Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle  AHMET KABAKLI  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 22

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

‘AHMET KABAKLI HOCA, BİR MEKTEP ADAMDI’ - 2

Oğuz Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı Hocamızın, Nurullah Ataç tarafından beğenilen şiirini konuşuyorduk. Şiirin tam metni size varsa lütfeder misiniz? 

Dr. Sâkin Öner: Ataç’a  ‘Ahmet Kabaklı iyi bir şâirdir’ dedirten Kadın Sesi’ şiiri şöyle:

Çetinoğlu: Kabaklı Hocamızın milliyetçilik anlayışı hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Öner: Kabaklı Hocamızın en mümeyyiz vasıflarından biri de su katılmamış bir Türk milliyetçisi olmasıydı. O’nun milletini ve milletin değerlerini sevmekten ve bunlar uğruna mücâdele vermekten başka bir derdi yoktu. Bir ömür boyu hep millet dedi, dil dedi, din dedi, kültür dedi. Tanzimat’tan sonra aydınlarımızın Avrupa kültürlerine aşağılık duygusuyla yaklaşmalarının yabancılaşmaya, kültür alanında sömürgeleşmeye ve bir kültür ikiliğine yol açtığını söyledi. Bu yüzden yazılarında sürekli millî kültürü ve manevî değerleri savunarak Anadolu insanının sesi oldu. Her milliyetçi Türk aydını gibi, millî kültür alanındaki kıyımın acısını yüreğinde duydu ve sürekli bu yıkımla savaştı. Ona göre İslâmiyet ve Türklük târihte benzerine az rastlanır bir terkip vücuda getirmiştir. Türkler çeşitli kültürlerle temas ederek bugüne kadar gelmiş, fakat kendi kültürlerini koruyup Türk kalmayı başarmışlardır. 

Ahmet Kabaklı’nın milliyetçilik anlayışında Ziya Gökalp -Yahya Kemal - Atsız terkibi esastır. Bu milliyetçiliğin mânevî tarafını Mevlânâ, Yunus Emre ve Mehmet Âkif kanalıyla gelen dîni ve tasavvufi perspektif tamamlar. O da Yahya Kemal gibi Selçuklu - Osmanlı - Türkiye Cumhuriyeti sürecinin, Türk târihinde Batı Türklüğü çizgisini ve organik bütünlüğü teşkil ettiğini düşünür.  O, Türk târihine Atsız Hoca gibi bakıyor,  târihte ve kültürde devamlılık fikrini savunuyordu. Hânedanlar ve rejimler değişse de devletimizin tek olduğu, ‘devlet-i ebed-müddet’ idealinin bütün Türk devletlerini içine aldığı düşüncesindedir.  Kabaklı, Türklüğün sâdece ırk meselesi değil, aynı zamanda inanç meselesi olduğunu düşünüyordu. Ahmet Kabaklı, tam anlamıyla bir kültür milliyetçisiydi.  

Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’nın kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı’nın ve yayın hayatımıza armağan ettiği, 50. Yılını idrâk eden Türk Edebiyatı Dergisi’nin kültür hayatımıza kazandırdıkları konusundaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Dr. Öner: Ahmet Kabaklı Hoca 1960’lı yılların başından itibâren milliyetçi-muhafazakâr kesim üzerinde gazete yazıları ve konferansları ile etkili oldu. Edebiyat alanında yazdığı kitapları ile edebiyat eğitimi alanında,  fikir kitapları ile eğitim çağındaki milliyetçi gençlik, aydınlar ve halk üzerinde kalıcı etkiler yaptı. Kabaklı Hoca, kurulduğu günlerde Aydınlar Ocağı’nda yaptığı bir konuşmada, mevcut edebiyat dergilerinin mâlum mahfillerin sözcülüğünü yaptığını, oysa asıl ve gerçek edebiyatımızı yansıtan bir dergiye ihtiyaç duyulduğunu ifâde etmiştir. Hocamız arkadaşları ile kurduğu Edebiyat Cemiyeti adına 1972 yılı Ocak ayından itibaren Türk Edebiyatı Dergisi’ni yayımlamaya başladı. 1978 yılı Mayıs ayında etrafındaki edebiyat, sanat, fikir ve ilim insanları ve bâzı politikacılar ile Türk Edebiyatı Vakfı’nı kurdu. Türk Edebiyatı Dergisi’ni bu vakfın yayın organı olarak yayınlamaya devam etti. Türk Edebiyatı Dergisi yoluyla, milliyetçi-muhafazakâr kalemlere edebiyat dünyâsında alan açtı. ‘İyi bir muhteva ve iddiasız bir kılıkla’ yayın hayatına başlayan Türk Edebiyatı, yıllar içinde bir okula dönüştü,  pek çok yeni şâir, yazar, hikâyeci ve romancının yetişmesine imkân sağladı. Ayrıca vakıf, edebiyatımızın yüzlerce önemli eserini ve yeni yetişen şâir ve yazarların kitaplarını neşretti. Türk Edebiyatı Dergisi yayın hayatına başladığı günden itibâren elli seneden beri Türkçeye ve millî kültüre hizmet etmektedir. Türk Edebiyatı Vakfı,  kurulduğu andan itibâren düzenlediği Çarşamba Sohbetleri ile millî kültürü kuşatıcı toplantılarda milliyetçi aydınlar ve sanatkârlarla gençliğimizi ve halkımızı buluşturmaktadır. Vakıf, bu özelliğiyle bir kültür merkezi işlevi yerine getirmektedir.

