BİR KÜLTÜR ADAMI: AHMET KABAKLI

M. HALİSTİN KUKUL

Türk fikir hayatında; gazeteci, yazar, edebiyat târihçisi ve maarifçi vasıflarıyla üstün hizmetlerde bulunan ‘Kabaklı Hoca’ İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü'nü 1948'de bitirdikten sonra, Diyarbakır ve Aydın illerinde edebiyat öğretmenliği yapmış ve bilâhare Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ihtisas için Paris'e gönderilmiştir. Dönüşünde, İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü'ne tâyin edilmiş ve burada da 1969 yılına kadar hocalık görevine devam etmiştir.

1960 yılında Hukuk Fakültesi'ni de bitiren Kabaklı Hoca, 1974'te emekliye ayrılarak fiilî gazete yazarlığı, ebedî âleme intikali ile sona ermiştir. 

Esasen, O'nun gazetecilik hayatı, 1957'de Tercüman Gazetesi'nin açtığı fıkra yarışmasında kazandığı birincilik ödülüyle başlar.

Cumhuriyet'in ilânından bir yıl sonra, 1924 yılında doğan Kabaklı Hoca, bütün ömrünü, Türk dilinin, Türk edebiyatının ve Türk kültürünün gelişmesi, güzelleşmesi ve dallanıp budaklanarak  geleceğe gür bir şekilde intikal etmesi için harcamış hakikî bir ‘kültür adamı’dır.

Kabaklı Hoca; yetmiş yedi senelik hayatının her ânını, Türklüğün şahlanması uğruna değerlendirmiş ve nihâyet  bu hizmetlerinden dolayı kendisine 1996'da ‘Şeyh'ül- Muharrirîn’ beratı verilmiştir.

O; Türkçe'yi ve Türk edebiyatını gençlerimize sevdiren adamdır. O; Türkçe'nin, dünyânın birkaç imparatorluk dilinden biri olduğunun şuûrunda olarak onu geliştirmeyi hedef alan bir Türkçe sevdâlısıdır.

   

O; yazı ve konferanslarıyla, Türklüğe hasım olan bütün emperyalist cereyanlarla mücâdeleyi mukaddes bilen bir dâvâ adamıdır.

   

Telif ve tercüme eserlerinden bazılarını takdîm etmenin, O'nun hizmetlerine bir hürmet olduğunu düşünüyorum. İşte onlardan birkaçı: Charles Dickens'ten  tercüme Pik Vik'in Mâcerâları (1962), Kültür Emperyalizmi (1970), Müslüman Türkiye (1970), Mabet ve Millet (1970), Mehmet Âkif (1970), Yûnus Emre (1971), Mevlâna (1971), Ejderha Taşı (1975), Temellerin Duruşması (1989), Güneydoğu Yakından (1990), Şiir İncelemeleri (1992), Türk Edebiyatı Târihi (Beş cilt) (1974 ve 1990), Sultanüş'şuâra Necip Fâzıl (1995), Şâir-i Cihân Nedim (1996).

Kabaklı Hoca, elbette ki, bu güzel eserleriyle Türkiye'mizin bütün kütüphânelerinde bütün canlılığıyla yaşamaktadır. 

***

Merhum Üstat Ahmet Kabaklı'nın ‘Güneydoğu Yakından’ isimli kitabında bulunan ‘Doğu Anadolu Gerçeği’ başlıklı makalesinde bugün de çok tartışılan meselelere ışık tutuyor. Türk Milletinin bütünlüğünü bozmaya ve parçalamaya çalışan emperyalist güçler bir nebze de olsa yaptıkları algı yönetiminde başarılı olmuştur.  Özellikle son on yılda Kürtleri ayrı bir millet gibi gösterme çabaları yoğunlaşmıştır. Kardeşi kardeşe vurdurmayı dolayısıyla büyük Türk Milletini bölmeyi hedef alan bu güçler asla başarılı olamayacaktır. Merhum Yazar Ahmet Kabaklı'nın  İşte o makalede anlattığı gerçekler:

Târihten öğreniyoruz ki, bugünkü Doğu topraklarımızda, vaktiyle Hurriler, Hittiler, Urartular, Sakalar, Persler, Medler, Makedonyalılar, Müslüman Araplar, Doğu Romalılar vs. uzun ve kısa süreli hâkimiyetler kurmuşlardır. Hemen belirtelim ki, bu târih dönemi içinde, bu bölgemizde ne Kürdistan diye bir coğrafya ismi, ne de bir Kürt devleti mevcuttur.

