Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 23
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
‘Kültür emperyalizmi bir milletin hayatına
dışarıdan dil ve yaşama biçimi olarak
farklı yollardan sokulmuş unsurlarla
millî bünyeyi bir işgal teşebbüsüdür.’
Türk Edebiyatı Dergisi Genel Yayın Yönetmeni İMDAT AVŞAR ile AHMET KABAKLI ve O’nun idealleri hakkında konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı Hocamız Türk Edebiyatı Dergisi ile topluma hangi hizmetleri vermeyi tasarlamıştı?
İmdat Avşar: Ahmet Kabaklı üstadımızın bu dergi ile Türk milletinin kültür ve medeniyet alanında hangi dertlerine devâ olmak istediğini, Türk Edebiyatı dergisinin 15 Ocak 1972 târihinde çıkan ilk sayısında yer alan ‘Çıkarken’ başlıklı, manifesto niteliğindeki yazısında geniş şekilde bulabiliriz. Meraklıları için, bu yazının 50. yılımızın ilk sayısında yâni Ocak 2022’de yayımlanan 579. sayımızda yeniden yayımladığını duyurmak isterim. Üstat, bu yazısıyla kökü mâziye dayanan yeniyi inşa etmek, çağdaş ve klâsik sanatlar arasındaki bağı güçlendirmek, devrin kültür buhranına kapılmadan kendi köklerinden filizlenen yeni kültür ve sanat adamlarını yetiştirmek, sanatta ve edebiyatta taklitçiliğe düşmemek, yaşayan Türkçeyi esas alarak dildeki bozgunculuğun önüne geçmek, yurdun neresinde olursa olsun istidat sâhibi kalemlere sâhip çıkmak ve bu amaçla bir sanat fidanlığı oluşturmak, ideolojinin esiri bir edebiyata değil hâlis sanata ve doğru düşünceye destek olmak, binlerce yıldır ürettiğimiz değerlerin inşa edeceğimiz yeniliklerde ilham kaynağı olmasını sağlamak, yeni çıkan ilim, sanat ve fikir eserlerinin geniş kitlelere yayılması için ehil kalemlerce tanıtımını yaptırmak gibi asil hedefler koymuştur. Böylece, millî ve manevî köklerimize bağlı bir edebiyatı ve sanatı destekleyeceğini dolayısıyla böyle bir toplumun inşası için hizmet verileceğini duyurmuştur.
Çetinoğlu: Derginin günümüzdeki hizmet anlayışı hakkında neler söylemek istersiniz?
Avşar: Birinci sorunuzla bağlantılı olarak şunu söyleyebilirim ki Türk Edebiyatı Dergisi Ahmet Kabaklı Hocamızın ilk sayımızda belirlediği ilkelerden hiç sapmadan yayın hayatını bu düsturlar eşliğinde devam ettirmiştir. Dergimizin 50 yıllık geçmişine de bugününe de bir göz atıldığında, Türk Edebiyatı Dergisi’nin, Türk milletinin kültür ve medeniyetine hizmet için öncülerinin koyduğu ilkeler doğrultusunda büyük bir gayretle faaliyetlerine devam ettiği görülecektir.
Çetinoğlu: Türkçemizin karşı karşıya bulunduğu problemlerin çözümünde Türk Edebiyatı Dergisi olarak teklifleriniz neler olabilir?
Avşar: Türkçenin, son yüzyılda bazı temelsiz politikalarla birtakım hücumlara uğradığı hattâ bunun zaman zaman aydınlar, sanatçılar eliyle yapıldığı doğrudur. Günümüzde de Türkçe; teknolojinin, internetin, değişen hayat şartlarının, küreselleşmenin getirdiği bir takım bozulmalarla, hücumlarla karşı karşıya. Televizyonlar, dergiler, gazeteler de bu dil bozgununa aracılık ediyorlar maalesef. Meselâ iki yıldır küresel bir salgınla karşı karşıyayız. Bilinçli olarak ‘salgın’ diyorum. Çünkü var olan bu güzelim kelime görmezden gelinerek dilimize bir ‘pandemi’ kelimesi yerleştirildi. Bununla birlikte resmî ağızlardan ‘bulaşma’ fiili yerine ‘bulaş’, ‘tarama ekibi’ yerine ‘filyasyon ekibi’, solunum cihazına bağlı hasta yerine ‘entübe hasta’ deniliyor: Dil, dışardan müdâhalelerle toptan değişebilecek bir şey olmasa da ciddî bozulmalar da baş göstermektedir. Daha önce de söylediğim gibi Türk Edebiyatı Dergisi geçmişte de günümüzde de yaşayan Türkçeyi esas alarak, Türkçe konusunda büyük bir hassasiyet göstererek yayın hayatına devam etmektedir, edecektir. Biz bu kelimelerin Türkçe olanını kullanarak yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
Çetinoğlu: Kabaklı Hocamız, ‘Türk Dünyası Birliği’ düşüncesini gerçekleştirmeyi ideal olarak benimsemişti. Türk Edebiyatı Dergisi olarak bu idealin edebiyat ayağında gerçekleştirilmesi yönündeki düşüncelerinizden bahseder misiniz?
