İSTANBUL’DA SOSYAL GERÇEKÇİ HARPUTLU BİR EDİP

MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ

Orta mektepte Türkçe öğretmenlerimizin etkisiyle ders kitaplarının dışında okuma hastalığına yakalanan bir grup arkadaşımız ile kitap, dergi ve mecmuaları yakın takibe almıştık (1959). Hem de Kilis gibi bir sınır ilinde. Bu gruptaki arkadaşlarımız kendi aramızda harçlıklarımızdan para toplayarak Peyami Safa (1899-1961) için Milliyet, Kadircan Kaflı (1899-1969) ve Ahmet Kabaklı (1924-2001) için de Tercüman’a abone olmuştuk. Üstelik bu gazetelerin spor sahifeleri de iddialıydı. Arkadaşlarımızla bir yerde oturup zaman zaman okuduklarımızın muhasebesini yapardık. Söz konusu dönemdeki arkadaşlarımdan çoğu hekim, avukat ve öğretmen oldu. Edip çıkmadı ama hâlâ okuyan bir nesil filiz verdi, fidan oldu, gül açtı. 

Türkiye’nin yükselen yıllarındaki (1950 ve 1970 arası) okullarımızda mekteplerarası münâzaralar yapılırdı. İstanbul birincisi seçilirdi. Hattâ buna Yeşilay da katkı verirdi. Bendeniz de Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanı olarak bunlara iştirak ediyordum. Yıllar sonra bu uygulamanın yeni bir muhit içinde, tâze bir arkadaş grubuyla ne kadar faydalı, öğretici ve eğitici olduğunu fark etmem hayata atıldığımda gerçekleşti ve sosyal sorumluluk aldığımda bana yansıdı. Keşke okullarımızda böylesi programlar yeniden başlasa, mevcut büyük kurgu kırılabilse.

Dün Üç, Bugün Beş Ciltlik Dev Çalışma

Ahmet Kabaklı’yı köşe yazılarından tanıdığımı hatırlıyorum. Kitaplarıyla yüz yüze olmam ise (06 Haziran 1967) üniversite yıllarıma rastlıyor. O yıllarda bir kitapçılar çarşısı olan ve talebelere İskontolu satışlar yapan Beyaz Saray’da sosyolog, târihçi ve eğitimci Tahsin Demiray’ın sâhibi olduğu Türkiye Yayınevi tarafından yayınlanan üç ciltlik Türk Edebiyatı eseriyle oldu. Bu çalışmada ölümsüz sanatçılarla, onların şaheserlerini bulmam kolaylaşmıştı. Türk Edebiyatının yaşayan değerleri artık elimin altındaydı. Bu zaman dilimi ayrıca siyâsî, ideolojik çatışmaların yoğun olduğu yıllardı. Bana ilaç gibi gelmişti. ‘Çünkü muhâfazakârların-milliyetçilerin tembelliği yüzünden edebiyatımız toplum üzerindeki büyülü etkisini yitirmiş, öncü kudretini bırakarak hayattan uzaklaşmış gibiydi. Gerçi bazı teşebbüsler vardı ama tam hakkını vermek çâresinden yoksundular. Çünkü kenardan köşeden muhtasar bakışlarla perakende sunuşlar millî kültür ve sanatı benimsetemezler.’ Bunu Ahmet Kabaklı hocadan okumuştum ve yaşıyordum. Seçme, sevme ve düşünme hakkımı böylece isâbetli kullanmıştım. 

Kabaklı Hoca diyordu ki ‘Edebiyat insanı daha iyi Türk yapan, gelecek zamanlara yön veren, cazibesiyle merak uyandıran, okuyanın tercihiyle onu daha iyilere götüren millî bir kültürdür. Bugüne kadar ki nesiller düşünmek, beğenmek ve değerlendirmek sanatını edebiyattan edinmişlerdir.’ Bu tespit hayatım ile örtüştüğünden beni çok etkilemişti. Çünkü gençlik yıllarımız Türk toplumunun en çok değiştiği, en hareketli bir devrine rastlıyordu. Bütün dünyayı ve özellikle Avrupa ve Türkiye’yi etkileyen 1968 nesli bol ve çok renkli düşünce ve sanat akımlarıyla, tepkilerle, yeniliklerle, eylemlerle doluydu. Nesil kavgası başlamış ve acımasız devam ediyordu. Yönetimler de bunu sâdece seyrediyor, insana yatırım yapmayı düşünmüyorlardı.

