Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 4

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

AHMET KABAKLI’NIN RUH DÜNYASI-1

İSA KOCAKAPLAN

Ahmet Kabaklı, babasını üç yaşında kaybetmiş bir yetimdir. Bir de küçük kardeşi Ömer Kabaklı vardır. Ve yetimlerine hem ana hem baba olmak mecbûriyetinde kalan, onları 1930’lar Türkiye’sinde hayatta tutmaya uğraşan mübârek bir anne Münire Hanım...

1911 yılından beri art arda gelen savaşlara 14 yılını ve milyonlarca evlâdını vermiş bir milletin elinde kalan, imparatorluk bakiyesi harap bir yurt. Yetişkin erkeklerini Galiçya’dan Yemen’e kadar uzanan geniş coğrafyanın koynuna bırakan bu millet, şimdi küllerinden yeniden doğmaya çalışmakta, dul kadınları ve yetimleri ile târihîn sayfalarına tutunmak için çabalamaktadır.

Ahmet Kabaklı’nın babası Ömer Efendi de 1927 yılında hayata vedâ etmiştir. Münire Hanım yetimlerini yetiştirmek ve onları hayata bağlamak için gecesini gündüzüne katan analardan biridir. İşte bütün uğraşmalarına rağmen yetimlerinin kursağına iki gündür bir lokma ekmek koyamamıştır. Ama dâima Allah’a bağlı kalan bu mübârek kadının saf imanı, Gümüş’ün ağzındaki bohça içinde, bir demet yufka ekmeğinin ayağına kadar gelmesine vesile olmuştur. Yeni doğan bebeğe rızkını annesinin memesinden gönderen Allah, yuvada kımıldayamadan duran biçâre kuş yavrusuna yiyeceğini, annesinin gagasında gönderen Allah, işte iki gündür aç bîilâç duran bu yavrulara rızıklarını, bir köpeğin taşıdığı bohça içinde göndermiştir.

O gün sıtmalar içinde kıvranan küçük Ahmet bunu hiçbir zaman unutmamış, aradan yıllar geçtikten sonra, 1985 yılında kaleme aldığı kitabında bu hatırasını çocuklarla paylaşmıştır. Yukarıdaki satırları yazdığı sırada 61 yaşındadır. Buna rağmen o çocukluk hatırasını bütün canlılığı ile yaşamakta ve en sıkıntılı zamanlarda bile Allah’tan umut kesilmemesi gerektiğini, çocuklarımızın zihinlerine altın cümlelerle yazmaktadır. ‘Ejderha Taşı’ndaki ‘Gümüş’ isimli hâtıra-hikâye aşağıdaki paragrafla sona erer:

İster inanın ister inanmayın bu hadise oldu çocuklar! Demek, insanlar unutmuştu ama Yüce Allah’ımız, iki yetimiyle bir dulunu unutmamıştı. Bizim temiz inancımıza göre belki de bu Gümüş, darda kalan Tanrı kullarının yardımına koşan, iyilikler meleği Hızır Aleybisselam’ın köpeği idi.’  

İşte Ahmet Kabaklı’nın hayatının sonuna kadar değişmeyen O’nu bir hâtif gibi dâima tâkip eden yönü, bu temiz inanç ve çocukluk döneminde çekilen sıkıntıları asla bir istismar vesilesi yapmadan, kendini olgunlaştıran dersler olarak kabul edişidir. Bu sebeple dâima mazlumun yanında olmuş; yoksulun, ihtiyaç sâhibinin yardımına koşmuştur.

Allah’a ve O’nun rahmetine olan sarsılmaz imanı dolayısıyla asla dünya menfaatlerine kendini kaptırmamıştır. O, kendisini Harput’ta boynu bükük bir yetimlikten alarak, Türkiye’nin en önemli gazetesinin, en saygı duyulan ve en çok okunan köşe yazarı mertebesine getiren kuvvetin kaynağını gayet iyi biliyordu. Ölümüne kadar kalemini eğip bükmeden dâima Hakk’tan yana kullanmasının ardında yatan en önemli etken, Münire Ana’dan miras olarak devraldığı temiz Tanrı inancı idi. Darda kalan kullarının yardımına dâima yetişen, Hızır’ını onlara yoldaş eden Tanrı... İnsan bu inancı bir defa ruhuna sindirdi mi, artık hiçbir güç ve menfaat onu elde edemez... Hiçbir tehlike onu korkutamaz. Her gün tehdit telefonları almasına ve Marksistlerin ölüm listesinde bulunmasına rağmen, Ahmet Kabaklı’ya asla geri adım attırmayan irâde, O’nun bu temiz Tanrı inancından güç alıyordu.