Macar ilim adamlarına göre, ‘Kürt’ bir Türk boyunun adıdır. 1300 yıl önce Orta Asya'da yaşayan ve oradan ayrılarak tâ Macaristan'a ulaşan Tûranî bir gruptur. Nitekim Elegeş'te bulunan ‘Kürt hakanı Alp Urungu’nun anıt mezarı bunun en açık delilidir. ‘Kürt’ olarak nitelenen bu Türk boyunun ne Gutti'ler ile, ne de Karluk'lar ile ilgisi vardır.’

Doğu bölgemizde bilhassa Pars emperyalizmi çok etkili olmuş ve menfi âmiller bu istilâcılığın işini kolaylaştırmıştır. Farsça'nın etkisiyle ‘kırma bir ağız’ doğmuş, Doğu'da Türkmen halkları hem dilleri, hem ruhları ile devlete yabancılaştırılarak ‘Şah ve Iran hayranlığı’ almış yürümüştür. Bâzıları Doğu ve Güneydoğu Anadolu'muzda yaşayan herkesi, sanki târih boyunca hep Kürtçe konuşan kimseler gibi göstermeye çalışıyorlar. Onlara bakılırsa bütün Şark, 5000 yıldan beri Kürdistan’dır. Oysa târih boyunca Kürtçe konuşulduğuna ve konuşan kavme dâir en küçük bir belge yoktur. Ne tablet, ne bir mezar taşı, ne de başka bir kayıt…

Kaldı ki içinde ‘Kürt’ kelimesi geçen tek belge, Yenisey'de bulunan anıt mezardır. Bu mezarın kitâbesi Türkçe olup Gök Türk alfabesi, Tûranî olup Türk soyundan gelmektedir. Artık herkes anlamalıdır ki bugün Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan ve büyük çoğunluğu Türkçe'den başka dil bilmeyen milyonlarca insanımızı sırf ‘Şarklı’dır diye bir kalemde ‘âri ırk’ içinde göstermek mümkün değildir. 11. asırdan itibâren gelip buralara yerleşen Artukoğulları'nın, Dulkadiroğulları'nın, Akkoyunlular'ın, Karakoyunlular'ın, Karakeçililer'in, Danişmendoğulları'nın daha nice Türkmen ve Oğuz boylarının ve beylerinin torunları nasıl başka bir millet gibi gösterilebilir?

Acı da olsa itiraf edelim ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolumuz'da kültür emperyal'izmi, Malazgirt Zaferi'mize rağmen devam etmiştir. Bu bölgemizde yaşayan Türkmen ve Oğuz boyları, kültür merkezlerimizle kolay bağlantı kuramadıkları için, zaman içinde ‘öz kültürlerine’ yabancılaşmışlardır. 

Bakın bu konuda eski Van milletvekili Ibrahim Arvas neler söylüyor: ‘Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu muazzam kütleye kötü bir şey atfetmek günah ve vebaldir. Bendeniz Şemdinan Kaymakamı iken Gerdi aşireti reisi Oğuz Bey'e sordum: ‘Bu ad Türk adıdır sana nereden gelmiş?’ Cevaben dedi ki ‘Bendeniz yirminci Oğuz'um. Bizdeki an'ane, baba, kendi evlâdına kendi adını verir. Böyle müteselsilen devam eder.’ 

Yukarıdaki bölümlerin tamamını, Van'dan yetişme derin bir öğretmen, yazar ve felsefeci Seyid Ahmed Arvasi'nin ‘Doğu Anadolu Gerçeği’ isimli  kitabından naklettim. Merhuma rahmet ve iz'ansıziara iz'an dilerim.