Avşar: Merhum Ahmet Kabaklı üstadımız Türk dünyası ile bağlarımızın yeniden kurulabilmesi için dilin, kültürün, geleneklerin, törenin sarsılmaz köprüler olduğunu; Türklüğün, Türk kültür ve medeniyetinin bir bütün olduğunu da biliyordu. Onun hayatının büyük bir bölümü, Türkistan Türklüğünün Sovyet ve Çin işgalinde olduğu bir döneme denk geldi. SSCB’nin dağılma sürecinden sonra sadece on yıl yaşadı. Buna rağmen o, daha Sovyet devrinde, her şeyin yasak olduğu bir dönemde Azerbaycanlı şairlerin şiirlerini Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayımlamış, sonra o ülkelere ziyaretlerde bulunmuştu. Onun Türk Edebiyatı adlı beş ciltlik eserinin ilk cildi de Türk dünyası ile ortak olan destan ve masallara ayrılmıştır. Ondan sonra derginin yönetimini üstlenen bütün yetkililer onun izinden gitmişlerdir. Bugün bizler de aynı sürecin bir devamıyız. Dergimizin geçmiş sayılarına bakıldığında Türk dünyasına mal olmuş Nevai, Yunus Emre, Fuzuli, Dede Korkut gibi ortak değerlerimiz adına yayımlanmış özel sayıların yanında Bahtiyar Vahapzade, Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Necip Fazıl, Nihal Atsız, Anar gibi çağdaş edebiyatçılara hasredilmiş özel sayılarımız da mevcuttur. Ayrıca Kazak Edebiyatı, Kırgız Edebiyatı, Balkanlar Türk Edebiyatı, Kıbrıs Türk Edebiyatı, Azerbaycan Edebiyatı, Özbek Edebiyatı gibi özel sayılarımız da vardır. Biz Türk dünyası birliğinin dil, kültür, sanat ve edebiyatla kurulacağının bilincindeyiz. Çünkü bu yollarla kurulan köprülerin siyasî ve ekonomik köprülerden daha sağlam ve kalıcı olduğunu biliyoruz. Kurmuş olduğumuz Turay Yayınları, Türk dünyasından yazar ve şairlerin kitaplarını yayımlamaktadır. Türk Edebiyatı Çocuk Yayınevimiz aracılığıyla çocuklara yönelik ‘Türk Dünyası Masalları’ serisini, ‘Dede Korkut Destanlarını’ resimli olarak yayımladık. Dergimizde her ay Türk dünyasından bir şair veya yazarın şiirlerini, hikâyelerini, ilmî yazılarını bulabilirsiniz. Biz Türk dünyasını edebiyat ve sanat yoluyla birbirine yaklaştırmayı hedefliyoruz, çalışmalarımız da bu yöndedir.
Çetinoğlu: Belli başlı edebî eserlerde; romanda, şiirde, hikâyede çok şeyler değişti, değişiyor. Kabaklı Hocamızın değişmemesi için direnç gösterdiği hususlar nelerdi?
Avşar: Değişme kaçınılmaz bir olgudur. Değişime karşı direnç göstermek de mümkün değildir. Çünkü değişim seli bütün insanları içine alır ve sürükler. Hiç şüphesiz Ahmet Kabaklı üstadımız da ülkede ve dünyâda meydana gelen kültür sanat anlayışlarındaki değişimlerin farkındaydı ve hiç kuşkusuz o da her zaman yenilikten yanaydı. Ancak o, ‘yeni yetişenlerin, başka ülkelerdeki deneyişleri öğrenmeden veya o deneyişleri taklit etmeden önce kendi ülkelerindeki eski veya çağdaş sanatkârların deneyişlerini tanımak mecburiyetinde’ olduklarını söylüyor, kendi köklerimizden beslenen bir yeniliği telkin ve teşvik ediyordu. ‘Batı’dan alınarak taklit edilmiş bir yeniliğin yerlileşemeyeceğinden’ bahseden üstat Şeyh Galip, Yahya Kemal, Mehmet Akif ve Ziya Gökalp gibi şahsiyetlerin yaptığı yeniliği de örnek olarak gösteriyordu.