Hz. Hızır’dan Noel Baba’ya

Kabaklı’nın ‘Ejderha Taşı’ isimli kitabında bulunan on bir hâtıra-hikâye veya efsânede her vesile ile bu inanış ortaya çıkar. Hikâyelerden birisi ‘Boz Atlı Hızır’ başlığı ile müstakil olarak Hızır Aleyhisselama ayrılmıştır.

Çocuklarımıza artık anaokullarından itibâren kendi dedeleri gibi sevdirilmeye çalışılan, her yılbaşında etrafında milyon dolarlık pazarlar oluşturulan Noel Baba miti, Kabaklı Hocayı çok rahatsız ederdi. Yazık ki günümüzde bu durum her çevreden insan tarafından daha da benimsenmiş ve özümsenmesi gereken (!) Avrupaî değerler arasında değişmez yerini almıştır. Bizim geleneğimiz ve inancımızdan gelen ve bizi her an hayata bağlayan Hızır Aleyhisselam ise sosyal hayatımızın dışındadır ve neredeyse hiç hatırlanmamaktadır. 

Çünkü bu inancın ekonomik değeri yoktur. Yılın belirli gün ve haftalarında vitrinlere çıkarılarak pazar oluşturmaya katkısı, hiç mesâbesindedir. Öyleyse unutulması gerek. Çünkü o yardımını gizli yapar, hediyesini gizli verir. Darda kalan kişinin imdâdına koşar, ama yardım alan kişi onun Hızır olduğunun farkına, ancak o görünmez olduktan sonra varır. Yâni Hızır Aleyhisselam’ın reklâm değeri de yoktur. Bizim mahfiyete, gizliliğe, içe kapanışa, gösterişten çekinmeye dayalı inancımızın bir göstergesidir Hızır...

Ve bu yüzden Ramazan aylarında âlâ-yı vâlâ ile iftar yemekleri düzenleyen, yoksul çocuklara yardımlarını televizyon ekranlarında yapan, yardımın, kameralar önünde törenle yapılmasını ilke hâline getiren inançlı zenginlerin ön plâna çıktığı bir dönemde, elbette Hızır Aleyhisselam’dan çok Noel Baba revaç bulur. ‘Sağ elin verdiğini, sol elin görmemesi’ eski zamanlarda kalmıştır.

Ahmet Kabaklı yoksul çocukluk günlerinin Hızır’ını dâima gönlünün bir köşesinde taşımış ve bu mukaddes değeri, ‘Allah’tan ümit kesilmez’ anlayışı çerçevesinde kendi çocukluğundan, batı değerleri furyası altında kendi kültüründen ötelere savrulan günümüz çocuklarına getirmeyi bilmiştir. İşte çocukluk günlerinde Ana dilinden ve tavrından edinilen Hızır inancı şu cümlelerde dile gelir:

İnanırdık ve bilirdik ki Hızır Aleyhisselâm bizi darda, yolda, karanlıkta bırakmaz. Hem öyle allı pullu esvaplarla bacadan da inmezdi. Çok sıkılıp çaresiz olduğumuz demlerde O’nu Allah yollardı. Tipide, fırtınada, bir tehlike anında Hızır’ın gelmesi demek; hayatta çaresizlik yoktur, Allah bizi unutmaz ve kurtarır, demektir. 

İdeal Anne:

Yalnız ve yoksul soframızda güler yüzlü anam, bazı geceler bizi yıkayıp giydirdikten sonra:

Temiz olun, duâ edin, hiç de üzülmeyin. Hızır Aleyhisselâm belki bu gece gelebilir, evimiz neş’eyle, bet bereketle dolar’ derdi.

