Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri – 8

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

AHMET KABAKLI’NIN GAZETE YAZARLIĞI - 2

Gurbete hicret

Ancak durumda hiçbir düzelme olmuyor, aksine daha kötüye gidiyordu. Gazete çalışanları arasında da huzursuzluk başlamıştı. O sırada Günaydın Gazetesi’nin sâhibi Haldun Simavi yeni bir gazete projesi ortaya attı. Başında Simavi’nin mutemet adamı Kemal Kınacı’nın bulunacağı milliyetçi-muhazakâr bir gazete yayınlanacaktı. Adı ‘Yeni Haber’ olan bu gazetenin eleman kaynağı elbette Tercüman gazetesiydi. Servet Kabaklı, Ömer Lütfi Mete, Ergun Göze, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Mehmet Şevket Eygi ve daha pek çok isim bu gazeteye geçtiler ve yayın hazırlıklarına başladılar. Gazetede sağın en tanınmış isimleri vardı. Ama asıl alınması gereken Ahmet Kabaklı idi.

Kabaklı Hoca ile defalarca görüştüler. Hoca, Tercüman’da eski etkinliğini kaybetmişti. Halbuki o, eskiden olduğu gibi kendi çizgisinde yürüyen ve sözünün dinlendiği bir gazete istiyordu. Yeni Haber’ciler Hocaya bu konumu vaat ettiler. Hoca yavaş yavaş ikna oluyordu. Bir gün Vakıfta dergi toplantısı sırasında bu meseleyi dile getirdi. ‘Yeni Haber diye bir gazete çıkıyor. Beni oraya istiyorlar. Ne diyorsunuz?’ diye bizim fikirlerimizi de sordu. Ayla Ağabegüm, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Melıdi Ergüzel başta olmak üzere toplantıda bulunanlar görüşlerini söylediler. Ben ve Mehdi Ergüzel, Hocanın Yeni Haber’e geçmesini istemiyorduk. Zira bu gazete, mâzisi Hocanın geçmişine hiç uygun düşmeyen bir patron tarafından çıkarılacaktı ve Hocanın kadim okuyucuları bunu kabullenemezlerdi. Hoca bizim itirazlarımıza karşı şu cümleyi söyledi: ‘Canım, Kemal Ilıcak ile Haldun Simavi’nin ne farkı var.’ Bu cümleyi olumsuz yönlerinin benzerliğini kastederek söylüyordu. Biz de buna karşılık bir şeyler geveledik ve konu kapandı.

Hoca artık kararını vermişti. Yeni Haber’e geçecekti. Biz de Mehdi Beyle konuştuk ve daha Hoca ayrılmadan Tercüman gazetesinin tashih servisinde (akşam vardiyasında) işe başladık. Sanırım 1986 Ekim ayının başıydı. 2 Ekim akşamı tashih servisine Hocanın ‘Hicret ve Gurbet’ başlıklı yazısı geldi.

Biz bunun, Hocanın Tercüman’dan ayrılış yazısı olduğunu biliyorduk. Ben hemen yazının bir fotokopisini aldım. Yazı 3 Ekim 1986 târihli Tercüman’da yayımlandı. Bu, Hocanın Tercüman’daki şimdilik son yazısı idi.

Hicret ve Gurbet’ başlıklı yazı okunduğu zaman Hoca’nın Tercüman’da rahatsızlık duyduğu noktalar ve değerinin bilinmediği duygusuna kapıldığı anlaşılır. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in hayatlarından örnekler verilerek, bu büyük peygamberlerin, doğdukları büyüdükleri yurtlarındaki kardeşleri tarafından anlaşılmadıkları ve bu yüzden başka topraklara hicret ettikleri anlatılır.

Hoca, ‘Hiç kimse kendi şehrinde peygamber olmaz.’ şeklindeki sözün, bu büyük peygamberlerin hayatlarına nispetle ortaya çıktığını söyler. Ve bu durumu garip bulur. ‘Garip’ kelimesi Kabaklı Hocayı Peygamberimizin bir hadisine götürür: ‘İslâmiyet garip başladı, garip devam edecektir.’ Hoca yazısını bu hikmete bağlılığını bildiren bir cümle ile noktalar:

Biz de işte o sapa yolun boynu bükük garipleriyiz.’