 

Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için Hocamız hakkında söylemek isteyip de söyleyemediğiniz veya vermek istediğiniz mesajlar için, buyurunuz söz sizin.

Dr. Öner: Ahmet Kabaklı Hocamızla tanışmamız, 1960’lı yılların başından itibâren Tercüman gazetesindeki ‘Gün Işığında’ başlıklı köşesindeki günlük yazıları vasıtasıyla gıyabî oldu. 1965 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi ve aynı zamanda Babıâlide Sabah Gazetesi muhabiri olmamla birlikte, İstanbul’da ilk tanıdığım milliyetçi şahsiyetlerden biri Kabaklı Hoca oldu. O târihten vefatına kadar münâsebetimiz devam etti. Bütün konferanslarına katıldım. Türk Edebiyatı Vakfı’nı kurduktan ve Türk Edebiyatı Dergisi’ni yayımladıktan sonra münâsebetimiz daha çok arttı. Vakıf’taki “Çarşamba Sohbetleri”nin hem dinleyicisi hem de konuşmacısı oldum. Hocam, konuşmacısı olduğum bütün toplantılara bizzat katılmış ve sonunda mutlaka taltif edici sözler söylemiş ve ödüllendirmiştir. Hakkında açılan dâvâlara rağmen yazmaktan asla vazgeçmeyen Kabaklı Hoca, yazılarında millî kültürü ve mânevî değerleri savunarak Anadolu insanının sesi oldu. Dünyâ görüşünün temelinde insan, âile, vatan, millet, bayrak ve dil sevgisi bulunan Kabaklı Hoca, ömrü boyunca fikrî eserleriyle gençliğe yol göstermek için çalıştı. Ahmet Kabaklı Hocamız bir ‘Vakıf insan’ ve bir ‘Mektep adam’dı. O, ‘gönül coğrafyamızın’, ‘kültür ve  medeniyet coğrafyamızın’ bir gönül ehli, bir âlim ve ârif insanıydı. ‘Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakarak’ aramızdan ayrıldı. Benim ve bizim neslimizin yetişmesinde çok büyük katkısı olmuştur. Eserleriyle gelecek nesillerin yetişmesine de katkı yapmaya devam edecektir. 

Çetinoğlu: Alâka ve zahmetleriniz için teşekkür ederim.  

Dr. Öner: Ahmet Kabaklı Hocamızı bir defa daha anma ve anlama fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Hocamızın üzerimizde çok hakkı var, kendisini rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

(BİTTİ)

Dr. SÂKİN ÖNER

AHMET KABAKLI’DAN BİR MAKALE

İslâm’dan önce Türkler, yine ‘semâvî’ bir inanç içinde idiler. Putperest değildi. İslâm’a ve O’nun mâbedine intibakları bu yüzden kolay oldu. Onlar sanki ezelden beri Hak dinini bekliyorlardı. Eskiden mâbetleri yoktu. Yalnız Altay, Ural, Tanrı vs. dağlarının en yüksek tepelerini kudsî sayarlardı. Kurbanlar oralarda kesilir, namlı yiğitler, beyler, şâmanlar oralara gömülürlerdi.

İslâm’ı bir soy dini gibi hemen benimseyen ecdadımız, dolaştıkları, hüküm sürdükleri ve yerleştikleri her yerde bu yeşil inancın mâbetlerini meydana getirdiler. Türkistan, Afganistan, İran, Mısır ve sâireden sonra Anadolu adım adım Türk-İslâm câmileriyle donatıldı. Anadolu’muzun Doğu’sundan Batı’sına doğru bu İslâmlaşma - Millîleşme hareketi İstanbul’un fethinden sonra Rumeli ve Afrika topraklarında devam etti. Malazgirt, Erzurum, Sivas, Konya, Bursa, Edirne... şehirlerinde yükselen her biri yeni üslûpta mâbetler din ile milleti İlâhî kubbeleri altında topladılar. Ezanlar, Türk milletinin hem savaş sadâsı hem barış ilâhisi hem de İstiklâl Marşı oldular.