Kitapta yer alan on bir anlatının büyük bölümü efsâne ağırlıklıdır. Bu efsâneler Harput’un ve yakın yörelerin mânevî çehrelerini yansıtırlar. Toprak ve insan bu efsânelerle birbirinden ayrılmaz hâle gelir. Daha önce bu toprakları vatanlaştıran cedlerin türbeleri, menkıbeleri ve efsâneleri, hâlihazırda yaşayanları huşû ile o topraklara bağlar. Öyle ki zor duruma düştüklerinde kabirlerinde uyku ile uyanıklık arasında bulunan bu evliya, hemen duruma müdâhale eder ve evlâtları ile birlikte düşmanı o topraklardan uzak tutarlar. Süt Kalesi’ni başına bir tac gibi takınmış olan Harput şehri de evliya yatağıdır. Bunlardan üç tanesi, uç beyleri gibi şehri üç tarafından korurlar. Anguzu Baba, Uryan Baba ve Fetahmet (Fâtih Ahmet) Baba, bugün de artık mezraya inmiş, ancak arada bir tenezzüh için Harput’a çıkan Elazizlilerin mânevî duraklarıdır. Onlar, terkedilmiş şehrin mânevî çehresini korumaya ve kendilerini ziyâret edenlerin gönüllerine ferahlık vermeye devam etmektedirler.

Belki Alparslan zamanında, belki de farklı zamanlarda Harput’a gelen bu gazi-dervişler, bura halkının gözünde birleşirler, üç kardeş olurlar. Münire Hanım oğluna bu üç kardeşin birlikte şehit düştüklerini, daha sonraki zamanlarda Harput’u almak için gelen gâvurların gözlerine yeşil sarıkları ve mânevî orduları ile karşı durduklarını, işte bu yüzden hiçbir zaman Harput’un kâfir eline düşmediğini anlatır.

Ah bizim saf ve temiz iman sâhibi analarımız. Her şey sizin yüreğiniz kadar sevgi dolu, temiz ve hesapsız olsa idi... O şehitlerin kendilerinden sonrasına tesirleri sizin sâyenizde ulaşıyordu... Ve siz bir gün gelip, gönüllü olarak bu mânevî çehreden vaz geçebileceğimizi nereden bilebilirdiniz.

DEVAM EDECEK

ESERLERİ

26-KIRK KUYU: (20 sayfa / 2019 – 1. Baskı)

‘Ejderha Taşı’ndan bir hikâye daha… Edebî sanatların kullanımı en zor olanı ile… seci ile yazılmış bir metin. Belli belirsiz meyilli arazide, hafifçe ve şırıl şırıl akan bir dere gibi. Üzerindeki kurumuş yaprak olmasa aktığı bilinmeyecek, uzun bir göl zannedilecek. ‘Metin’ denilen yazı bir hikâye mi? Evet! Fakat sâdece hikâye değil. Fabl, öğüt, efsâne, masal, destan, şiir… Hepsi bir arada. Belli ki usta bir kalemden ak kâğıtlar üzerine yazılmış. Halk şâirlerinin ifâdesi ile ‘usta işi’… 

Günümüzde Kırk kuyu’nun bir tânesi bile yok. Kendi gitmiş, adı kalmış yâdigâr. Türküsü de hikâyesi de yüz yıllardır dillerde… 

27-KÜLTÜR EMPERYALİZMİ: (229 sayfa / 2020 – 7. Baskı)

Eskiden istilâlar silah gücü ile kan dökerek can alarak, biraz da şehit vererek yapılırdı. Günümüzde sömürgen güçler dâhilden satın aldıkları hâinlerle ülkeler istilâ ediyorlar. Operasyonun adı: 20 yıl önce, Kabaklı Hoca’nızın hayatta olduğu dönemlerde ‘Kültür Emperyalizmi’ idi. Bu isim itici bulunmuş olmalı ki günümüzde ‘Kültür Endüstrisi’ deniliyor. Bu endüstrinin çalışanları, kendilerine ‘çağdaş aydın’ sıfatını yakıştırdıkları arsız kemirgenler. Dilimizi, kültürümüzü, örf ve âdetlerimizi, ahlâk anlayışımızı, nâmus hassasiyetimizi… her şeyi hâinnâne kemiriyorlar. 