Üç Akım Gümbür Gümbür

Ahmet Kabaklı’nın köşe yazıları kadar, neredeyse yayınlanalı 60 sene olan (1965) o gün üç, bugün beş cilt olan Türk Edebiyatı çalışması beni etkilemişti. Hâlâ aynı kitap eskimiş kapakla, azıcık yıpranmış da olsa kütüphânemde gururla durur ve ondan hep istifâde ederim. Bu çalışmanın özel bir imlâsı yoktu ama kelimelerin bir de lügatçesi konulmuştu. Birinci ciltte yeni bir bakış ve anlayış içinde folklor verimleri, manzum ve nesir edebiyat tür ve şekilleri, üslup ve anlatımı konuları vardı. İkincisi destanlarla başlıyor, Servetifünun Edebiyatının sonuna kadar devam ediyordu. Önce 1908-1940 arası yıllarını hatırlatan son cilt ise bir yandan millî edebiyatı, sonra da 1965’e kadar olan yeni edebiyatı, dönemleri yansıtmaktaydı.

O yıllarda tanıdığım iki isim yayıncı Sâlih Özcan ve araştırmacı Muhittin Nalbantoğlu isimlerini Kabaklı Hoca’nın bu çalışmasında görünce de sevinmiştim.

Söz konusu senelerde muhafazakâr ve milliyetçi görüşün kitap, dergi ve yayın organları yok denecek kadar azdı ve mevcutları da yetersizdi. Sanat ve kültür sol ve sosyalistlerin tekelinde görünürdü. İşte bunu iyi yakalamıştı Ahmet Kabaklı Hoca. Çünkü düşünce akımları olarak Atatürkçülük, Milliyetçilik ve Sosyalizmin altını çiziyordu. Üç akım da birbirini görmezden geliyordu. Milliyetçilik yetim evlat muamelesi gören bir durumdaydı.

Değerleri Cımbızla Seçebilmek

Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı çalışmasıyla 1940 sonrası şiir akımına benim de yakından tanıdığım İbrahim Minnetoğlu, Feyzi Halıcı ve Lisede edebiyat öğretmenim Bekir Sıtkı Erdoğan’ı yerleştirmişti. Sol o yıllarda da ve hâlâ çok tutucuydu. Bu sanatkârları görmezden geliyordu.

Türk Edebiyatında 1950’den sonra şiirde Atila İlhan, Edip Cansever, Cemal Süreya vardı. Ahmet Kabaklı Hoca bunların arasında Sezai Karakoç’u görmeyince Mona Roza’yı hemen yerleştirdi. Şâir Sezâi Karakoç sıralamaya böylece girdi. Üstelik Sezâi Karakoç üstada ilk hakkını teslim edenlerden biri de Cemal Süreya idi. Bu yüzden de eleştiri almıştı. Ama sosyalistler sıralama yaparken Doğu ve Batıyı en ince detaylarına kadar bilen Sezâi Karakoç’u hiç görmezlerdi. Görmek istemezlerdi. Tutuculuk zincirine kendilerini hapsetmişlerdi. Üniversitelerin Türkoloji bölümlerinin bile görmediği bu ayıbı Ahmet Kabaklı Hoca gördü. Kıymet geç de olsa ortaya çıkacaktı ama zaman hızla akıyordu.

Ahmet Kabaklı 1950’den sonra edebiyatımızda bağımsızlar grubuna Tarık Buğra ve Mustafa Necati Sepetçioğlu’nu da ekleyerek Sait Faik Abasıyanık ve Haldun Taner’i yalnız bırakmadı. Edebiyatımızda sosyal gerçekçilerde Üç Kemal olarak bilinen Kemal Tâhir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal vardı. Maalesef köy romanı yazmayan, sosyal hayatın vazgeçilmezleri emekçileri görmezden gelen, olmazsa olmazı orta direk için yeterli duyarlılığı bulunmayan, efsâneleri, örfleri günümüzle örtüştürmeyen yenilikçi milliyetçi bir yazar olmadığı için buraya koyacak bir isim bulamamış olsa gerek. Oysa sol sapkın ideolojisini yazdığı romanlarına, öykülerine ve hattâ şiirlerine yerleştirerek aynı zamanda hem edebiyat ve hem de ideolojik sunum yapıyordu.