OLMADI HOCAM

İyiyim demiştin son gördüğümde, 

Bu işi pek aklım almadı Hocam.

Elini öpüp de yüz sürdüğümde,

Hesapta bu yoktu, olmadı Hocam.        

                                                                                                                                                                                                                     

Olmadı diyorum, anlayan anlar.

Bu sonlar, kabulü zor olan sonlar. 

Birer birer gitti sevdiğim canlar, 

Kem tâlih yakamı salmadı Hocam.

Kim duyar, kim dinler, kim anlar beni?

Seni de yitirdim bak işte seni! 

Şöyle düşündüm de artık elini, 

Öpeceğim adam kalmadı Hocam! 

El bilmez bu yürek ne için kanar,

Bu ciğer bu bağır ne için yanar?

Ey Harput yiğidi! Pınardın pınar!

Hangi gönül senden dolmadı Hocam? 

Elaziz'den elde kalemle çıktın,

Yaşarken binlerce meş'ale yaktın.

Bilene bulunmaz servet bıraktın,

Bazısı kadrini bilmedi Hocam.

 Efendi insandın, emsalin azdı, 

Derdini deryaya döksek almazdı,

Yine de o gülmen eksik olmazdı, 

Kaderin pek fazla gülmedi Hocam.

Elâlem mi haklı, Ârif mi haklı, 

Zamanla görecek varsa meraklı.

Kim ne derse desin,  AHMET KABAKLI   

Bana göre asla ölmedi Hocam!

OZAN ÂRİF 

 

AHMET KABAKLI için Diyorlar ki…

Yirminci yüzyıl Türk fikir, sanat, siyâset hayatında, üniversite ve serbest teşebbüs kurum ve kuruluşlarında en önde yer alan, vatanını ve milletini karşılıksız, aşkla, şevkle seven, Anadolu’yu bir bulut gibi başının üstünde hisseden bir avuç Türklük ve insanlık sevdalısı… Bunlardan biridir Ahmet Kabaklı. 

H. Rıdvan Çongur: Türk Edebiyatı Dergisi Ahmet Kabaklı Özel Sayısı (s: 131) İstanbul, Mart – Nisan 2001)  

İÇERİSİNDE AHMET KABAKLI’NIN ADI GEÇEN, DAHA ÇOK DA TÂKİPÇİSİ OLDUĞU DÂVÂDAN BAHSEDEN MUHTEŞEM BİR MAKALE

Dünyâda bizden başka ‘dil meselesi’ olan bir millet yoktur. Ne bütün lisanı 30-40 kelimeden ibâret Hotantolularda, ne dilinin hemen hemen bütün kelimeleri Lâtince ve başka dillerden gelmiş Fransız ve İngilizlerde, ne bütün saflığına rağmen gene de yabancı kelime sızmalarından masun kalmamış Arapça konuşan milletlerde böyle bir hâdise mevcut değil.

Biz, Osmanlı Cihan Devleti’nin temellerinin sallanmaya başladığı devirlerden beri devamlı bir propaganda ve telkinle kendi kendimize düşman olduk. Yoldan rastgele bir delikanlı çevirin, konuşun. Bütün vokabüleri ‘olanak’lı, ‘seçenek’li birkaç yüz kelimeden ibârettir. Sorsanız, en büyük düşmanı Osmanlı… Kendisine bu memleketi, bu toprakları bağışlayan ecdâdına kin kusuyor. Edebiyatını, mûsıkîsini, sanatını, asırların kültür birikimini anlamaz, bunlardan bîhaber, bir ‘Batılılaşma’dır tutturmuşuz. Topraklarımızın pek küçük bir kısmı Avrupa kıtasında, kendimizin Avrupalı olduğunu iddia eder, bir yüz karası şeklinde dâima sonuncu olduğumuz Eurovision şarkı yarışmalarına katılırız. Bize o yanşmalarda rey verirler, itibar gösterirler mi sanıyorsunuz? Bugün bütün Avrupa vize koymak suretiyle Türklere hudutlarını kapatmakla meşgul… Neden? Kendi memleketindeki iş sâhalarının Türkler tarafından işgal edildiğinden mi? İnanmayın. Bir zamanlar konuştuğum bir Alman sanayicisi, memleketinde Türklerin yaptığı işleri Alman vatandaşlarının esasen kabul etmediğini söylemişti de utanayım mı, kızayım mı bilememiştim.

