Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 25
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Yeğeni ve Hayr-ül-halefi SERHAT KABAKLI,
AHMET KABAKLI HOCA’mızın
Müstesna Şahsiyetini Anlattı.
İKİNCİ BÖLÜM
Oğuz Çetinoğlu: En çok üzüldüğü olaylardan birkaçını lütfetmeniz mümkün mü? Neye üzülürdü?
Serhat Kabaklı: Rahmetli babaannem Elâzığ’da. Babaannem ve anneannem bizde kalırdı. Dedem öldükten sonra, Yakup dedem ölünce babaannem, Şükrü dedem ölünce anneannem bizde kalırlardı. İkisine bir oda vermişti annem, o odada kalırlardı. Hatta namaz kılacakları zaman seccade yeri için yarıştıklarına da çok şahit olmuşuzdur, çok görmüşüzdür.
Ben askere gittim, askerden döndüğümde anneannemi göremedim. Anneannem vefat etmiş ve bunu bana babaannem söyledi, ağlayarak anlattı, “Sabah kalktık, ölmüştü” dedi. Günü geldi, artık babaannem rahatsızlandı, ölümcül. Kabaklı hocaya haber verdik. Kabaklı hoca kalktı, Elâzığ’a geldi. Artık uçak var çok şükür, uçakla geldi. Geldi, yerleşti bizim eve. Bizim ev de 4 odalı bir evdi; 3 oda, büyük bir salon. Yazısını orada yazıyor, telefonla yazdırıyor, zaman zaman Servet’e ya da bana, “Gidin, bunu faks çekin” diye veriyor. Böyle bir durumda 15 gün kaldı. Annesi ölecek diye gelmiş. Babaannem de gözlerini açtı, ölmüyor inadına. “Çocuklar, ben gideyim. Annem iyi artık” dedi, çıktı gitti. O gece babaannem vefat etti. Ertesi gün bir daha kalkıp geldi, cenazesini yaptık. Ona çok üzüldü, “15 gün başında bekledim, olmadı” diye ona çok üzüldü.
Bir gün ben Afyon’dayım, Servet telefon açtı, “Amcam kalp krizi geçirdi” dedi. Hemen apar topar kalkıp geldik. Türkiye Gazetesi Hastanesine yatırmışlar. Servet’le, “Biz bunu falan doktora emanet edeceğiz. Oraya aktaralım” dedik ve aktardık. Yoğun bakıma aldılar, biraz enfeksiyon kaptı vesaire. Biz de başında bekliyoruz. Ben sürekli başındayım, nöbetteyiz. Servet burada, Esat da geldi. Bekliyoruz başında. Başında beklediğimiz günlerden birinde kapı çalındı ve içeriye biri girdi. Bu gelen kişi yasaklı olan biriydi; Recep Tayyip Erdoğan’dı. Belediye Başkanlığından sonra hapis yatmıştı, yasaklıydı. İçeri girdi, Kabaklı hoca “Hoş geldin” dedi. Sarmaş dolaş oldular, sohbet ettiler, konuştular ve Kabaklı hoca Recep Tayyip Erdoğan’a, “Unutma, sen Mandela olacaksın” dedi. Sonra Kabaklı hoca yoğun bakımdan çıktı, iyileşsin diye bekliyoruz. O sırada bir haber geldi. Biraz önce beni duygulandıran, ağlatan yengem, ana yarısı yengem, evde kendiliğinden vefat etmiş. Yengemin cenazesi defnedilecek, amcamın haberi yok. Bunu söylemek gerek bir şekilde. Bir zaman geçtikten sonra, “Öldü, gömdük” demek olmaz ki. Ama bizim aile çok duygusal. Sıtkı amcam, Esat’ın babası, “Amca, büyüğümüz sensin, sen söyle” dedi. Gitti içeri, hiçbir şey söyleyemeden ağlayarak çıktı. Babam gitti içeri, ağlayarak çıktı, hiçbir şey söyleyemedi. Baktım, iş bana düştü. Gittim, dedim ki, “Amca, sana bildirmek zorundayım; bu gece yengem vefat etti.” Ben de ağlıyorum. Gayet sâkin, “O niye öldü yahu, ben ölecektim” dedi. Yengemin vefatından sonra belki de amcamdan duyduğum son sözler bunlar oldu. Çünkü tekrar rahatsızlandı, yoğun bakıma kaldırıldı. Bizim ailede evlilikler hep aşk evliliği gibidir hocam. Amcam aşk evliliği yapmıştı. Eşiyle kırkı birbirine karıştı. Elâzığ’da babam vefat etti, annemle babamın kırkı birbirine karıştı. Bu duygusallık biraz taşıyor.