Sözün özü, Hoca içinde doğduğu, yetiştiği-yetiştirdiği Tercüman diyarında sözünün makes bulmadığına kanaat getirerek, yeni bir diyara, ‘Yeni Haber’e hicret eder. Hocanın yazısının elimizdeki orijinal nüshasını incelendiğimizde, yazdığı son yazıyı nasıl dikkatle tekrar tekrar elden geçirdiğine şâhit oluruz. ‘A klavye’ daktilosu ile aralıklı olarak yazdığı ilk şeklin hemen her cümlesinde mutlaka bir düzeltme görülür. Bu, onun son ana kadar mükemmeli aradığını gösterir.

Meselâ yazının başlığına bir göz atalım. Yazı ilk yazıldığında ‘Hicret’ başlığını taşımaktadır. Bu bir ayrılışın habercisidir. Hoca yazıyı tekrar gözden geçirdiğinde ‘ve Gurbet’ ilâvesini yapmıştır. Böylece yazının başlığı ‘Hicret ve Gurbet’ olmuştur. Hoca Tercüman’dan, senelerini verdiği öz yurdundan ayrılmaktadır. Lâkin gurbete gitmektedir. Bugünkülerin ‘O şirket olmazsa bu şirket, parayı kim fazla verirse ona çalışırım’ anlayışına tamamen zıt bir anlayıştır bu. Hoca yurdundan, içi hüzün dolu olarak ayrılır. Sözünün dinleneceğini ümit ettiği yabancı bir mekâna doğru gitmektedir. Bunun bilincindedir. Yazının sonraki bölümlerini okuyucu karşılaştırırsa, iyi bir metin kıyaslaması yapmış olacaktır. Kabaklı’nın büyük yazar olmasının bir sırrı da ilk yazdığı metni olduğu gibi baskıya vermeyişidir. Yazıya 1946 yılında başladığını düşünürsek O, aradan 40 yıl geçmiş olmasına rağmen, yazdıklarını hâlâ tekrar tekrar gözden geçirmektedir. Bu hassasiyeti bir çırpıda yazar olanların anlaması çok güçtür.

On dört aylık inziva

Peki sonra ne oldu? Yeni Haber Gazetesi’nin ilk nüshası 21 Ekim 1986 günü yayınlandı. Hoca gazetenin başyazarı konumunda idi. Gazetenin yayın hayatı 8 Aralık 1986 târihîne kadar 49 gün devam etti. Gazete kapandı. Tercüman’dan Yeni Haber’e gidenlerin bir kısmı Türkiye Gazetesi’ne geçtiler. Hoca 14 ay boyunca Türk Edebiyatı Dergisi dışında hiçbir yerde yazmadı. Dostunu düşmanını büyük ölçüde bu 14 ay içinde anladı. Eskiden bir günde defalarca arayanlardan bazıları, bu sürede O’nu hiç aramadılar. Bu süre, Hoca için gerçekten bir gurbet oldu... Ama yazdığı dönemdeki ‘sıla’nın da sanal olduğunu O’na gösterdi.

Hoca, ‘Temellerin Duruşması’ isimli dev eserini bu 14 ayda tamamladı. ‘Şâir-i Cihan Nedim’ senaryosunu yazdı. ‘İstanbul Güldestesi’ni hazırladı. Türk Edebiyatı kitabının 5 cilde çıkarılması çalışmaları da bu 14 aylık inziva devrinde vuku bulmuştur. Günlük hayatın kargaşasından ve siyâsetin bitmez tükenmez çekişmelerinden uzak geçirilen bu 14 ay, Hoca’nın en verimli çalışma devrelerinden birisi olmuştur.

Yuvaya dönüş

Ahmet Kabaklı 1 Şubat 1988 târihînde yine Tercüman’da yazmaya başladı. Gazete artık hızla kapanmaya doğru gidiyordu. Hoca’nın yazmaya başlaması da bu gidişi değiştirmedi. Gazetenin çalışma şartlarının eski tadı kalmamıştı. Cevizlibağ’daki modern bina elden çıkmış, gazete Davutpaşa’ya fabrikaların arasındaki bir binaya taşınmıştı. Hoca’nın Tercüman’daki bu seferki yazı hayatı 2 Mart 1991 târihîne kadar, yani 3 yıl 1 ay devam etti.