Çetinoğlu: Kabaklı Hocamız, Tercüman Gazetesi’nde ‘Yaşayan Türkçemiz’ köşesi ihdas etmişti. Bu proje Türk Edebiyatı Dergisi’nde canlandırılabilir mi?
Avşar: Üstadımızın yaşadığı o dönemde bunlar gerekliydi. Onun bu yaptıkları, millî hassasiyetlerimizi dikkat merkezine çekmekti. Yukarıda da bahsettiğim gibi Türk Edebiyatı Dergisi elli yıllık yayın hayatında bir bütün olarak ‘Yaşayan Türkçemizi’ esas alarak ve dilimize büyük ihtimam göstererek yayın hayatını devam ettirdiği için ayrıca bir başlık açılmasına gerek olmadığı kanaatindeyim.
Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’nın yakından ilgilendiği kültür emperyalizmi (günümüzdeki adı ile kültür endüstrisi), âşık edebiyatı, tasavvuf edebiyatı ve halk edebiyatı hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Avşar: Kültür emperyalizmi bir milletin hayatına dışarıdan dil ve yaşama biçimi olarak farklı yollardan sokulmuş unsurlarla millî bünyeyi bir işgal girişimidir. Dünya son elli yılda baş döndürücü şekilde bir değişime uğramıştır. Ülkeler arasındaki sınırlar sanal yollarla lağvedilmiştir. Siyasî, ekonomik, kültürel ilişkiler şekil ve yön değiştirmiştir. Eskiden ülkeler işgal ediliyor, sömürülüyordu. Şimdi ise insanlar… İnsanlar kablolara bağlı bilgisayarlar ve cep telefonları ile küresel kültür emperyalizminin gönüllü sömürgesine dönüşmüşlerdir. Bu durum kültürde, dilde, toplumsal ilişkilerde, değerlerimizde, geleneklerimizde tahribat yaratmaktadır. Üstat da bu konulara daha o yıllarda dikkat çekmiştir. Halk edebiyatının, âşık edebiyatının milletin millî yönünü, tasavvuf edebiyatının ise manevî yönünü muhafaza ettiğini, köksüz değişimlere karşı millî ve manevî benliği koruduğunu söyleyebilirim. Dilimiz, töremiz, geleneklerimiz farklı siyasî yapılar içinde âşık edebiyatıyla yüzyıllara direnebilmiştir. Manevî kimliğimizi inşa edip koruyan din ve tasavvuf öğretisi olmuştur. Ahmet Yesevi’nin, Yunus’un, Mevlana’nın, Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in, Karacaoğlan’ın, Dertli’nin, Emrah’ın inşa ettiği bir millettir Türk milleti.
Çetinoğlu: Dil olgusunun millet kavramındaki yeri nedir?
Avşar: Dil olmadan milletten bahsetmek mümkün değildir. Millet kavramının belirleyici unsuru dildir. Edebiyat, kültür ve sanat da o dil ile üretilir. Bizim için Türkçenin konuşulduğu her yer vatandır. Dolayısıyla dil aynı zamanda vatandır bizim için. Soy olarak Türk olmakla birlikte bugün başka bir dili konuşan insanlarla bağlarımız kopmuştur. Bizi millet olarak birbirimize bağlayan şey dil ve dilin ürettiği değerlerdir.
Çetinoğlu: 173 yaşındaki Türk dergiciliğinin günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avşar: Sürekli artan mâliyetler, yabancı paralara bağlı olarak gelişen iktisadî dengesizlikler, kâğıdın bile ithal ediliyor olması, internet yayıncılığı ve internet bağımlılığı sebebiyle dergilere olan talebin azalması maalesef günümüzde dergilerin yayın hayatına devam edebilmesini zorlaştırıyor. Kapanan dergiler antolojisinde yer almamak için gayret gösteriyoruz.
Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için temas edemediğiniz hususlar için söz sizin efendim, buyurunuz.
Avşar: Sizin aracılığınızla okuyucularımızdan, Ahmet Kabaklı üstadımızın yaktığı bu kutsal ocağa sâhip çıkmalarını, onun yaktığı bu edebiyat meşalesini söndürmemeleri ve bizlere destek olmalarını rica ediyorum.
