DARBELERDE HARBİYELİ OLMAK

Mehmet Hâlistin Kukul 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 197 sayfalık eserine doğduğu evden başlıyor. Ev, o tarihte Trabzon’un Vakfıkebir ilçesine bağlı nâhiye olan, günümüzde ise ilçe statüsündeki Beşikdüzü’nün Vardalı Köyü’ndedir. Anadolu’nun diğer bölgelerinde yaşayan okuyucu, Doğu Karadeniz’in coğrafyası ve târihî hakkında efradını câmi, ağyarını mâni ölçüde, sosyal hayat hakkında ise doyurucu olduğu kadar da ilgi çekici bilgilere sâhip oluyor. O, annesinin mısır tânesinden değil, mısır somağı rendelenerek elde edilen malzemeden yapılan çorba ile beslenmiştir. Akranları çarık giyerken, o cızlavet (Gislavet) marka lâstik ayakkabı giymektedir. Tek lüksüdür. 

Ortaokulun üçüncü sınıfında iken Yurttaşlık Bilgisi ders kitabında Atatürk’ün ‘paşa’ kıyâfetli fotoğrafını görünce Askerî Lisede okumayı kararlaştırır. Kaderinde Erzincan vardır. Babasının vazifelendirdiği bir akrabası, mâcerâlı bir yolculuktan sonra O’nu Erzincan Askerî Lisesi’ne teslim eder. Sınıf subayının sık sık söylediği ‘Evlâdım, bu yediğiniz yemekleri biz evimizde yiyemiyoruz. Bunun kıymetini bilin ve çalışarak kendinize helâl ettirin’ cümlesini, hayat boyu rehber edinmiştir. 

Şiir yazmaya o yıllarda başlar. 27 Mayıs 1960 askerî darbesi olmuştur. ‘İdâreye el koymak’ nedir diye düşünürken, bir yüzbaşının; ‘Bundan sonra her subayın bir arabası olacak’ dediğini duyunca kafası karışırsa da üzerinde fazla durmaz. Çünkü hedefinde yalnızca liseyi bitirip Kara Harp Okulu öğrencisi olmak vardır.   

1961 yılında hedefine ulaşır. ‘Harbiyeli olmak, disiplinli olmak demektir. Harbiyeli olmak, çalışmak demektir. Harbiyeli olmak vatanı, milleti, bayrağı, dini, târihi bilmek ve sevmektir. Harbiyeli olmak yardımsever olmaktır, insanlığa âşık olmaktır.’ Yeni hedef subay olmaktır. Şiir yazmaya devam eder. İlk Şiiri, ‘Harbiye’nin Sesi Dergisi’nde yayınlanır. Mes’ut ve bahtiyardır. Geleceğin subayı, dikkatli bir gözlemcidir de… Harp Okuluna ziyârete gelen dönemin Başbakanı İsmet İnönü ile Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ilişkisi dikkatini çeker ve şöyle yazar: 

‘Bizi iç avludaki havuz başında içtima ettiler ve Talat Aydemir İnönü’yle aynı yürüyüş hizasındaydı. Birkaç subayla birlikte önümüzden geçip bize hiçbir şey söylemeden nizamiyeye doğru yürüdüler.

Burada dikkatimi çeken çok önemli bir husus oldu. O anda bile, bunu sezdim fakat muhakemem yetersizdi. Dedim ya, ‘aynı yürüyüş hizasında’ diye... Düşününüz; Millî Mücadele’de komutanlık yapmış, paşa rütbesine ulaşmış, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış, yaşı oldukça ileri bir safhada ve belki de bugün için en önemlisi fiilen Başbakan olan bir târihî şahsiyet ile -ister teftiş diyelim, ister ziyaret- Kur. Albay rütbesindeki bir okul komutanının yan yana yürümesi asla mâkul olamazdı. Kaldı ki Aydemir’in elleri de arkasındaydı.

(Böyle bir durumda, ben başbakan olsaydım ne yapardım?) Başbakanlık makamına geçer geçmez, hemen, Genelkurmay Başkanı’nı arar, bu kişinin görevden alınmasını talep ederdim. 

Böylece, Cumhuriyet târihinin ilk başarısız darbesine teşebbüsün yolu aralandı. Burada önemli bir nokta koyarak, teferruatını bilâhare örnekleri ve sebepleriyle ileride açıklamak üzere bir hususa dikkat çekmek istiyorum:

Her kimden gelirse gelsin, her kime yapılırsa yapılsın, başarılsın veya başarıl(a)masın her ihtilal, isyan veya darbe denemesi mutlaka zayıf iktidarlara yapılır. Bu iktidarın gücü, isterse halkoyu itibarıyla yüzde ellilerde, altmışlarda, yetmişlerde olsun, bu böyledir!.. Zayıf iktidarlar hep bu kıskacın içindedirler!’ (s: 104)

Dikmen Yürüyüşü: 