Yeni alınan şehirleri büyütmek için önce boş tepelere bir cami yapılıyor, etrafına medreseler, imâretler, muvakkithâneler kuruluyor, bu tepeler, çok zaman geçmeden birer mahalle oluyordu.

Câmi, şehrin ruhu, canı gibi bir varlıktı. Günlük hayat, maddî mânevî olaylar hep burada cereyan ediyordu. İlimler, ahlâklar gibi muaşeret dersleri, savaş ilânları hep câmilerin millî hayata açtığı pencerelerdi. Bursa, İstanbul, Edirne gibi şehirlerimizde hâlâ bir câmi dolayında kurulmuş mahallerin izleri, mâbetlerde geçmiş târih vakalarının belirtileri görülmektedir.

İstiklâl Savaşı’mız önce câmi kürsülerinden saçılan İslâmî millî vaazlar, heyecanlı hutbelerle başlamış, şuurlanmış sonra cephelerde birer zafer olmuştur. Mütârekede İstanbul, düşmanların karşısına Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye gibi hem imân kalesi, hem mimarî şaheser hem de Millî Ruh’un tecelligâhı olan mâbetlerle dikilmiştir. Maraş kalesini zapteden de bir câmidir.

Minârelerde ezanlar, yüzyıllar boyu Türk İslâm hâkimiyet ve istiklâlini haykıran İlâhî marşlar oldular. Nitekim Osmanlı Devleti’nin yıkımı üzerine eski yurtlarımıza el koyan köle kavimler, oralarda ezan seslerini susturmağa koyuldular. Mâbedi Türk’ün öyle bir timsali biliyorlardı ki, intikam almak için minârelerin boynunu vurup çökerttiler. Abdesti, namazı bile yasakladılar.

Cengiz Dağcı’nın romanlarını, İva Andriç’in ‘Drina Köprüsü’nü, Emine Işınsu’nun ‘Azap Toprakları’nı okuyanlar, Kırım’da, Sırbistan’da, Batı Trakya’da esir kalan Müslüman Türklüğün, nasıl bir ezan, Kur’ân sesine, câmi, namaz, Ramazan görünüşlerine hasret kaldıklarını anlayacaklardır. Balkanlı ve Batı Trakyalı Türklerin, Anadolu’ya göç sebepleri arasında bir ‘ezan sesi’ işitme tutkunluğunun büyük payını sezeceklerdir.

Bugün Türkiye’de mâbet gerçeğini inkâra kalkışan ‘ezan sesinden’ rahatsız olduklarını pervasızca söyleyebilen kimseler, bu hareketin bizzat millî varlığa, bağımsızlığa karşı bir cinâyet olduğunu düşünebilmek için, kendilerini sınırlar dışındaki esir soydaşlarımızın yerine koymaya çalışmalıdırlar. Onların, her Türk köyüne bir kilise inşa etmelerindeki kasıtlı davranışı kavramalıdırlar. Milletin de mâbetle birlikte silineceğini iyi bilen bir davranıştır bu.

Yunanlılar, o meş’um saldırıları ile İzmir, Aydın ve Bursa’yı aldıkları zaman, ilk iş olarak ezanı susturmaya çalışmışlardır. Birçok câmileri canlı hedefler gibi topa tutmuş, minâreleri yıkmış, mâbetleri ateşe vermişlerdir. Çünkü Türk-Müslüman ruhunun oralarda filizlendiğini iyi bilmektedirler.

Mâbetle-milletin iç içe ve mukaddes birliğini en iyi anlatan şâirimiz Mehmet Âkif olmuştur. Kurtuluş günlerinin bu yegâne, bu büyük imanlı şâiri, Yunan canavarlığı karşısında milletimizin gönül feryatları olan İstiklâl Marşı’nın bir kıt’asmda:

diye büyük Allah’a yalvarır.

Bin şükür, mâbetlerimizin göğsüne dokunmak ve ezanları susturmak isteyen Yunan sürüleri, millî îmânın hareket haline getirdiği ordularımızın gücü ile püskürtülüp denize dökülmüşlerdir. Şimdi sıra, manevî işgalleri, çirkin tecâvüzleri, kültür emperyalizminin tutulmuş veya gafil uydularını Mâbet’te billurlaşan millî şuura ulaştırmaya gelmiştir. Bugünkü cihadımız, geriliği, sahteliği, duygusuzluğu, saygısızlığı, câhilliği denize dökmektir.