Sonra 19 Mart 1991 târihinden itibâren Türkiye Gazetesi’nde yazmaya başladı.

Bu gazetede 19 Kasım 2000 târihîne kadar devam yazarlık hayatında da zaman zaman sıkıntılar yaşadı. Hoca, yazılarına müdâhale edilmesini sevmezdi ve ettirmezdi. Türkiye Gazetesi’nde bâzan yazılarını değiştirmesi istendi, bâzan yazısı yayınlanmadı, Hoca gitti yayınlanmayan o yazısını televizyon ekranından okudu. Bâzan reklâm geldi diye yazısı konmadı. Velhasıl eski tat eski âhenk bir türlü yakalanamadı.

İş bir noktaya geldi ve ahengi sağlayan tellerden sonuncusu da koptu... Ve işte o zaman, üstat Yahya Kemal’in dediği gerçekleşti: ‘Bir tel koptu, ahenk ebediyyen kesildi.’

Hoca da 8 Şubat 2001 târihînde bu defa, gurbetten asıl vatana hicret etti... 

İSA KOCAKAPLAN

ESERLERİ

47-TEMELLERİN DURUŞMASI 2: (359 sayfa / 2019 - 11. Baskı) 

Merhum Ahmet Kabaklı, ‘Temellerin Duruşması’ isimli eserine yazdığı ‘Takdim’ başlıklı yazısında, eserinin mahtevâsı için şu bilgileri veriyor:

En çok heykeli yapılan adam: Atatürk.     

En çok övülen kişi: Atatürk.

Millet onunla korkutuldu. 

Atatürkçü’ denilen zümre, bu sömürücülüğün suçlusudur.

O’nun kahraman, milliyetçi şahsiyeti ya aşırı övgülerle veya yalanlarla büsbütün gölgeleniyor. 

Bunu yaptıklarında milletimiz, özellikle milletimiz alçaltılıyor.

Başımıza gelen kötülüklerin çoğunu Atatürk istismarcılığı teşkil ediyor. Alenen Atatürk’ün adı kullanılarak tezgâhlanan siyâset ve fikir açıkgözlülüğü pek yıkıcıdır. Heyhat ki ‘Atatürkçülük’ denilerek Türkiye’de 1950’den beri üç dört ihtilâl yapılmıştır. İhtilâli yapanlar ise bazı zümrelerin veya çıkarcıların adamlarıdır.

O kadar ki Atatürkçülük taassubu, soyguncu ve mafyacıların da kullandıkları bir sömürü vasıtası olmuştur.

Her sorumlunun gönlüne iki korkuyu özellikle dikerek, bu kavramları sevimsiz yapmışlardır. Bunlar asker ve Atatürk korkusudur.

Üstelik milliyetçi geçinen birçok ahmak, Atatürkçülükten parsa toplamak için, suçsuz birçok kimseyi ihbar ederek namuslu insanların mahvına sebep olmuşlardır.

Bu korkudan kurtulmadıkça serbest düşünmemiz, serbest politika yapabilmemiz ve hukuk devletine ilk adımları atabilmemiz mümkün değil.

Atatürk’ü küçültmek ve ondan çıkar sağlamak için putlaştıran... Hakkında yalanlar ve dokunulmazlıklar icat ederek sömüren, olduğundan başka bir Mustafa Kemal icadına kalkışan Atatürkçü gurubundan ben de milletimiz de dâvâcıyız.

Bu kitapta, Gazi’yi olduğu gibi anlatmak denemesi yapılıyor.

Bu kitabı; hâlis ve kahraman Atatürk’ü putçulardan kurtarmak için yazıyorum.  

Milletimizin kahir ekseriyeti,  yukarıdaki bilgileri 3 maddede özetliyor:

1-Hakîki Atatürkçüler,

2-Atatürkçü geçinenler, 

3-Atatürk’ten geçinenler. 

Atatürk’ten geçinenler, Atatürk’ü; Komünist devrimcilerin Stalin’i, Kültür ihtilalcilerinin Mao’yu övdükleri gibi övüyorlar. Atatürk’ü samîmi olarak sevdikleri için değil, O’nun adını kullanarak ‘kurtuluşa kadar devrim’ yapmak için… ‘Kurtuluş’tan kasıtları, geçmişte Türkiye’yi Komünizmin kölesi yapmaktı. Komünizm Rusya’da çöktükten sonra ne söyleyeceklerini henüz belirleyemediler. Günün şartlarına göre, gelen emirler doğrultusunda hareket ediyorlar.