Türk düşmanlığı Avrupada zaman zaman bir histeri nöbeti şeklinde nükseder. Çünkü daha dün padişahımıza dehâlet eden kralının, Osmanlı hükümdarı tarafından tâyin edilen prensinin, vâlisinin hâtırasını, ensesinde dâima hissettiği sillemizin acısını son olarak da Anadolu’dan fışkıran o mukaddes Millî Mücâdelemizin önünde başkumandanını terketip kaçacak delik arayan müstevli özentisi babalarını, dedelerini unutmamıştır da ondan. Bir türlü anlamak ve anlatmak istemeyiz… Bu insanlara yıkanmasını biz öğrettik, bizden görünceye kadar Paris sokaklarından lâğımlar akarmış. Daha 18. Asırda bile akıl hastalarını ‘içinde cinler var’ diye meydanlarda diri diri yakan, kâinatta bilmem kaç tâne cin olduğunu sayıp buna dâir, saçlı sakallı ilim (!) adamlarına kitaplar yazdıran, tıp derslerinde ‘vücuda dokunan fazla suyun insanı öldüreceğini’ bir hikmetmiş gibi okutan Avrupalıya kültürümüz, dilimiz, mûsıkîmiz, edebiyatımız, sanatımızla ancak bizim ‘büyük millet’ olduğumuzu söylemekten neden çekiniriz?...

Büyük milletlerin büyük de dilleri olur. Bu diller fethettikleri, münâsebet kurdukları ülkelerde yaşayanların dillerini de fethederler. Onlardan kelimeler, deyimler alır, kendilerine maleder, zenginleşirler. Sonra, bugün yaşayan Türk dili gibi bir hazine ve O’nun Yahya Kemal gibi üstâdları elde kalır.

Türkçeyi sevmek, ona âşık olmak, onunla iftihar etmek Yahya Kemal için bir sanattı.

              Ve serin serviler altında kalan kabrinde

mısraını önce ‘siyah serviler altında’ diye yazdığını ve ‘serin’ kelimesini bulup yerleştirinceye kadar, neşretmeden önce tam on sene beklediğini söylerdi. Fransız Akademisinde bir kelimedeki ‘aksan’ın ‘öne mi arkaya mı eğik’ (yâni aigue veya grave olması) meselesi senelerce tartışılmıştır. Sonra kalkar, bizde Yahya Kemal’e dil uzatmaya cüret edebilen bir ‘sözde hekim’, ‘muâyene’ye ‘yoklama’ der. Neuzubillâh, Anadoludan gelen bir vatandaşımıza ‘hastanı getir de bir yoklayayım’ dese acaba ne cevap alırdı?

              Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden

              Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden

diyen Yahya Kemal, dil, edebiyat, mûsıkî ve hatta mimarî gibi plâstik sanatlar da dâhil olmak üzere bütün kültür unsurlarımıza vurgundu.

Bugünkü tasfiyecilere O’nun Türkçesi en güzel cevabı verir. Türkçeye girmemiş hiçbir yabancı kelimeyi, ister Arapça olsun, ister Acemce veya Fransızca, Lâtince, kullanmamıştır. Ama bizim olmuş, bize maledilmiş, artık Türkçeliğinden kimsenin şüphe edemeyeceği kelimeleri de en büyük ustalıkla kullanmasını bilmiştir. Türkçeye girmiş yabancı kelimeleri onlara bizim verdiğimiz ses ve mânâ içinde kullanmış, dilimizin cümle mimârîsine şiddetle sâdık kalmıştır. Onun, ister manzum olsun, isterse mensur, hiçbir yazısında devrik cümleye, çarpık ifâdeye, Türkçe’nin yapısına aykırı bir sıralamaya asla rastlayamazsınız.