Şimdi mâbetle milletin arasını açmak için hesapsız miktarda, Musevî, Mason, Komünist, Katolik, Ortodoks paraları akıtıldığını bilmenin millî-İslâmî birliğe sımsıkı sarılmanın günüdür. Mahfımızı isteyen her türlü ihânetle birlikte ‘cahâlet-gaflet, bölücülük’ emperyalizmine de karşı koymak zamanıdır. Millî üslûbun mâbetleri etrafında, Kur’ân rahmetinin şelâlesinde gelecek çağlara hükmeden güçlü bir millet meydana getirmek, Türk ve İslâm âlemine yeniden kurtarıcı, koruyucu rehber olmak, Allah’ın milletimize bahşettiği alın yazısıdır.

***

1071’den sonra Anadolu’da yeşeren Türk kültürünün de, câmi, mescit ve dergâhlar çevresinde boy attığını kimse inkâr edemez. İslâmiyet’in Doğu ve Batı’da savunucusu, iki cihanda mutlu imanlısı ve ‘Allah’ın Türk adlı ordusu’ olan bizler, O’nun mâbetlerini, yüksek tepelere ve yüksek gönüller üzre inşa etmişiz.

Sanat dehâmızın paha biçilmez verimleri ‘bir kûh-u tecellî’ gibi camiler olmuştur. Çifte Minâre’lerden Ulu Cami’e, Süleymaniye, Selimiye serhaddine kadar vatan yüzü mâbetlerle donanmıştır. Türk dehası, ancak İslâm inancına ve cami âhengine kavuştuktan sonra kıvamını bulmuştur.

İstanbul’dan câmileri çıkarınız... Şeddadî ve hantal binalar yığını altında ezilir gibi olacaksınız. ‘Mâbetsiz Şehir’ olmak iddiası ile kurulmuş olan sözde modern Ankara, yalnız İslâm gönüllerine değil, ecnebî bakışlarına bile hüzün verici bir apartman mezbelesi olmaktan ancak o şanlı kalesi ve tepeler üstüne inşa edilen yeni mâbetleri sâyesinde kurtulmuştur. Uzak ovalardaki toprak yığını köylerimiz bile, ancak mâvilikler arasında hilâl oklarıyla dalan beyaz minâreler görünüşü ile göz ve gönül doldururlar. 

Câmi, eski ve yeni Türk’ün hayatında mihrak noktasıdır. Süs, nakış ve yeşillik, mâneviyat, huzur ve temizlik bu şerefeler gölgesine yaraşır. Kubbeler gövdesinde metânet, şadırvanlar çevresinde bereket, son cemaat yerlerinde sükûnet hissi vardır. Eski medeniyetimizi hâlâ aksettiren Bursa gibi şehirlerin câmiler etrafında kurulduğu belli olmaktadır. Nitekim: Emir Sultan, Yıldırım, Murâdiye, Çekirge ve Yeşil, vaktiyle tamamen bir câmi kuruluşuyla gelişmiş mahallelerdir.

Hayat, medeniyet ve harsımızın en büyük kozu olan mâbetlerimize gerekli saygının binde biri gösteriliyor mu acaba? Heyhat! Yalnız idârenin değil, halkımızın da bu işteki günah ve lâübalilik payı anlatılmaz ölçüdedir.

En azından, çocuklarımıza ve gençlerimize, mâbet sevgi ve saygısını öğretmiyoruz. Allah korkusu, ecdat ve sanat duygusu bilmeden yetişen nesiller, bu eşsiz anıtların karşısında ürpermek şöyle dursun, ona, âdi bir taş muâmelesi ediyorlar. Şimdi, İstanbul’un büyük câmileri avluları, hattâ son cemaat yerlerinde, mahalle gençleri, takım takım futbol maçlarındadır. İhtişamlı kapı aralarında danalar dolaşmakta ve serseriler, hayırsızlar sürüsü, mermer merdivenler üstünde üç kâğıt oynamaktalar. Mezar taşları ardında ve çit duvarlarının düzlüğü üstünde, işsizler uyku çekmekte, şadırvan yalaklarına dünyanın en iğrenç maddeleri karışmaktadır.

Dostlar! Söyleyin hangi tecelliye ağlasak…

Ahmet Kabaklı: Mâbet ve Millet. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, s: 23-26  İstanbul 2007