 Batılılar Türkleri sevmezler. Onlardan gelen emirler, Milletimizin hayrına değildir. 

‘Sözünü esirgemeyen diplomat’ olarak bilinen Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa (1814-1868); ‘Siz dışarıdan, biz içeriden uğraşmamıza rağmen 100 yıldan beri Osmanlı Devleti yıkılmadı’ sözü ile tanınır.  Başka bir hikâyesi daha vardır: Paris’te Büyükelçi iken, dâvetli olduğu opera galasına gider, protokoldeki yerine oturduktan az sonra Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon salona girdiğinde, herkes ayağa kalkar, Fuad Paşa yerinden kımıldamaz. Bu durum imparatorun gözünden kaçmaz. Görevlilerden birine emreder: ‘Sorun bakalım, kendisini Kanûnî’nin elçisi ni zannediyor? Elçimizin cevabı Osmanlı tokadı gibidir: ‘Hâşâ, eğer ben Kanûnî Sultanımın sefiri olsaydım; sizin kralınız, benim bulunduğum salona, benden izin almadan girebilir miydi?’ 

Onlar, Türkleri sevmediklerini böyle iğneli sözlerle ifâde ederler. Sahte nezâket… 

Buna karşılık biz, Türk dostu olarak görünen Yahudi Moiz Kohen’in yazdığı Kemalizm ideolojisini baş tâcı ediyoruz. Ermeni asıllı Agop Dilaçar’a Türk Dil Kurumu’nda başuzmanlık vazifesi veriyoruz. 

Her milletin Türkleri sevmemesi için kendine göre bir takım sebepleri vardır da, Yahudiler için hiç bir sebep yoktur. Çünkü târih boyunca Yahudilerle savaşımız değil, çatışmamız bile olmadı. Aksine İspanya’dan kovulan Yahudileri, gemi göndererek topraklarımıza getirdik, bağrımıza bastık. 

Buna rağmen Yahudiler, milletlerarası arenalarda Türkler aleyhindeki faaliyetlerle yetinmiyorlar, yeterli ölçüde şuur sâhibi olamayan insanlarımızı kendi milletinin aleyhinde görüşlere yönlendiriyorlar. Onların bir kısmına, sahte Atatürkçülük yapma görevi verilmiştir. Başka şeyler de verilmiş olmalı ki, Atatürk prensiplerinin aleyhinde hareket ettiklerinin farkına varamıyorlar. 

Atatürk’ten geçinenler ise; içerisine konulduğu kabın şeklini almakta mâhir olan omurgasızlardır. Yavuz Bülent Bâkiler, Kültür Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı iken 1981’de, darbeciler tarafından ‘Atatürk 100 Yaşında’ sloganı ile faaliyetler düzenlenmektedir. ‘Atatürk’ten geçinenler’ ekibinden biri, Atatürk’ün kahve içtiği fincanı 1.000.000 liraya satmak ister. İddiasını ispat etmesi istendiğinde, Bâkiler’i cumhurbaşkanına şikâyet eder görevden alınmasını sağlar. 

Bunlardan Ahmet Kabaklı da şikâyetçidir. Şöyle diyor: 

Atatürk’ten geçinenler, hür ve serbest düşünen insanları  ‘Atatürk düşmanı’ diyerek mahvederler. Türettikleri bu heyulânın ‘Atatürk’ olduğuna cebren inanmamızı isterler. İtiraz eden veya gerçeği açıklayan biri çıksa hemen aforoz ederler. Sunî katedralleri, bankaları, matbaaları, gizli dernekleri, ders kitapları, sayısız soyguncu kulüpleri, fikir mafyaları, işkence çeteleri ile mânevî engizisyonda parçalarlar.

Atatürk bahane edilerek yapılan zulüm ve vurgunlar, trilyonla yutulup harcanan millet paraları canımıza yetmiştir.

Şu hâlde milletimiz için doğru ve gerekli olan vazife: Uydurma târih ve inanılmaz efsânelerden kurtulup Atatürk'ün gerçeğini bulmaktır.

Çünkü gerçek insan ve seçkin Atatürk yerine konulan uydurma ve hurâfeleri kimse kabul edemez; etmemelidir. Bunun için halkı zorlamak, insan şeref ve haysiyetine tecâvüzdür.

