Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri – 12
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Bir Türk Beyi
AHMET KABAKLI - 2
O bir Türk Beyi’ydi... Dünyâsı, inançlarıyla bütünleşmişti. O inançlarını fikirlerinde yaşatan nâdir insanlardan biriydi. Düşüncelerinden fedakârlık yapmadan, ülkesine ve insanına sevgisinden bir şey kaybetmeden bu Dünyâya vedâ etti... İnançlarındaki temel sevginin şekillendiği ‘Türk insanı’ için düşündüklerine gelince, sanırım en doğru olan yine hocanın kendi söylediklerinde bulunacaktır. 1980’li yıllarda neşredilen Boğaziçi Fikir Dergisi’nde kendisiyle yaptığım bir sohbette, Türk insanını târif ederken âdeta kendi nefsinde yaşattığı ve kendine şiar edindiği vasıfları şu cümlelerle dile getirmişti:
‘Türk’ün yüzyıllar içerisinde ortaya çıkmış belli bir insan yapısı vardır. Bu insan yapısının temelde iki unsura dayandığını söylemek mümkündür: Maddî ve mânevî yapı ve bozkır kültürü. Türk’ün Orta Asya’da ve umumiyetle bütün Asya’da geçirdiği büyük mâcerâ, bu büyük mâcerânın bizâtihi sebebi olan varlığı ve O’nu bu mâcerâya sürükleyen maddî cevheridir. Türk insanını, meydana getiren mânevî unsur ise, İslâmiyet’tir. İslâmiyet ile birlikte Türk insanında âdeta kendisinin aradığı bir varlık, bir mânevî ruh teşekkül etmiştir. ‘İki denizin birleşmesi’ diye bir söz vardır, işte onun gibi... Türk insanı maddî unsuruna ilâve olarak aradığı mânevî unsuru İslâmiyet’le bulabilmiştir. Türk’ün İslâmiyet’e çabucak teslim oluşu, savaşsız olarak, kitleler hâlinde İslâmiyet’e râzı oluşu, O’nu bütün benliği ile içten gelerek kabul edişi, esâsen O’nu aramakta olduğunun bir ifâdesidir. Demek ki, maddî unsur olarak göçebe Türk’ün imparatorluk ve İslâmiyet devrinde dahi devam edip gitmekte olan akıncı rûhunu, mânevî unsur olarak İslâmiyet ve bağlı olarak tasavvufun getirdiği olgunluk ile birlikte mütalâa ederek ‘Türk insanı tipinin’ bu iki unsurdan meydana gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bunun daha ziyâde nev-i şahsına münhasır bir karakter yapısının meydana getirdiğini kabul etmek gerekir. Türk, Batıyı, yâni Anadolu ve Rumeli’yi tanıyor, İslâm’la müşerref oluyor ve kendisinde, Orta Asya ile Horasan unsurlarını da taşıyordu.”
O’na göre: ‘Horasan’da İslâmiyet’in ilk temelleri ile birlikte Türk’ün bünyesinde değişiklik başlar. Türk, şehre yerleşiyor, tabiatıyla büyük bir karakter değişikliği meydana geliyor. Göçebelikten yerleşik bir kavim doğuyor. İslâmiyet bir tarz-ı hayat hâlinde yaşanıyor. Bunun yanı sıra mâbetler, kütüphâneler, türbeler yapılıyor ve eski Türk töresinin İslâmiyet içerisinde ayrı bir şahsiyete büründüğü dikkati çekiyor. Horasan devrinin bize en büyük yâdigârları, meselâ Hoca Ahmet Yesevî bir Alperen tipi etrâfında kendini gösterir. Hoca Ahmet Yesevî, Türklük ülküsü ile İslâmlık ülküsünü