Yazılı ve sözlü dil, insan beyninin en yüksek ve mücerred fonksiyonu, mahsulüdür. Zihin gelişmesi dildeki tekâmül ile kendini gösterir. Zekâ da ifâde kabiliyeti ile belli olur. Bu bakımdan diyebilirim ki, Yahya Kemal, tanıdığım üstün zekâlı nâdir kişilerdendi. Kendisine hastalığı zamanında ve hayatının son yıllarında, tâze ve müptedi bir hekim olarak, yaklaşmak ve O’nun iltifatına, dostluğuna nâil olmak şerefine ulaşmış bahtiyar kişilerden biriyim. Bir gün trenle Ankara’ya gidiyordum. Yemekli vagonda karşıma oturan ve gazeteci olduğunu söyleyen bir ‘herzevekil’, bana Yahya Kemal hakkında bir şeyler sordu. Bu suallerin Hepsi onun husûsî hayatına âit ve tamamen uydurma şeylerdi. Kendisine verdiğim cevabı tekrarlamak isterim: ‘Herkesin bir husûsî hayatı, bir de millet önünde, halk önünde, insanlık ve târih önündeki veçhesi vardır. Hem birçok kişi için kusur sayılabilecek vasıfların müstesna bazı şahıslarda ziynet olabileceğini unutma! Yahya Kemal’in, değil bir mısraını, bir kelimesini söyle, sonra ben de senin elini öpeyim…’

Şiirlerini aruzla yazmıştır. Bunu tenkid ederler. Yapamadığımızı, erişemediğimizi karalamak âdetinden vazgeçemeyiz bir türlü. Aruz, Türkçenin o güzelim mûsıkîsini şiire kalbeden nefis bir beste sanatıdır. Yahya Kemal bu husûsiyetiyle bir bestekârdır da. Ama ‘anlamayanlara’ sözüm yok. Ahmet Kabaklı Hoca’nın dediği gibi, ölüm bile O’nun için bir mûsıkînin bitişi gibidir, hayat mûsıkîsinin…

              Bir bitmeyecek şevk verirken beste

              Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir.

Benim için Yahya Kemal hasreti, dâima güzel Türkçe hasreti ile birlikte olmuş, aynı mânâya gelmiştir. Kimbilir,

              Belki hâlâ o besteler çalınır 

              Gemiler geçmeyen bir ummanda. 

Ayhan Songar: Ruh Hekiminin Hâtıraları (s: 41-44) Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2016.

YÂRÂN ÂLEM-İ SAFÂYA ŞÂHÂNE GİDERLER

Ahmet Kabaklı Hoca’nın aziz hatırasına

Yarılır gecenin örtüsü ve fecrin görünür ışıkları 

Uşşak o haşmete pervâne giderler

Bu yolda yalnız kalır âşık olanlar;

Maksûda tek başına dîvâne giderler

Dünya mihneti, çekmeye deymez ey dost;

Ârif olanlar ulu divâna giderler.

Yıkılır sarayı er geç, dünyâya bend olanın;

Âlem-i ukbâya zelîl ü vîrâne giderler.

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmış nice bedbaht;

Onlar bile bir gün bırakır mülkünü devrâna, giderler.

Rûhlar bu menzil üzre yol alıp gece gündüz;

Teslîm -i Hudâ olanlar, rahmet-i Rahmân’a giderler.

El çekip bu âlem-i fenânın mezbelesinden,

Âlem-i bekâdaki haşmeti seyrâna giderler.

Son demde içip ecel iksirini erbâb-ı dil,

Yüzde tebessümlerle cânâna giderler.

Kapanır son perde ve iner semâdan nûrânî zincirler

Rûhlar çekilip Hazret-i Yezdân’a giderler

Geçerek cennetteki tâkların altından fevc fevc,

Yârân âlem-i safâya şâhâne giderler.

                                                        MUHAMMET NUR DOĞAN