Çetinoğlu: Biraz da iyiliklerden konuşalım. Çok üzücü durumlar, siz de bir hayli duygulandınız.
Hocamızın kültüre ilgisi engindi. Şüphesiz idealleri vardı. Birçok idealinin en önüne koyduğu mesele neydi?
Kabaklı: Türk dili…
Çetinoğlu: Başka?
Kabaklı: Buraya şöyle bir giriş yapayım hocam. Bir gün, evde olduğum günlerden birinde -ki, o zaman televizyon paket yayın yapıyordu, akşamları bir-iki saat bir yayın yapıyordu, bunun içinde de belki bir 15-20 dakikalık canlı yayın dönemi vardı- televizyonun başında haberleri dinlemek için toplanmışız, herkes bakıyor. Hani, “Zeki Müren de bizi görecek mi?” diyordu ya Vizontele’de. Bir kâğıt getirdiler, spiker Jülide Gülizar kâğıda baktı, “Çok önemli bir gelişme var; İsmet Paşa hayatını kaybetti” dedi. Ben döndüm, amcamın yüzüne baktım. Başını eğdi, kalktı, içeri gitti, fakat giderken hıçkırarak ağladı. Sonra biraz zaman geçti -biraz da çocuğuz ya- ben gittim, dedim ki, “Amca, hep aleyhinde yazıyorsun; ama adam öldü, ağladın.” O kadar hoşgörüyle baktı ki bana, “Yavrum, bunlar büyük insanlar. Bunlar gidecek, bir daha gelmeyecekler. Sen de benim bildiklerimi bilseydin sen de ağlardın” dedi.
Türk Dil Kurumunun uydurmacalarına karşı hep mücadele etti. ‘Türk edebiyatı’ isimli külliyatın Birinci cili tamamlandı, ikinci cilt tamamlandı, üçüncü cilt tamamlandı diye böyle gönülden Türk Edebiyatı tarihini bitirdikçe mutlu oldu, bitirdikçe sevindi. Ben evlendim, çocuk oldu, kızım doğdu ve kızım doğduğu zaman kalkıp Elâzığ’a geldi, adını koydu, “Adı Gülşah olsun” dedi. Sonra bizden, Gülşah’ı İstanbul'a getirmemizi istedi. Kalktık, otobüse bindik, çocuğu aldık ve İstanbul'a geldik. Tabii, biliyorsunuz, amcamın çocuğu yoktu. Taner ağabeyim yengemin ilk eşinden olan çocuğuydu, fakat amcam onu nüfusuna kaydetti ve korkunç sevdi. O da çok sağlıklı bir insan … Çocuğu kucağına aldı, Gülşah’ı kucağına aldı. Gülşah da o zaman 1 yaşında, belki 1,5 yaşında. Aldı, içeri gitti ve içeriden çocuğun kahkahaları geliyor. Hanım, “Ne oldu?” dedi. Beraber bir gittik. Bir Elâzığ tekerlemesi vardır; “Bıcı bıcı bıcı leblebeci.” Çocuk kahkaha atıyor. Mutlu olduğu bir şeydi.
Mutlu olduğu bir şeyi daha hatırlıyorum. Yine Edirnekapı yurdunda kaldığım dönemdi. Dergide, “Mermer ve İnsan” diye bir şiirim çıkmıştı. Ben daha üniversite 2’de öğrenciyim, dergide böyle bir şiir çıktı. Akşam saat 16.00 gibi beni yurttan aradı, “Hemen çık, cemiyete gel” dedi. “Amca, geç olur” dedim. “Taksiyle gel” dedi, “Param yok” dedim. “Sen gel, ben kapının önünde veririm” dedi. Ben taksiye bindim, geldim. Kapının önünde bekleyen bir görevli taksinin parasını verdi, ben yukarıya çıktım, odaya girdim. Odaya girer girmez titremeye başladım. Necip Fazıl’la oturuyorlar. Amcam dedi ki Necip Fazıl’a, üstada, “İşte bu delikanlı hocam.” Bana döndü, baktı böyle. Biraz sert baktı. “Ulan, sen kim oluyorsun?” dedi üstat Necip Fazıl. Ben hemen amcamın yüzüne baktım, amcamın yüzünde bir mutluluk var. O bana, “Ulan, sen kim oluyorsun?” diyor, amcam gülümsüyor. Ben her şeye rağmen çok etkilendim ve biraz ağlamaya başladım. “Ulan, benim önümüzdeki sene yazacağım şiiri bu sene yazmaya senin ne hakkın var?” dedi. Bu çok güzel bir iltifattı, hayatta aldığım en büyük iltifattı. Gittim, elini öptüm. Amcamın yüzündeki gülümseme devam ediyordu. O bir mutluluk anıydı.
Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’nın mümtaz şahsiyetinin oluşmasında annesi Münire Hanım’ın çok büyük etkisinin olduğu biliniyor. Annesi bu olgunluğu nasıl elde etmişti? Bildiğim kadarıyla ümmiydi. Bu nasıl bir kültürdür? Harput’un târihini öğretmiştir, Ejderha Taşı menkıbesini anlatmıştır ve bir başka seferinde de insanlar kaçışırken, “Kaçmayın, Allah'a dua edin” diye bütün Harputlulara âdeta bir tâlimat vermiştir, herkesi duâya dâvet etmiştir. Bu çok büyük bir imanın göstergesidir. Bu kültürü nereden aldı acaba? Siz karşılaştınız mı Münire Hanım’la?
Kabaklı: Tabii. Onun kucağında büyüdüm. Bizim hepimizde emeği vardır. Esat’ın babaannesi -biz nene deriz- nenesi daha önce vefat etmişti. Hepimiz Münire Hanım’ın torunuyduk, hepimiz onun eteğindeydik.
Başka bir şey söyleyeyim. Harput’un mayaları vardır. Türkü, maya, uzun hava.
Muzaffer Sarısözen bunları derlemiştir ve TRT arşivinde derleyen kişinin adı Harputlu Sündüz Hanım diye yazıyor. Harputlu Sündüz Hanım da dedemin büyük eşidir, Esat’ın babaannesidir. Yani tamamen bir kültür tezgâhı içinde bulunmuş. Sündüz Hanım maya söylermiş. Ben inşallah onları derleyeceğim. Bugünkü gibi teyp vesaire yok, ama onun anlattıklarını yazarak yaklaşık 2-3 tane defter doldurmuştum. Bunları derleyeceğim. Sanıyorum, bize herhâlde 100’ün üzerinde masal anlatırdı.
Çetinoğlu: Çok engin ve zengin bir kültür.
Kabaklı: Bu masalları anlatırken de sorardı, “Hangisini anlatayım?” derdi, biz de istek verirdik, onu bir daha anlatırdı. Ben yazılı metin içinde görmedim; onun bana anlattığı, yazdığım maniler vardı. O maniler gerçekten belki unutulmuş manilerdi. Biri şöyleydi: “Karşıda kar taneler / Oturmuş nar taneler / Ölürse çoklar ölsün / Ölmesin bir taneler.”
Baba evinde komşu muhabbetiyle büyüyen Münire ninem, dedemin evine geldiğinde, orada da o günün şartlarında bir kültür müessesesiyle karşılaşıyor. Okuma yazması yok, ama birilerinin okuduğu şeyleri dinliyor ve korkunç bir hafıza var. Masallar, hikâyeler, maniler, türküler, bunların hepsi Elâzığ’da babamın evindeydi. Babamın evini ata evi diye saklıyorduk. Sağ olsun, kardeşim, “Sonra çocuklar birbirine düşer. Ben burayı satayım ağabey” dedi. Belki paraya ihtiyacı vardı. Sattı. Orada birtakım doneler vardı, yazdığım şeyler. Onları büyük çuvallar içinde
getirdim, hâlâ açamadım. Onları açacağım ve inşallah onları deşifre edeceğim. Eğer becerebilirsem, birtakım şeyleri yazabilirsem, onu da Münire neneme ithaf edeceğim.
Çetinoğlu: Sündüz nenenin mayalarından aklınızda olan var mı?