birbirine kaynaştırmış bir mütefekkir olarak, Anadolu’ya Alperenler gönderir. Böylece, bir mânâda oraya iyice yerleştikten sonra, Türk insanı Horasan’dan Anadolu’ya bir ok hâlinde atılıyor. Anadolu’ya gelen Gazi Erenler, Alp Erenler ve Bacılar, Hacı Bektaş Veli ve Yûnus Emre etrafında Horasan Türklüğün inançlarını Anadolu’ya getiriyorlar ve yaymağa başlıyorlar. Türklük devlet kurarak, devletler kurarak asıl şahsiyetini Anadolu’da gösteriyor. Biri Selçuklu İmparatorluğu, diğeri Osmanlı Cihan Devleti olmak üzere iki büyük yapıyı Anadolu’da yaşayan Türk Milleti, tabiatıyla ne Horasan Türküne, ne de Orta Asya Türküne benzeyen yâhut az benzeyen amma onların devâmı olan yeni bir karakteri, yeni bir dünya görüşünü getirmiş yâhut da edinmiş oluyor. Nedir bu husûsiyetler? Toprağa yerleşmiş, şehirleşmiş, şehirlerinde mîmârî anıtlarını, İslâm diniyle Türk töresini kaynaştırdığı müesseselerini kurmuş bir Türklük meydana geliyor. Bu Türklük, yeni geldiği Anadolu’da aynı zamanda yeni bir takım medeniyetlerle karşılaşıyor. Meselâ Akdeniz havzası medeniyeti ile karşılaşıyor. Aynı zamanda bir takım başka milletlerle, meselâ Bizanslarla, Araplarla karşılaşıyor. Bunlarla temasa geçiyor. Bu, tabiatıyla başlı başına ne sâdece İslâm’dır, ne Anadolu’dur, ne de Horasan veya Orta Asya’dır. Bu her üçünün sentezini meydana getirmiş olan Anadolu Türklüğüdür. Anadolu Türklüğüdür ki, bu Araplardan ayrı, Anadolu’da tanıştığı Rum ve benzeri diğer kavimlerden ayrı, onlar ölçüsünde olmasa da kısmen Orta Asya’daki Türk’ten de ayrıdır. Binaenaleyh netice îtibâriyle, nev-i şahsına münhasır bir kültürün, medeniyetin, yaşayışın bir temsilcisi hüviyetini almıştır.’
İşte aziz Ahmet Kabaklı Hoca’mın görüşündeki Türk kimliği buydu. Maddî varlığı içinde mânevî değerleri bütünleştiren bir Türk beyi idi. Milleti için her türlü fedakârlığa hazırdı. Hatta kirlenmiş olduğunu gördüğü, bildiği siyâsette bile! Ve o, ‘yükselmeyi paraya göre ölçenlerdir ki, böyleleri muayyen kademelere erişinceye kadar çıkarları olan yerlerde sürünmeye bile râzı olurlar. Yüksek tepelerde kartallar da, yılanlar da bulunur, ama biri sürünerek, biri uçarak gelir ve servet insanın şahsî değerine hiçbir şey ilâve etmez. Yaradılış bir bütündür. Her insan bu bütünün bir parçasıdır’, inancını yüreğine kadar hissetmişti. Ülkesinin ve Türk Dünyâsının da düzgün insanlarca yönetilmesini isterdi. O’nun için Türk dili millî varlığın temelidir. Kabaklı Hoca’nın sevdâsının temelinde Türk fikir ve edebiyât dünyâsı vardı. Ona göre; ‘Hiç değişmeyen vasıflarımızın başında, önce Türk’ün akıncı, yerinde duramayan, kabına sığamayan karakteri gelir. Garip bir tarzda, her üç edebiyâtımız, yâni Orta Asya, Horasan ve Anadolu edebiyâtları, tetkik edildiğinde hepsinde akıncı rûhun, bir yerden bir yere gitmek isteyen rûhun hâkimiyetine şâhit olurduk.’