AHMET KABAKLI’DAN BİR MAKALE
1924’e kadar vatandaşımız olan, Türkçeyi, Urfalı, Harputlu gibi konuşan, folkloru Türk dünyasını saran Fuzulî’yi de yetiştirmiş olan bu en eski Oğuz-Bayat (Dedekorkut) Türklerini, artık bilen yok, öğrenen yoktur. Hallerine kimse acımıyor.
Güneydoğu’da en büyük teminatımızın Türkmenler olduğunu bilip düşünen siyâsetçimiz, savunmacımız kaldı mı bilmiyorum? Korkarım, nerelerde uçup konan garip kuşlar olduklarını, söyleyecek kimseler de azalıyor.
O sebeple, bizden oldukları için her türlü felâkete uğratılan Irak Türkleri hakkında (bir kısmı Irak Millî Türkmen Partisi’nden alınmış) şu basit bilgileri okuyucularıma sunmayı gerekli saydım:
Osmanlı Devletimizde Irak üç vilâyetti: Bağdat, Basra, Musul. Bugün Kuzey Irak denilen bölge, Musul vilâyetinin büyük kısmıdır.
Başta petrol olmak üzere, birçok zenginliklere ve önemli jeostratejik konuma sâhip olan Musul vilâyeti, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarından oluşmakta idi.
Lozan Andlaşması’da Musul vilâyetinin Irak veya Türkiye’de kalması meselesi, çözüme bağlanmadığı için (Cemiyet-i Akvam araya girerek) Musul’un tamamı Irak’a verildi.
Irak Türkmenleri Irak’ın kuzeyinden itibaren Telafer; Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu Kifri, Hanekin, Mendeli ve Bağdat'ın güneydoğusunda bulunan Bedre’ye kadar uzanan bir şerit üzerinde yaşarlar.
Türkmenlerin nüfusu (Irak’ın asimilasyon politikası icabı) gizli tutulmuştur ve gerçek dışıdır.
İngiliz kaynaklarına göre Irak’ın % 8.94’ü Türkmen’dir. Aslında Türkler Irak nüfusunun % 10’undan fazladırlar. 1925 yılında yayımlanan ilk anayasanın metni Arapça, Türkçe ve Kürtçe olarak basılmıştır. Anayasa’da ‘Resmî dil Arapçadır’ denilmekle birlikte 74 sayılı kanunla bunun istisnaları belirtilmiştir. Bu kanun gereğince başta Kerkük ve Erbil olmak üzere bazı Türkmen bölgelerinde yargılamanın Türkçe olarak yapılması kabul edilmiş Türkmenlerin çoğunluk teşkil ettiği ilkokullarda da öğretim tamamıyla Türkçe olmuştur. Sonra bu hakların hepsi geri alınmıştır.
14 Temmuz 1958’de Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Bağdat Radyosu’nda Türkmence yayınına başlanmış; 1960 yılında, Irak Türkmenlerinin kültürel ve sosyal hakları çerçevesinde Türkmen Kardeşlik Ocağı’nın kurulmasına izin verilmiş ve 1968 yılında Kerkük televizyonunda Türkmence yayın hakkı da tanınmıştır.
1971 yılından itibâren ise ağır bir sindirme ve asimilasyon politikasına tâbi tutulan Türkmenlerin, yüzlerce genci idam edilmiş, savunma hakkı tanınmayan devrim mahkemelerince türlü cezâlara çarptırılmışlardır. Şu anda Irak Türkmenlerinin en basit insan haklarından nasipleri yoktur.
Irak Türkleri, en sıkıntılı dönemlerini, 1980’den sonra yaşamışlardır. Sekiz senelik İran-Irak ve Körfez Savaşı’nda Irak yönetiminin o kadar güçlüklerine rağmen Irak Türklerine düşmanlıkları zulümleri bitmemiştir. Toplu tutuklamalar, yargısız infazlar ve katliamlar devam etmiştir.
28 Mart 1991 târihinde Altunköprü’de 87 Türkmen’in kurşuna dizilerek şehit edilmeleri, Körfez hengâmesinden dolayı dikkate bile alınmadı. 5 Nisan 1991 târihinde İtanbul’da, Irak konsolosluk yetkililerinin 2 Türkmen gencini öldürmeleri de unutulmamıştır.
Irak Türklerinin sıkıntıları, bugün artmış olsa da aslında çok eski Irak devlet politikasıdır. Hiçbir hakları olmadığı gibi, 1924, 1926, 1939, 1941, 1946 ve 1959 yıllarında, Türkmenlere uygulanan katliamlarda nice ocaklar söndürülmüştür.