Kabaklı: Mayada önemli olan ahenktir, her söz ona uydurulur. Mesela, biraz önce söylediğim maniye göre, o alır gider. Ben dinlerken, bir türkünün hem türkü formunu, hem maya formunu çok görmüşümdür. “Alma atışan gurban / Atıp tutuşan gurban / Âlemde yol gidiyor / Senin gidişen gurban.” Harput manisi. Bunu bir başkası maya olarak söylüyor.
‘Al alma dört olaydı / Yiyene dert olaydı / Al almayı veren yar / Sözüne mert olaydı.’
Çetinoğlu: Efendim, Çok teşekkür ederim. Sorularla sınırlı kaldığımız için veremediğiniz bir mesaj varsa lütfeder misiniz?
Kabaklı: Estağfurullah hocam. Şu anda Türk Edebiyatı Vakfı’nın hadimiyim. Her ne kadar burada işin present’ı olma konumu varsa da, biz hizmet noktasındayız. Salonda, bir çarşamba sohbeti sırasında Ahmet Kabaklı hoca kürsüde konuşurken birden duygulandı ve ağlamaya başladı. Çünkü parasızlık nedeniyle buranın işleri yürümüyordu.
Çetinoğlu: Kaloriferler yanmıyordu, gaz sobasını, ‘misâfirlerimiz üşemesin’ diyerek oradan oraya taşıyordu.
Kabaklı: Tabii, tabii. ‘Bu vakfı yeğenlerime emanet ediyorum, bu vakfı öğrencilerime emanet ediyorum’ dedi.
Çetinoğlu: Maşallah, siz de emaneti Servet’ten başlamak üzere güçlendirdiniz. Hocamızın zamanındakinden çok daha geniş imkânlara sahip. Sizin eseriniz…
Kabaklı: Estağfurullah.
Kabaklı hoca, bizim yetişmemizde maddî-manevî çok büyük katkıları olan biridir. Bana telefon açıp, “Serhat, oğlum, vakıftaki insanlara maaş veremedim” dediği günler, ben hemen getirip, “Ne kadar amca?” deyip ortaya koydum.
Mutlu oldu mu; mutlu oldu. Biraz önce o öğrencinin söylediğinde anlattığım gibi, biz gittiğimiz yerde onunla gururlanıyoruz. Azerbaycan’a gidiyorum, İsa Habibbeyli bana değer veriyor, “Ben Serhat Bey'e değer veriyorum, Türk Edebiyatı Vakfının Başkanıdır; soyadı Kabaklı’dır” diyor. Elimizden ne geliyorsa yapacağız. İnşallah, Vakfı da bizim Ömer ağabey, Ömer Balıbey, Öğretmen Okulları Genel Müdürü… Ömer Balıbey bizim İkinci Başkanımızdır Mütevelli Heyetinde. Ömer Balıbey konuşmalarında “Türk Edebiyatı Vakfı” demez, “Kabaklı Vakfı” der. Bir-iki defa, “Ağabey, sanki bu bizim malımız gibi söylemeyelim” dedim, “Ben senden bahsetmiyorum oğlum, ben Kabaklı hocamdan bahsediyorum” dedi.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim, hocam.
Kabaklı: Ben teşekkür ederim.
(BİTTİ)
SERHAT KABAKLI’DAN BİR ŞİİR
Gün gidende ay gelende gel oğlum
Cihan yanar sen gülende gül oğlum
Bir yol vardır hak yoludur bul oğlum
Yeri bilmek göğü bilmek bil oğlum
Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum
Çakal gezen şu dağlarda gez oğlum
Gez oğlum
Vatanına göz dikeni ez oğlum!
Dostun kim düşmanın kim sez oğlum
Tarihini şerefinle yaz oğlum
Yaz oğlum!
Senden gider sonsuzluğa yol oğlum
Dört bir yana salmalısın kol oğlum
Ekmeğini aç olanla böl oğlum
Haram yeme, hakk uğruna öl oğlum!
Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum
Çakal gezen şu dağlarda gez oğlum
Çabuk büyü çabuk yetiş tez oğlum
Hain gezen şu dağlarda gez oğlum
Gez oğlum
Zulüm dolu saltanattan in oğlum
Zalimlere duymalısın kin oğlum
Nefis kibir mantık yutan dev oğlum
Mağrur olma insanları sev oğlum
Gez oğlum
Vatanına göz dikeni ez oğlum!
Dostun kim düşmanın kim sez oğlum
Söz ver bana geç karşıma söz oğlum!