Zaman zaman, eğitim için Dikmen sırtlarına götürülürdük. Böyle bir eğitim gününde Dikmen sırtlarına yürüyüş yaptık. Tabii ki bölük komutanımızın nezâretinde. Çıkarken dik yokuş çıkıyorduk, zaten uygun adım gerekmezdi. Dönüşümüzde, iniş olduğu için daha rahattık. Yorgun olmamıza rağmen daha şendik. Bahar günlerinden bir gündü. Dönüşte, beş-on kişinin oturduğu küçük bir kahvehanenin önünden geçerken, oturanların hepsi ayağa kalktı. Kimisi bastonuna dayanıyordu. Şapkalı olanlar, şapkalarını çıkarıp bizi selamladılar. Nihat Yüzbaşı onları selâmladı ve biraz ilerleyince bizi durdurdu. Belli ki içlenmiş, duygulanmıştı. Dokunaklı bir sesle:

- Arkadaşlar, dedi, milletimizi görüyor musunuz? Hepiniz onların çocukları, torunları yaşındasınız ama onlar sizin önünüzde ayağa kalktılar. Türk milleti böyle asil bir millettir!

Bu hâl, bütün arkadaşlara olduğu gibi bana da çok tesir etmişti. (s: 126)

1963 yılı, Mayıs ayında Harp Okulu ikinci sınıf öğrencisi olan yazar, 3 ay sonra rütbe takıp şanlı Türk Ordusu’nun genç subayı olacağının heyecanı içerisindedir. ‘Meş’um’ denilebilecek gecedeki gelişmeleri kitabından okuyalım:

‘20 Mayıs Pazartesi’ni 21 Mayıs Salı’ya bağlayan gece… Saat 00.30 sıralarında okul hoparlöründen yapılan bir anonsla uyandım:

-Harp Okulu Alayı Alarm! Harp Okulu Alayı Alarm! Harp Okulu Alayı Alarm!

22 Şubat’ta da aynı alarm verilmişti ama o, gündüzdü. Gece yarısı alarmla ilk şimdi karşılaşıyorduk, hem de imtihan zamanında. Bu şaşkınlık içerisinde hangi elbisemizi giyeceğimizde bile tereddüt ettik. Bazılarımız lacivert renkli ders elbisesini, bazılarımız da hâkî renkli eğitim elbisesini giyiyordu. İmtihan baskısını ve uyku hâlini üzerimizden atıp iç avluya havuz başına inerek çarçabuk silahlarımızı kuşandık. Bu sırada -iç bahçede, havuz başında- birkaç el silah sesi duydum. Bu, bir işaret miydi ve işaretse kimeydi? Bizlere bir uyarı mıydı yoksa tesadüfi bir silah patlaması mıydı?

Resmî kıyafetli iki emekli subay, Harbiye nizamiyesinden giriyor. Nöbetçi heyetine, ellerindeki radyodan, önceden kayda alınmış Harbiye Marşı’nı dinleterek ‘İhtilal yapıldığını ve Harbiyelilerin de ‘koruma görevlisi’ olarak şehre indirileceğini söylüyorlar. Bu kadar basit!!!

Sonradan açıklandığına göre, o sırada nizamiye nöbetinde sadece bir yedek subay asteğmenin görevli bulunduğu ifade ediliyordu ki, böylece mesele kısa yoldan hemencecik hallediliyor ve alarm verdiriliyordu.

Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Loş ışık altında büyük bir karmaşa vardı. Ortalıkta birileri dolanıyordu ama kimdi bilemiyorduk. Zaman zaman koşuşmalar da oluyordu... Böyle bir karmaşa içinde olabildiğince sıra olundu ve bölükler art arda nizamiyeye doğru yürüdü.

Nizamiyeden çıktıktan sonra, bizim 12. bölük kısa bir süre durdu ve bu sırada Bölük Komutanımız Yzb. Nihat Şendoğan da başımızdaydı. Ancak; Yüzbaşı çok tereddütlü, üzgün ve hatta sıkıntılı görünüyordu. Nizamiyeden çıkışta her iki tarafta da Harbiye koruluğu yer alıyordu ve takriben beş-altı yüz metrelik, oldukça geniş bir iniş yol vardı. Yüzbaşı, tam benim bulunduğum manganın önüne gelince ‘Kukul, arkadaşların tamam mı?’ dedi. Bunu niçin söylediğini hâlâ anlamış değilim. Konuşma ihtiyacı duyuyor fakat kime ne diyeceğini bilemiyordu. O da şaşkındı. Kanaatim öyleydi. Ancak, şundan kesin olarak emindim ki, Nihat Yüzbaşı, bu harekete karşıydı ve çaresizdi. Sadece bu kadar, ondan sonra Nihat Yüzbaşı’nın, nereye gittiğini bilemiyorum.

