havlama ve ulumalarını, kocakarıların, kabadayıların, romanlarındaki kahramanların konuşmalarını çok mükemmel taklit edermiş. Halk akın akın O’nu görmeye gider, zevkle dinlermiş. Kitapları da bu gösterilerde satılırmış.

Charles Dickens 58 yaşında iken felç oldu.  Ölümünün İngilizlerde oluşturduğu üzüntüyü, O’nun ölümünden 11 yıl sonra dünyaya gelen Avusturyalı yazar Stefan Zweig şöyle anlatıyor:

‘Ne vakit ki Dickens öldü, ne vakit ki o meş’ale söndü, sanki bütün İngiltere bir uçtan bir uca yırtılıp parçalandı. Sokakta birbirini hiç görmemiş olanlar bile onun ölümünü konuşuyorlardı. Kaybedilmiş bir savaştan sonra görülen elem gibi, bir bozgun acısı bütün Londra’yı sarmıştı. Onu İngiltere’nin Panteon’u olan Wesminster Manastırı’nda, ölümsüz Shakespeare’in yanına gömdüler.’

Hayatı kadar yazdığı romanlar da renkli ve hoştu. 

54-TÜRKİYEYİ YOĞURANLAR:  (222 sayfa / 2003 - 3. Baskı)                

                                                                                                         

Ahmet Kabaklı bu eserinde Mehmed Âkif’i, Yahya Kemal’i ve Necip Fâzıl’ı anlatıyor. Bu üç isim, Türk milletinin, geçmişinden kopmadan geleceği kucaklamasını sağlamıştır. Onlar, bir milletin ancak, dini ve edebiyatıyla ayakta kalabileceğini, söyledikleriyle ve eserleriyle gerçekleştirdiler. Dilimizi kısırlaştırmak, edebiyatımızı köreltmek ve mânevi değerlerimizi yıpratmaktan onlar ve onlar gibi olanlar korudular. 

Ahmet Kabaklı hayâlhanesinde Mehmed Âkif’i ziyâret ederek sohbet ediyor, koruyuculuğunu devam ettiriyor. Eserin hemen başlangıcında bir Hz. Ömer kıssası var ki okuyucuyu vantuz gibi sayfaların arasına çekiveriyor. Kurtulmak ne mümkün… Âkif’in buhurdanlıktan yayılan râyihalar gibi şiirleri, okuyucunun duygularını küheylanlar gibi koşturuyor. 

Sonra sırada Yahya Kemal var. Bestelenmeye ihtiyaç hissettirmeyen güfteler gibi… 

Ahmet Kabaklı, 1957 yılında İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü öğretmenliğine tâyin edildiğinde Yahya Kemal’in yakın dostu Nihat Sâmi Banarlı Enstitü’nün müdürü idi. Ahmet Hamdi Tanpınar’la birlikte Yahya Kemal Beyatlı’yı Park Otel’de ziyârete giderlerken, Ahmet Kabaklı’yı da yanlarına alırlar. Kabaklı Hoca, bir fırsatını bulup, yalnız olarak da ziyâret edebilme iznini alır. Bu izni kullandığında sorar: 

-Muhterem üstadım, doğduğunuz ve sevdiğiniz Üsküp’ü biraz anlatır mısınız?

-Üsküp’ü en güzel ‘Kaybolan Şehir’ şiirinde anlattığımı biliyorsunuz, diyerek henüz kitaba geçmemiş olan o şiiri bana uzattı: ‘Lütfen okur musunuz?’ dedi.

Üsküp ki, Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır                                                                                                                                                                 Evlâd-ı Fâtihân’a O’nun yâdigârıdır

Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın

Ben germeden hayâtı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin

Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene

Biz sende olmasak bile sen bizdesin yine.

Cesâretsiz ve tereddütlü şiir inşadımı tenkit edecek diye beklerken, şâirin gözlerini nemlenmiş ve yüzüme daha şefkatle bakar gördüm.

Ahmet Kabaklı’nın sorduğu bir sual üzerine annesinin Yahya Kemal’e vasiyet gibi söylediği cümleyi okumadan önce derin bir nefes ve elinize mendilinizi alınız: 

‘Oğlum, dünyada iki insanı sev. Peygamber Efendimizi bir de Sultan Murad Efendimizi…’

Bitmesi istenmeyen rüyâ âleminde okunan şiirlerle dolu daha nice sahneler… 

***

Ve Necip Fâzıl… Ahmet Kabaklı’nın dünyâ-ahret dostu… 

En güzel şiirinin ‘Çile’ olduğunu söylüyor. Ve şiirin tahlilini sunuyor. Ve sonra sohbetler… sohbetler…

Bunlardan kısa bir bölüm:

-İsterseniz ‘Esselâm’ isimli kitabınızla Türk şiirine getirdiğiniz İslâmî destan sesinin yeniliği ile ‘Tanrı Kulundan Dinlediklerim’ isimli eserinizdeki İslâmî görüşlerinizi birbirine içirerek, bugünkü sohbetimize devam edelim üstadım, dedim.