Kabaklı hoca kültür, çağdaşlık ve millet olma anlayışını şu ifâdelerle açıklar:
‘İrfan. En sevdiğim kelimedir. Gönül isterdi ki, batıdan kültür kelimesini alacağımıza ‘irfan’ kelimesini kullansaydık. Zâten kültür kelimesi, uzun bir süre bu anlamda kullanıldı. İnsanların iç zarâfeti, ruh derinliği mânâsıyla; milletin iç zarâfeti ile ruh derinliği anlamında olan kültürü birleştirebilmeliydik, birleştirmeliyiz. Çağdaşlığa gelince, çağdaş insan olmakla, ârif insan olmak aslında birbirinin aynıdır. Medeniyete intibak için rûhi hazırlığınız olmalıdır. Tekniğe intibak etmek için, yeni yaşayışlara intibak etmek için, ileri diye adını koydukları ne varsa hepsine sâhip çıkabilmek için, kendi irfânınızı ayakta tutmanız, aydınınızı evvelâ olgun, kâmil insan tarzında yetiştirmeniz gerekmektedir. Ancak biz her neslin yeni bir millet hâline gelmemesi için gayret göstermeliyiz. Eğer her nesil yeni bir millet olursa, işte o zaman felâket olur. Bizde tevâli eden, üst üste gelen inkılâplar, değişiklikler âdeta her nesli yeni bir millet yapma hedefine yönelmiş gibidir. Tedbirlerimizi aldığımız takdirde ve kemâl devrinden hareketle irfan unsurumuzu millî eğitimimize ithal ettirebildiğimiz takdirde, gelecek nesiller hiç şüphesiz bugünküne benzemeyecektir amma, tabiatıyla bu milletin devâmı olacaktır.’
Böylesine inanç ve güven yüklü olan hocanın zaman zaman mahzun ve muazzep anları olurdu. Hele yakın çevresinden ihânetlerle karşılaştığında çok sarsıntı geçirirdi. Cemiyet, Vakıf ve Dergi çalışmaları sırasında böylesi anları olduğunda çok güvendiği birkaç ismi çağırarak istişâre etme gereğini duyardı... İşte o anlarda çâresizlik içindeki Hoca’nın, idealist olarak düşündüğü insanların fikre neden ihânet etmekte olduklarını anlayamadığını ve hocanın, parayla ne kadar az ilişkili olduğunu daha yakından yaşardım... Ama onlara bile müsâmaha göstererek doğrular elde edileceğine inanırdı... Mücâdelesinden ve inançlarından asla tâviz vermezdi... O, nesli tükenen ender insanlardan biri olarak Türk fikir hayâtının son elli yılına, sâdece fikirleri ve edebî yapısıyla değil, sözünün özüyle bütünleştiği şahsiyetiyle de damgasını vuran nâdir düşünürlerimizdendir...
Metin Eriş: Gönlümde Taht Kuranlar (s: 174-183) Kubbealtı Neşriyatı. İstanbul 2009.
Dr. METİN ERİŞ
TÜRK EDEBİYATI DERGİSİ - 2
Bu dergide, başka gazete, kitap ve dergilerden seçilmiş bazı yazılar da bulacaksınız. Bunlar uygun gördüğümüz sanatın veya düşüncenin belgeleri gibi alınmalıdır. Daha kuvvetliler çıktıkça, seçimlerimizin sayısı artacaktır. Uygun görmediğimiz yazı veya şiirlerden hiç söz açılmayacak mı? Bu pek seyrek olarak, asla polemiğe kaçmaksızın, zayıf, yanlış, gereksiz yanlarını göstermek suretiyle ve sırf sanata hizmet için yapılacaktır.
Türk Edebiyatı'nın bizce en büyük hizmetlerinden birisi de, her sayısında, o ay içinde çıkmış telif veya tercüme (sanat, fikir, ilim) eserlerini, yetkili kalem sahiplerine inceletip tanıtması olacaktır. Bugünün okumuşları (ayrıca öğrencileri, velileri) bir yayın sağnağı altında bulunuyorlar, iyisi kötüsünden ayırd edilemeyecek sayıda kitap, dergi, broşür çıkıyor. Bunların iyisini, kötüsünü, zararlı veya değerlisini ayırd edecek güvenilir bir tenkid dergisi yoktur. Halbuki Batı'da sırf bu amaçla çıkan mevkuteler vardır. İşte Türkiye Edebiyat Cemiyeti bilhassa bu ihtiyaçla, okuyucuların yardımına koşan tarafsız tenkid ölçüleri bulacaktır. Bu tutumumuz ciddî olabildiği ölçüde, kültür buhranını yapan sebeplerden birisi daha kontrol edilebilir olacaktır.
Bir derginin muhtevasını ve imkânlarını saymak ve hattâ tahmin etmek kolay değildir. Gelecek sayılarımız kendi gücünü, varsa, bizzat gösterecektir. Şüphesiz ki bu dergi çok güzel şeyler yapmak isteyecek fakat dileklerin gerçekleşmesinde ‘mârifet rağbete bağlıdır.’ hikmeti de unutulmayacaktır.