Sivil Toplumun İçindeki Münevver

Ahmet Kabaklı Hoca önemli ve ciddî bir aydındı. Dolayısıyla Aydınlar Ocağı’nın da aynı zamanda vazgeçilemez bir lokomotifi idi. Aynı zamanda kurucusu ve istişare/ilim kurulu başkanıydı. Cağaloğlu’ndaki Aydınlar Ocağı’ndaki her programda hazır bulunuyordu. Aynı MTTB’nin çoğu miting ve programlarına katkı verdiği gibi… O yıllarda aynı zamanda Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda ders vermesi gençlerle sürekli birlikte olması anlamı da taşıyordu. İnsana yatırımı dolayısıyla hiç ama hiç ihmal etmedi. 1978 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte kurduğu Sultanahmet’teki Türk Edebiyat Vakfı üniversite gençliğinin devamlı uğradığı, programlarına katıldığı, özellikle Çarşamba sohbetlerini hiç ama hiç kaçırmadığı bir akademi, bir mekândı. Türk Edebiyatı Dergisi de aksakallarla yeni nesli birbirine yakınlaştıran, tâze kabiliyetleri ortaya çıkaran, yeni isim ve resimlerle topluma sunulan aylık saygın bir yayın organıydı.

Ahmet Kabaklı Hoca’nın kendine has bir özelliği vardı.  Hep güler yüzlü idi. Karşısındaki kim olursa olsun onu dinleyebiliyor, dakikalarca sabır gösterebiliyordu. Öyle modayı tâkip eden birisi değildi. Giyimi kuşamı mütevazıydı. Sanırım bunda hem İstanbul Edebiyat Fakültesi ve hem de Ankara Hukuk Fakültesi eğitimi almasının yanında Fransa’da bir yıl kalarak Paris’teki yurtdışı tecrübesinin olması da önemliydi. Hiç kimse tahmin bile etmezdi ama Fransızca biliyor, Charles Dickens’ten tercümeler de yapıyordu.

Dört Yıllık Berâberliğimiz

Kendisiyle Tercüman Gazetesi’nde 4 yıl birlikte çalıştım. Ahmet Kabaklı Hoca Tercüman’a açılan bir fıkra yarışmasını (1956) kazanarak girmiş ve hâlâ devam ediyordu. Etrafına selâm vererek mütebessim çehresiyle binaya girerken herkes saygı ile ayağa kalkardı. Yayın hizmetinin rahatladığı bir zaman diliminde genelde yazı işleri ailesiyle birlikte kalır ve derin sohbetler yapardı. Ancak Tercüman üst yönetiminin mesai sonları veya tâtil günleri ihmal etmediği Yenikapı Kamacı ve Adana Ocakbaşı ile Beyoğlu Çiçek Pasajı yemekli sohbet ve ikramlarına katılmazdı. Gazetenin diğer katlarına ve bölümlerine de pek gelmezdi. 

Bu ara 163 adlı kitabım yeni yayınlanmıştı. Konusu fikir suçlarıyla ilgili idi. Yâni TCK’nın antidemokratik 141-142 ile 163. ve 6187. maddelerindeki lâikliğin yanlış uygulamasından ve algılamasından doğan inanç, düşünce ve teşebbüs hürriyetini engelleyen kanunlarla alâkalı olarak yaptığım araştırmaydı. Ayrıca TBMM’ndeki müzâkereler, değerlendirmeler, haksız tutuklanan maznunlar, mağdurlar ile yaptığım röportajlarda yer alıyordu. Mâvi renkli kapağında ise 163 yazılı demir parmaklıklar arkasında yorgun bir fikir emekçisinin grafik tasarımı yer almıştı. Yazı işleri Müdürü Ünal Sakman’ın odasında Ahmet Kabaklı Hocamı görünce kendisine mahcup bir heyecanla götürüp 163 adlı 350 sahifelik resimli kitabımı verdim. Ayıp olur diye imzalayamamıştım bile. Ünal Sakman gözleriyle bizi takip ediyordu.  Kabaklı Hoca şöyle bir kitaba baktı. Sonra ‘Sen de mi kitap yazdın?!’ dedi. Utandım. Müsaade isteyip ayrıldım. Oysa tebrik edileceğimi tahmin ediyor, gazetemde bu kitap haberinin yayınlanacağını sanıyordum. Üzülerek odama geçtim. Gazetede düzeltmen olduğumdan bütün yazılar kontrolümüzden geçer, paraf etmedikçe yayınlanmazdı. İtirazlarımız kim olursa olsun makul karşılanırdı. Genelde büyük titizlik gösterdiğimiz bütün köşe yazıları bir buçuk sahifeydi. Yazarlarımızın daktiloyla yazdıklarını sonradan gözden geçirerek az da olsa üzerinde tükenmez kalemle çıktılar yapardı. Yazısı okunaklıydı Ahmet Kabaklı Hoca’nın. Tarık Buğra’nın yazılarında hiç ekleme, çıkarma, düzeltme olmazdı. Doğrudan altına imza atabilirdik. En çok çıktı yapan yazarımız ise Ergun Göze idi. 