Attila İlhan, ‘her milletin hâin kontenjanı vardır.’ Diyordu. Bizdeki Hâinler için de yüzde bilmem kaç diye, buçuksuz kesirsiz net bir rakam da veriyordu. Vefatından sonra yüzde oranı artmış olmalı. Her neyse…

 Hoca’mız isâbetli bir teşhisle kültür emperyalizmini; “asırlar içinde uzun bir târih zarfında geliştirilen ‘millî şahsiyeti’ meydana getiren mânevî ve mukaddes unsurların birer birer harcanıp tüketilerek başka kültürün  işgal ve istilâsına sonra da ilhakına terk edilmesi’ olarak târif ediyor. Bu doğru tespite göre mücâdele yöntemini açıklıyor. 

Bu kitabın, TC Kültür Bakanlığı tarafından ülkemizdeki lise öğrencilerinin tamamına ücretsiz dağıtılması, Türkçe veya edebiyat gibi en önemli ders olarak müfredat programına dâhil etmesi gerekir. 

Candan aziz vatanımızın kültür istilâsından kurtarılabilmesi için bu kitabın 7 değil, her bir baskıda 100.000 adet üzerinden 70 baskı yapması gerekirdi.   

28-MÂBET ve MİLLET: (215 sayfa / 2007 – 4. Baskı)  

Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı, bu eserinde mâbetsiz bir milletin asla düşünülemeyeceğini zihinlere yerleştiriyor.  İnsanlık târihinin hiçbir döneminde mâbedi bulunmayan insan topluluğunun görülmediğini hatırlatıyor. Allah'ı inkâr eden veya dinin afyon olduğunu iddia eden ideolojilerin bile liderlerini putlaştırdıklarına ve yattığı yeri bir mâbede çevirdiklerine dikkat çekiyor.

Kitapta birbirinden bağımsız gibi görünen bu kalıcı yazılarında Kabaklı, ’ Mâbet ve Millet’ kavramından hareketle, bu milleti asîl millet yapan değerlerin altını çiziyor.  O değerlere sâhip olabilmek için bu kitaba sâhip olmamız elzemdir. 

29-MEHMET ÂKİF: (189 sayfa / 2017 – 14. Baskı) 

Eserin ana konusu şöylece özetlemek mümkündür: Adı, kitaba ad olarak verilen Mehmet Âkif Ersoy, millî ile İslâmîyi; sanatında demlikteki çay suyu ile altındaki çaydanlıkta bulunan kaynar suyun bardakta birleştirilmesi gibi birleştirmektedir.  Demlikten gelenle çaydanlıktan geleni artık ayırmak mümkün değildir.  

Mehmet Âkif’i biraz dikkatle okuyanlar sâdece İslâmî’nin ve Türk’ün tek başına bir mânâ ifâde etmediğini, bunların esâsen bizim târihimizde ve ülkümüzde asla ‘tek başına’ olmadığını, dâima göz ile beyin, ruh ile gövde gibi birbirini yaşatır tarzda bulunduğunu göreceklerdir. İslâmiyet’siz bir Türklük ve herhâlde (bizim için olduğu kadar dünyâ için de) Türksüz bir Müslümanlık olmayacağını anlayacaklardır. Böyle boş ve ayırıcı dâvâların peşinde olmaktan kurtulacaklardır. 

Vazgeçemeyeceğimiz üç değerimiz vardır: Millî değerler, İslâmî değerler ve insânî değerler. Bunların hiç birinden vazgeçemeyiz, birinin yerine diğerini koyamayız. Sırası değiştirilişe bile sözün değeri değişmez.  