Türk Edebiyatı Dergisi’nin 1. sayısındaki yazılardan bâzılarının başlıkları ve yazarları: *Adam Sen de... (Şiir): Gültekin Sâmanoğlu. *Ahmet Hamdi Tanpınar ve Güzel Eserin Üç Temeli: Prof. Dr. Mehmet Kaplan. *Korku ve Titreyiş’ S. Kırkegaard. Tercüme: Erol Güngör. *Kaybolan Sanat Eserleri: Mâlik Aksel. *Kâtip Çıkmazı (Tiyatro Eleştirisi): Emine Barutçuoğlu. *Halı Destanı (Şiir): Mustafa Necâti Karaer. *Büyük Türk Bestekârı Dede Efendi: M. Câhit Atasoy. *Tiyatro, Sinema ve Bir Kitap: Mustafa Miyasoğlu. *Eski İstanbul’dan Sahneler: Ahmet Râsim. Bu günkü dile çeviren: K. Domaniç. Dergi ve Gazetelerde Geçen Ay: M. Nuri Samancı.
Dergi, Ocak 1975’te yayımlanamadı. Şubat 1975’te 37 ve 38. sayılar birleştirilmiş olarak çıktı. Bu sayı ile yayına ara verildi. 1 Ocak 1977’de tekrar yayımlanmaya başladı. Derginin içeriği aynı kalmakla birlikte; isim logosu, kapak ve iç sayfalar düzeninde değişiklikler oldu. Bütün yayın hayatı boyunca dilde yaşayan Türkçe’yi esas alıp milliyetçi-muhafazakâr tutumundan, memleketçi anlayışından hiç tâviz verilmedi. Azerbaycan edebiyatı başta olmak üzere, Misak-ı Millî sınırlarımız dışındaki Türklerin edebiyatına ilgi gösterildi. Eski ve yeni kuşakların edebî ürünleri bir arada yer aldı. Zaman zaman özel sayılar hazırlandı. 1970 sonrasında en çok satan edebiyat sanat dergileri içinde en fazla satan dergi olarak geniş bir okur kütlesine seslendi.
Derginin Kasım 1999’da çıkan 313. sayısında Zeynep Uluant’ın *Afife Jale Masalı başlıklı yazısı dikkat çekiyordu. Yazar makalesinde; Afife Jale, Müslüman Türk kadınının medârı iftiharı değildir. Yalnızca Dârülbedâyi’ye giren ilk Müslüman kadın oyuncudur. Müslüman Türk kadını için ölçü olabilecek kriterlere sâhip olduğu söylenemez. Zira toplumların çeşitli kesimlerinde bâzı vasıflarıyla temâyüz eden kimselerin, öncelikle örnek bir hayat çizgisine sâhip olmaları gerekmektedir. Hâl böyleyken, genç yaşta uyuşturucuya müptelâ olup, bir akıl hastanesinde hayata vedâ eden bu bahtsız kadının topluma hangi mesajı verebileceğini doğrusu merak etmişimdir… Afife Jale, bazı yazar ve aydınlarımızın iddia etiği gibi, Müslüman kadınına sahne oyununu açan bir fedâi midir, yoksa kadınımızın bugünkü teşhirci basının elinde metâ hâline getirilişin müsebbiplerinden, bir zavallı kader kurbanı mıdır? Batılı anlamda tiyatro icra etmek medeniyetin tek ölçüsü sayılamaz. Afife’yi ön plâna çıkarmak isteyenler, yozlaşmayı sanat olarak görenlerdir ki, bunun tiyatro severlikle bir alâkası yoktur. Tiyatro edebiyatı ve dünyası, birbirinden seçkin tiyatro eserleri ve sanatkârlar ile doluyken böylesine basitliği ön plâna çıkarmak acaba hangi cehâletin örneğidir dersiniz? Diye soruyor.