Spor yazarı İslam Cupi idi. Edebiyat ve sporun örtüştüğünü herkese gösterirdi bu yazılarında. Meselâ yüzde yüzlük bir golün atılamayışını anlatırken, “Dostoyevski kolayına Budala dememiş”. Tolstoy da ‘Azap Yolları’, Yahut kaçan bir penaltı için ‘kumarbaz’ diye hatırlatır, asist yapan ve gölü atan için ‘Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’i sahaya inmiş. Üstelik Tolstoy’un Diriliş’iyle birlikte’ gibi yazardı. Bir spor yazarının edebiyat merakı Ahmet Kabaklı ile arasında yeni bir gönül bağı oluşturmuştu. İslam Cupi, hocaya aşırı saygılı biriydi ve diğer spor yazarlarından da farklıydı.

Temellerin Duruşması

Ahmet Kabaklı Hoca yazı hayatının altın yılları 1970’li yıllarda başladı. 30 yıl kadar da devam etti. Muhafazakâr ve milliyetçi kesimin bir meselesi olunca Ahmet Kabaklı Hoca’ya koşardık. TRT’ye genel müdür olarak Cem Duna gelmişti. Duna Yönetimi hükümet tarafından da tartışılır haldeydi. Konuyu Ahmet Kabaklı hocaya anlattım. Kurumun fazla yıpratılmaması gerekiyordu. TRT’deki uygulamaların olumlu ve olumsuz yanlarını anlattım, özellikle atamalardaki tarafgirlik konusunda belgeler verdim. O zaman ikna oldu ve bir yazı yazdı. Bu değerlendirme TRT çalışanlarını kısmen de olsa rahatlatmıştı. Zaten Cem Bey de bir müddet sonra ayrıldı. 

Günün birinde Erzurum Hürsöz Gazetesi ve Akajans Temsilcisi meslektaşım rahmetli Durdemir Bilirdönmez aradı “Mehmet can, Ahmet Kabaklı hoca bugünkü yazısında senin 163 adlı kitabından bahsediyor. ‘Allah billah aşkına bu eseri okuyun, inanan insanlar üzerindeki bu antidemokratik maddelerin nasıl uygulandığını bir görün. Böyle bir zalimlik olamaz.’ diyor.” Çok sevinmiştim. Sonradan konu Başbakan Turgut Özal’a kadar gitti. Bilindiği gibi Rahmetli Özal başta 163, 141,142 vs fikir suçlarını oluşturan bu maddeleri yürürlükten kaldırdı. 

Ahmet Kabaklı Hoca Türk Dil Kurumu asil üyesi oldu (1995). Şeyhülmuharririn ilân edildi (1996). Röportaj, roman, hikâye, senaryo, monografi, deneme, eleştiri, fikrî ve ansiklopedik kitapları birbiri ardından, bazıları yeni baskılarıyla yayınlandı.