 30-MERCAN ŞEHİR: (24 sayfa / 2019 – 1. Baskı) 

Hikâyeler arasında yer alan Mercan Şehir, Kabaklı Hoca’nın çocukluk yıllarından İstanbul’un görünüşüdür. Bir türkünün bir mısraı etrafında teşekkül eden hayal dünyası, İstanbul’u Harput’a; burada yaşayan kadınların, erkeklerin ve çocukların hayal dünyâlarına taşır. Mısra şudur:

İstanbul’un her tarafı mercandan

Bu mısraı duyduktan sonra ver elini hayaller ülkesi İstanbul. Mercandan köprüler, mercandan kayıklar, mercandan beyler, hanımlar ve mercandan çocuklar. Küçük Kabaklı’nın hayâlini dolduran bu mercan dünyası, Harput’ta bulunmayan her şeyin bulunduğu bir idealler ülkesidir. Bir masal ülkesi demek daha doğru olur. Canı sıkıldığı zaman hayal atına binen Kabaklı, doğru Mercan Şehir’e gider ve onun mercan dünyasında vakit geçirir. Bâzan yanına bir arkadaşını alır, bâzân yalnız gider. Bir kayıktan ötekine, bir köprüden diğerine atlar. Sokaklarında dolaşır. Saraylarını kulelerini seyreder. Ancak anacığını özlediğinde hemen Harput’a döner.

Büyüdükçe, İstanbul’un resimlerini gördükçe, hayalleri ve rüyâları daha da değişir. Kitaptaki hikâye, bir rüyâya bağlı şekilde Ahmet Kabaklı’nın Ârif Ağabeyi, Annesi ve birkaç arkadaşı ile Trabzon’dan bir vapura binerek yaptıkları hayâlî İstanbul seyahatini anlatır. Bu seyahat Rumelihisarı’nda son bulur. Hisarın burçlarından boğazı seyretmeye başladıktan bir müddet sonra gözlerini açtığında, Göllübağ’daki bağ evinde olduğunun farkına varır. Ama bu rüyâyı aile fertlerinden herkesin aynı anda gördüğüne inanarak, içinde kutlu bir sır gibi saklar.  

İSA KOCAKAPLAN   

31-MEVLÂNA:  (316 sayfa / 2017 – 12. Baskı)

316 sayfalık bir kitapta Mevlâna’yı bütünüyle ifâde etmek mümkün değildir. Bu kadar sınırlı ölçüler içerisinde O’nu anlatmaya çalışmak, bir okyanusa bir kovayı daldırıp uzaklara taşıdıktan sonra ‘Okyanus budur!’ demeye benzer. Kabaklı Hoca’mız yaptığı işi; “Küçük bir su kaynağının, ufacık göleği aynasında, bütün cihanı seyretmenin sırrını da, âlem halkı Mevlânalardan öğrenmiştir. Bir zerre güzellikte, kâinatı yaratanın tecellisini gösteren Celâleddini Rûmî’nin müsâmahasına sığınarak, bir küçük kitapta kendisini anlatmaya çalışacağız. Bu işi bir yenilik iddiasıyla değil de vazife duygusuyla yapmaktayız. Zira onun ummanına kimseler kolay kolay dalamıyorlar. Daldığını söyleyenler de, çok kez birbirini tutmayan, meraklı kalabalığı büsbütün vesveseye veren ‘inci’ler getiriyorlar.”

Biz, o ummana kılavuzluk edecek Sâhib’in öz eserlerini okuduk. O taraftan gelen eski-yeni ‘dalgıç’ların rivâyet, hayranlık, tefsir ve görüşlerini de dinledik. Onları sâde kalemle nakledeceğiz. Milletimizde ve bütün dünyâda doğmuş bulunan, çok faydalı, çok kurtarıcı ‘Mevlâna tecessüsü’nü alabildiğine ‘derin’ olamazsa bile mümkün olduğu kadar ‘doğru’ bir tarzda karşılamak istiyoruz.” 

Diyerek açıklıyor ve Mevlâna’yı etrafını câmi – ağyarını mâni cümlelerle okuyucuya tanıtıyor. Diğer taraftan 11.01.1757-08.04.1763 döneminin Osmanlı Sadrazamı, şâir, kütüphâneci ve kitap mütercimi Koca Mehmed Ragıp Paşa;  ‘Maksud eser ise, mısra-ı berceste kâfidir’ demişti.  Hocamızın hazırladığı kitabın hacmi küçük de olsa muhtevâsı ile maksat hâsıl olmuştur.