Önce bir sual: Esselâm’ı niçin yazdınız?

-Bu eser bir ‘Mevlid’ mi? diye sormak istediniz. Hayır! Sâdece ona (Peygamber Efendimize) olan eritici aşkımın ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı... Vecd, îmânın ilk şartı. Sevgili’nin, sevgili’den alıp getirdiği ve canını fedâya kadar baş eğilmesi şart, ulvî aşk disiplini şeriatten başka, benim bağlı olabileceğim hiçbir ölçü hayal edilemez...

-Bir gün Esselâm’ınızdaki bölümlerin de, Türk ruhuna sinmiş o mübarek çehreli Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki ‘bahir’ler gibi camilerde, evlerde, dinî vecd ile okunmasını ister miydiniz?

-Evlerde, meydanlarda, toplantı yerlerinde sırf dinî tefekkür, tahassüs ve heyecan gayesiyle okunmasına... evet!.. Câmilerde, ibâdet şekilleri arasında yer almasına kat’iyetle hayır!

-Esselâm ’da 63 parça şiir bulunuşu Peygamberimizin 63 yaşında göçüşlerinden kinâye bir sayı mıdır?

-Levhaların 63 parça oluşu, mukaddes hayatın yıl sayısından alınma ilhamla, evet... Bu 63 parça içinde, vak’aları düpedüz resmetmek yerine onların ruhlarını göstermek gayesi güdülmüştür. 1700 küsur mısralık, kemiyette (sayıca) küçük bir destan... Fakat keyfiyette, her kelimesi beyin törpüllenmesine mal olmuştur.

-Ne zaman yazıldı Esselâm’ınız?

-Bir ruh çilesi içinde, 1960-1961’de hapishanede iken yazılmaya başlandı... Ondan sonra haşin hayatın zâlim çarkları arasında tekrar gaflet tüneline giren ruhumun kasvet ikliminde on bir yıl uyuyup 1972 ramazan ayında tamamlandı.

-Yazmaktaki gayeniz? Daha başka bir deyişle: Hangi hakîkati vurgulamak istediniz?

-Hangi hakikat, hangi doğru sözlerini anlamam. Tek başına ‘doğru’ diye bir şey yok. O’nun (Peygamberin) getirdiği ‘doğru’ var. Bu eser, o gayenin vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses... O kadar!

Ben ‘hakîkat’ten O’na giden değil, O’nu topyekûn kabullendikten sonra ondan hakîkate gelen müminim.

Hakîkat, sâdece Allah’ın dediği ve O’na (Hz. Muhammed’e) bildirdiğidir... Var olmaya bakalım! O ki varlık o yüzdendir.

-Fikirlerin, prensiplerin, sistemlerin, ilimlerin, neşelerin, aşkların başlı başına bir hakîkati yok yani sizce?

-Her şeyi mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihâî sebep ve netice Allah’tır… Her şey, ama her şey bizi aşan bir âlemde, bir ağacın dalları gibi üst üste bekliyor. Biz, boyumuzu uzatabildiğimiz nispette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat yemişin kendisi bizim değil, ağacın… Gölgesi ve tesellisi ise bizim. 

55-YUNUS EMRE: (183. sayfa / 2012 – 12. Baskı)

Frenklerin ‘misyon’ dedikleri kavramın tek kelime ile karşılığı, zengin Türkçe’mizde maalesef yok. Ancak 2 kelime ile ifâde etmek mümkün: ‘Özel vazife’ 

Yunus Emre, Cenâb-ı Allah’ın özel vazife ile Türk milletine armağan ettiği bir değerdir. Dünyâ ölçüleriyle pahası tespit edilemeyecek bir değer. Ona, Cenab-ı Allah tarafından verilen özel vazifelerin birincisi: ‘Türk milletinin adını ve sanını ilelebet korumaktır. Bunu, millet fertlerinin birbirlerini sevmesi ve mutlak dayanışma ile sağlayacaktır. Çünkü sevgi olmadan hiçbir şey olmaz. Yaradan’ı sevecek, Yaradan’dan ötürü insanını sevecek, vatanını sevecek ve koruyacak.’  İkincisi: ‘İnsan topluluklarını millet hâline getiren Türkçemizi koruyacak ve yücelterek yaşatmaktır.’ Dilini kaybeden milletlerin târih sahnesinden silindiği bilinmektedir. 

Yunus Emre ne bir devlet reisidir, ne de bir ordu komutanıdır. Kendi köşesinde çok mütevâzı ölçüler içerisinde bir Türk evlâdıdır. 

Yunus Emre’nin değerini tam olarak ifâde edecek kelimeleri bulmak, cümleler kurmak zordur. Büyük edibimiz, muktedir mütefekkirimiz Ahmet Kabaklı üstadımız, bu zorluğu aşmış, ‘Yunus Emre’ isimli hacmi küçük, muhtevâsı zengin eserini hazırlamıştır. Okumak gerek.