Dergi ile ismi özdeşleşen Ahmet Kabaklı ise başyazıda Atatürkçülerin Atatürk Düşmanlığına değiniyor. Birol Emil yazısında, Radyo-Televizyon Dilinin Bu Günkü Meselelerini irdeliyor. Diğer sayfalarda; Hüsrev Hatemi, Mehmet Doğan, Hasan Kayıhan, Reha Oğuz Türkkan, Süreyya Beyzâdeoğlu, Ramazan Gülendam, Mehdi Ergüzel, Fikret Kızıltuğ, Can Etili’nin yazıları, Mehmet Zeki Akdağ ve Ahmet Balta’nın şiirleri, Savaş Bektaşoğlu’nun Mustafa Miyasoğlu ile romancılık üzerine yaptığı mülâkat, Cafer Akman’ın bir hikâyesi, Muhterem Yüceyılmaz’ın kitap tanıtımları vardı.
Türk sanat ve kültürünü, edebiyatın imbiğinden geçirerek sayfalarına aktaran dergide, asırların ötesindeki bilgelikler, sanat hâline getirilmiş kültür zenginlikleri olarak Mehdi Ergüzel’in Kutadgu Bilig’den alıntılarıyla günümüze intikal ettiriliyordu: *Kamçı yarası geçer, dil yarası yıllarca acır. *Cimriye sövülür, cömert övülür. *Töre, yol ve usûlü iyi bilmeli. *Siz diyene siz, sen diyene sen demeli. *Kendinden yükseklere yaklaşma, yüz güzelliği değil, huy güzelliği ara. * Ölüyü gören diri kalmaz, ölüme hazırlan...
Türk Edebiyatı Dergisi’nin 315. sayısı, Ocak 2000’de, 56 sayfa olarak çıktı. Muhtevâsını oluşturan yazılardan biri; ‘Sanat Biçiminde Târih’ başlığını taşıyor. Şeyhü’l Muharrirîn Ahmet Kabaklı makalesinde; ‘Geçmişte yaşanan olayların, zamanın, mekânın, kültür ve medeniyet öğelerinin bilgisi, sonraki asırlara iki şekilde aktarılmaktadır. Birincisi: bir bilim dalı olan târih yazıcılığı yoluyla, ikincisi ise: sanat yoluyla yapılan aktarımdır. Sanat bir yorum olduğuna göre, sanatın yorum konusu olan târih, halkın hâfızâsına silinmeyecek şekilde yerleşmektedir.’ Diyor. Kabaklı Hocamız yazısında şu hükme varıyor: ‘Târihin edebiyatımıza bilinçli olarak taşınması, Tanzimat romantizmiyle başladı, Servet-i Fünûn ile sona erdi. Yahya Kemal’e kadar, târihimize sevgi ve gururla bakan kimse yoktu. Sanatçılarımız, târihimizin uçsuz bucaksız olduğunu bilmeliler. Küçük ve pis kokulu gerçeklerin şerrinden yakayı sıyırıp da bu derin hakîkatlere dönmeliler. Böyle yaparlarsa, millî ve şahsiyetli sanata en kestirme yoldan varacaklardır. Bu, öyle bir sanat ufkudur ki, bizden gayrısı görmez, sevemez ve anlayamaz.’ Dergideki diğer yazılardan bâzılarının başlıkları ve yazarları: *Görüntüler Görüşler: Hüsrev Hatemi. *Millî Egemenliklere ve Göreneklere Müdâhalenin Sınırı: Reha Oğuz Türkan. *Puşkin Dağlarında: Hasan Kayıhan. *Bienos Dias Meksika: Metin Eriş.
Dergide ayrıca, Ayşegül Celepoğlu’nun Prof. Dr. Sâdık Tural ile yaptığı, *Şiirde Zaman konulu, Gülay Güngül’ün, Gül Şâiri olarak anılan Nurullah Genç ile yaptığı *Gül ve Ben Üzerine başlıklı röportajlara yer verilmişti. Son sayfalarda; *Sanat Dünyasından, *Sanat Fidanlığı ve *Yeni Kitaplar bölümleri vardı.
Türk Edebiyatı’nın hayat suyu olma özelliğine sâhip Türk Edebiyatı Dergisi, Ahmet Kabaklı’nın vefatından sonra, milliyetçi çizgide ciddî bir dergi olarak merhumun yeğeni Servet Kabaklı tarafından, edebiyatı da içine alan sanatı, edebiyatçıyı da temsil eden sanatkârı, sanat dostlarına ulaştırmaya, sanat zevki incelikleriyle devam ediyordu. 2005 yılının Ocak ayında 392. sayısı yayınlanmıştı.
(DEVAM EDECEK)