Ahmet Kabaklı Hoca’nın ‘Temellerin Duruşması’ adlı kitabı henüz yayınlanmıştı. Konu çok hassastı; Atatürkçülük, devrimler, ilkeler, inkılaplar, İstiklal Mahkemeleri vs. Aynı konuyu Kâzım Karabekir gibi İstiklal Savaşı Kahramanları ve Rıza Nur gibi TBMM’nin kurucu milletvekilleri de yazmıştı. Ama bu eserler kraldan ziyâde kralcılar tarafından hem toplatılmış, yakılmış, yazarlar hakkında dâvâ açılmıştı. Temellerin Duruşması’nda muhalif veya muvafık her okuyucu konunun gerçek verilere dayanılarak değerlendirildiğinde hem fikirdiler. Bol referanslı idi. Duygu değil, vesikalar öndeydi. O yıllarda kurucusu olduğum ve yönetiminde bulunduğum Türkiye Yazarlar Birliği’nde Temellerin Duruşması adlı Ahmet Kabaklı’nın bu eserini yılın kitabı seçtik (1989). Eser birkaç baskı yaptı. Yok sattı. Temellerin Duruşması’nı muarızların olay yapmamasının sebebi Ahmet Kabaklı’nın öğretmen ve hukukçu olması yanında birikiminin ve donanımının da önemi vardı. 

Ankara, Seni Görmek İster Her Bahtı Kara
Ahmet Kabaklı Hoca Türkiye Yazarlar Birliği’ni o yıllarda önemsiyordu. Özellikle armağanlarda görüşü ne olursa olsun bütün memleket sever ve namuslu fikir emekçilerine başarı armağanları verilmesine çok iltifat etmişti. Ankara’ya geldiğinde kendisini Kavaklıdere Güniz Sokak’taki Hacı Ârif Bey Lokantasında misâfir ettik. Masadakilerin tamâmı yeni isimlerden oluşan fikir adamı, akademisyen, şâir ve yazarlardı. Bu sivil toplumumuza çok iltifatlar etti, programlarımızdan, kadromuzdan ve başarı armağanlarından sitayişle bahsetti. ‘Lütfen bu şekilde devam edin, bize de bu yakışır’ dedi.

Kendisiyle sürekli görüşüyor ve fikir teatisinde bulunuyorduk. Mutlu olduğunu hissediyordum. Görüşlerimizi çok önemsiyordu. O sıralarda ben de Türkiye Gazetesinde Ayhan Katırcıkara imzasıyla Fantezi ve Kulis yazıları kaleme alıyordum. Aynı gazetede ayrı köşelerin muharrirleri olmuştuk. Tam 12 sene kadar devam etti bu yazı hayatım.

Elaziz’de Türk Edipleri ve Türk Dünyâsı Liderleri

Ahmet Kabaklı Hoca doğup büyüdüğü Elazığ’ı da hiç ihmal etmezdi. Elazığ ve civar kasabalarda gerçekleşen Milletlerarası Hazar Şiir Akşamları 1992’de başladı 2014 yılına kadar değişik aralıklarla devam etti. Öyle ki 2001 Milletlerarası Hazar Şiir Akşamları Ahmet Kabaklı hocanın hâtırasına gerçekleşti. Kabaklı Hoca Türk Dünyası ve edebiyatını hep hatırlatıyor, işbirliklerinin gelişmesine katkı sunuyordu. Hazar Şiir Şöleni de bundan nasiplendi. Türk Dünyasının önemli isimleri olan edipler Mağcan Cumabay, Bahtiyar Vahapzade, Ali Şir Nevai, Cengiz Aytmatov, sonra devlet adamları, liderler Batı Trakya’dan Mehmet Emin Aga, İbrahim Şerif, sonra Rauf Raif Denktaş, Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Nursultan Nazarbeyev vs bu etkinlikte gündem oldu, ya şehre geldi, veya isimleri bazı yerlere verildi. Adlarına armağanlar takdim edildi, Türk Dünyası ve şâirler yürüyüşü yapıldı. Gerçekten program Türk Dünyası Şöleni gibi gerçekleşti. Elazığ Valisi Muammer Erol 19. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları’na özellikle beni de dâvet etmiş, oturum yönetmiştim. Bu programda Ahmet Kabaklı Hoca da vardı. Bir akşam bizi Harput’a çocukluğunun geçtiği mekânlara dâvet etti. Prof. Dr. Rahmetli Nevzat Yalçıntaş da iştirak etmişti. Derin bir Elaziz sohbeti yapmıştık. 

Her iki Hocamıza da Allah’tan rahmet diliyorum. 

AHMET KABAKLI Diyor ki…

Hayatımızın her safhası; yaşayış, davranış ve kültürümüz bize haylice yabancılaşmıştır. Bâri mefkûremiz, ulaşmak istediğimiz hedeflerrimiz yabancı olmasın ki… ağır ağır kendimizi bulalım. (Alperen s:11)