Ahmet Kabaklı, ‘Sahte ve Kalp Atatürkçüler’, ‘Atatürkçülerin Atatürk Düşmanlığı’, ‘Kahraman’ı Yıkmak İçin Yakıştırmalar’, ‘Atatürkçü Geçinen Komünizm’, ‘Bunlar mı Atatürkçü?’ gibi başlıklar altındaki makelelerde meseleyi enine boyuna inceleyip sağlam hükümlere varıyor. 

Millî Eğitim Bakanı Sayın Sağlam’ın sözlerinden hareketle ortaya konulan sağlam hükümlerden biri, 134-135. sayfalarda: 

“Millî Eğitim Bakanı Sayın Sağlam, kendisine mahsus heyecanlı söylev tonu ile fakat biraz da öfkelenmiş olarak, son televizyon konuşmasında:

‘Atatürk sola da çekilemez, sağa da çekilemez... Çektirmeyeceğiz, kararlıyız!’ diyordu.

Başta Sayın Evren olmak üzere MGK’nin yeniden açtığı bu milliyetçilik çağının Millî Eğitim Bakanını, acaba hangi solcu komünist sinirlendirdi ki bu tonda konuşmaya lüzum gördü?

Gezileri sırasında TÖBDER’den artakalan bir kişinin kasıtlı konuşmasını mı dinledi? Yoksa bakanlık teşkilâtında, yine 1978-1979 döneminden kalma yöneticiler var da onlar ‘Atatürk'ü, yine sola çekmek’ cür’etine mi kalkıyorlar?

Çünkü Atatürk, hakikaten sola çekilemez ve çektirmeyiz. Çünkü bu, milletimize olduğu kadar ve bilhassa Atatürk’ün koyu milliyetçiliğine karşı da bir ihânettir.

‘Atatürk sağa da çekilemez’ çünkü buna lüzum yoktur. O’nu ne kadar ‘sağa’ çekseniz yine de O’nun koyu milliyetçiliğine yetişemezsiniz.

Ah şu Türk Târih Kurumu! Atatürk’e ait bütün belge, fotoğraf, yazı, söylev, demeç, sohbet ve hatıraları (tek birini gizlemeden) neşretmiş olsa idi bugün kimse onu ‘sola’ çekemeyecekti. Sayın Sağlam da böyle kızıp üzülmeyecekti...

Atatürk’ün milliyetçiliği, antropolojiye kadar genişlemiştir. Mimar Sinan’ın mezarını açtırarak kafatası üstünde tetkikler yaptıran Atatürk’tür. Orta Asya yâni geniş Turan kültürünü, Türk târih ve edebiyatına o, bilhassa getirmiştir. Millî destanlarımıza candan bağlıdır. Bozkurt amblemli şapkaları, liselilere mecburî olarak giydirten de O idi.’

Atatürk diyor ki: ‘Dünya yüzünde Türk’ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık târihinde görülmemiştir.’ Bu cümleyi söyleyen insan ‘Türk Milliyetçisi’, yâni ‘sağcı’ değilse, kim ve nasıl sağcı olabilir?  

Ahmet Kabaklı, ispat edici delilleri satırlar arasına serpiştirerek 352 sayfalık eserinin özetini; birkaç cümle ile veriyor: 

‘Milletimiz, ecdadının din ve töresine, ahlâkına, yapıcı imanına, adâletine, hoşgörücü ruhuna, ırz ve namus anlayışına, 2000’lerin hukuk üstünlüğü ve demokrasi şartları içinde ulaşmaya mecburdur.

Yasaklı demokrasi olamaz. Demokrasi elbette töreli ve kanunlu olur. Demokrasinin elbet bir cebri de, asayişi ve nizamı da olur. Fakat kara rejimin yasakları, korkuları, yalan dolanları ile ne kalkınma ne de düzen sağlanabilir.

Uyanacak ve hürriyetin tadına varacak olan milletimiz, okumuşlarını şahsiyet ve karaktere icbar edecektir.

Bizim tek gayemiz, asıl hedefimiz, devletle milleti kaynaştırmaktır. İşte ancak bu kaynaşma olduğu zaman, demokrasi muradımız da tam mânâsıyla gerçekleşecektir.’