Irak Cumhuriyeti 7 Temmuz 1990 anayasasının 6. maddesinde ‘Irak halkının Arap ve Kürtlerden meydana geldiğini ve Kürtlerin millî haklarını’ kabul etmiştir.
Yâni Türkmenler, yok sayılmıştır. Buna dayanarak da Türkmenler silinmesi, sindirilmesi hatta katledilmesi gerekli bir yığın sayılmıştır. (Bunu T.C.’nin varlığına rağmen yapıyorlar, hâlimizi düşünün.)
Türkmenlere açık yerde Türkçe konuşmak yasaklanmakla kalmamış, ailesiyle telefon konuşması yapanlar dahi cezalandırılmıştır. Yüzlerce Türkmen köy ve kasabası yıktırılmış, Türkmen halkı başka yerlere göçe zorlanmıştır. Irak’ın güneyinden yüzbinlerce Arap vatandaşının Türkmen bölgelerinde yerleşmeleri için kendilerine karşılıksız teşvik primleri verilmiş ve arazi dağıtılmıştır.
Devrim Komuta Konseyi’nin 29 Ocak 1976 târihli ve 41 numaralı kararı ile Kerkük ilinin adı bile El-Temîm olarak değiştirilmiştir. 418 numaralı karar ile Kerkük'te, Türkmenlerin gayrimenkul satın almaları yasaklanmıştır. Saddam’ca mimlenen birçok Türkmen, Erbil ve çevresine, mecburen göç ettirilmiş olup... Onlar işte bugün Barzanî’nin ayakları altına itilip öldürülenlerdir.
DERKENAR
IRAK’TA TÜRK VARLIĞI
Bu günkü Irak topraklarında yaşayan Türkler, bölgenin 1348 yıllık sâkinleridir. Türk'ler ilk defa, 674 yılında bölgeye geldiler.
Emevilerin ordu komutanı Ubeydullah bin Ziyad, Buhara şehrini kuşattı ise de, Türkleri yenip şehre hâkim olamadı. Buhara Prensesi Kabaç Hâtûn ile barış sözleşmesi imzaladı ve savaştaki kahramanlıklarına hayran kaldığı Türklerden 2.000 kişiyi yanına alarak bu günkü Basra şehrine döndü. Bu 2.000 kişi, Irak'a ilk gelen Türklerdir.
İslâm Arap ordularının sonraki Türkistan seferleri dönüşlerinde de Irak'a getirilen Türkler oldu. Arap komutanlar, Türklerin savaşçı yönlerini görmüşler, ordularının Türklerden alınacak takviyelerle zaferden zafere koşacağına inanmışlardı. Türkler, yalnızca savaş alanlarındaki cengâverlikleriyle değil; çalışkan, mert, dürüst ve temiz, ayrıca komutanlarına ve devlet yöneticilerine olan sadâkatleriyle de vazgeçilmez olduklarını göstermişlerdi. Düzgün bir vücut yapısına sâhip olmaları dikkat çekiyordu. Arap kızlarıyla evlenip ırkî değişikliklere uğramaması ve karakterlerinin yerli kültürlerden etkilenip bozulmaması için, özel olarak inşa edilen yeni şehirlere yerleştirildi. Bu düzen, Selçukluların bölgeye gelmelerine kadar devam etti.
Irak'ta Türk Hâkimiyeti
Tuğrul Bey'in 1055 yılında Abbasi Halifesinin dâveti üzerine Bağdat'a gelişi ile Irak, fiilen Türklerin yönetimine girdi. Türkler bölgede artık nüfus itibariyle de üstünlük kurmuşlardı. Halife'nin dînî otoritesine saygı gösterdiler. İslâm'ın bayraktarlığı Selçuklular tarafından üstlenildi.
Selçukluların bölgedeki hâkimiyeti, Atabeylikleri ve Kıpçak Beylikleri de dâhil edilirse, 1258 yılına kadar devam etti. 1258 - 1344 yılları arası, İlhanlılar dönemidir. Karakoyunlulardan sonra, 1534 yılında Irak, Osmanlı Devleti'nin yönetimine geçti, Anadolu'dan pek çok Türk ailesi Irak'a yerleştirildi.
Irak, 1920 yılına kadar 386 yıl boyunca bir Türk Yurdu olarak târihinin en huzurlu, güvenli ve bayındır dönemini yaşadı.
OĞUZ ÇETİNOĞLU