Bu sırada, hadiseler çok sık değişiyordu. Tekrar yürüyüşe geçmiştik ki, nizamiyeden çıkışta sol tarafımızda bir taksi durdu ve içinden resmî kıyafetiyle, albay rütbesiyle Talat Aydemir çıktı. Şahsen, tarafımdan, vaziyet anlaşılmıştı. O ‘çengel atmalar’ hep bunun içindi! Aydemir, hiç kimseye bir şey söylemeden nizamiyeden içeri girdi. Kimsenin de bir diyeceği yoktu. Zaten kimsenin ağzını bıçak açmıyor, kimse ne yapacağını bilmiyordu.

Kim emir verdi bilmiyorum, tekrar yürüyüşe geçtik. Çok yavaş bir şekilde, âdeta nazlana nazlana yürünüyordu. İstikametimiz neresiydi? Ne yapacaktık? Hepsi meçhuldü... Çünkü başımızda âmir olarak biri yoktu!.. Bizler, Kara Harp Okulu öğrencileri olarak şehre, belirsizliğe; Aydemir ise, Kara Harp Okulu binasına yürüyordu. Bu terslik niyeydi? Senelerdir berâber yaşadığımız ve şu anda birlikte yürüdüğümüz arkadaşlar olarak birbirimize tek kelime bile edemiyorduk. Niçin? (s: 132-134)

Belirsizlik ve karmaşa başladığı gibi devam eder. Genel Kurmay Başkanlığı binasının önünde, ‘Harbiyeli arkadaşlar, lütfen okulunuza dönünüz. Aksi takdirde ateş açılacaktır’ îkazı üzerine Kukul ve birkaç arkadaşı, enterne edilen tankı siper ederler. Anons iki defa tekrar edilir ve ateş başlar. Öyle bir ateş ki hedef belirlense, bırakınız öğrencileri, yerde asfalt bile kalmazdı. 

Aydemir, o kadar tertipsiz bir tavır ve kibirli bir hâl ile teşebbüse geçmiştir ki, iki sınıfı bulunan Harbiye’dekilerin binde birkaçının ancak bu işle alâkalandığını bile anlayıp kavrayamamıştır.

Yazarın değerlendirmesine göre sorumlu; ihbar edilmesine rağmen teşebbüsü önleyemeyen değil, önlemeyen hükümet ve teşebbüsünü yönetemeyen Aydemirdir. O Aydemir ki, kendisine bir öğrencinin öldüğü bildirildiğinde: ‘biz ihtilâl yapıyoruz. Çocuk oyuncağı değil’ diyerek karşılık vermiştir. (s: 143)

Kendisiyle yakından irtibatlı olan Harp Okulu öğrencilerine söylediği cümle de dikkat çekicidir: ‘Siz şimdiden subaysınız ne yapacağınızı bilirsiniz!’ (s: 14)

Harp Okulu öğrencilerinin muhakemesi sırasında Mamak Muhabere Okul Komutan olan bir Albay, oğlunun savunmasını yaparken feryat ediyordu: ‘Benim rütbem albaydır. Emrimde yedi bin vatan evlâdı vardır ve hiçbirinin burnu kanamadı. Hâdiseyi duyar duymaz hemen tedbir aldım ve kimsenin heyecana kapılarak bu harekâta katılmasına imkân vermedim. Peki, buradakiler ne yaptılar? Neredeydiler? Ben, oğlumu buraya subay olması için verdim, subay isterim…’ (s: 159)

Bilindiği gibi neticede Talât Aydemir ve Fethi Gürcan îdam edildi. Hâdise günü öğrenci olan 1459 Harbiyelinin okulla ilişkisi kesildi ve lise diplomalarını bağlı bulundukları askerlik şubelerinden almaları bildirildi. Adâletsiz ve ‘keyfî’ denilecek bir kararla askerlikten uzaklaştırdıkları gençler için bu emrin, ne kadar büyük mânevî çöküntülere sebebiyet vereceği düşünülmemişti. 

Sonraki sayfalarda, subay olma ideali elinden alınmış yazarın; askerî disiplin, itâat ve üstlerine olan saygısı sebebiyle vicahen soramadığı sorular ve haksızlığa uğramış bir insanın şikâyetleri, askerlikle ilişiğinin kesilmiş olması sebebiyle yaşadığı büyük ıstırabın feryatları var. (s: 164-172) 

173-181. sayfalarda, darbe teşebbüsü ve sonrasına dâir tahliller, 27 Mayıs 1960 ihtilâli öncesinde Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in, Adnan Menderes’ten gelen istekle, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve Dışişleri Bakanı’nın bulunduğu heyetin sorularına verdiği cevaplar ve tavsiyeler yer alıyor. 

182-187. sayfalarda ise Hâlistin Kukul; 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 ‘post-modern’ denilen darbe ve 2002 yılındaki milletvekili genel seçimlerinin ve neticelerinin ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine vaki müdâhalelerin tahlillerini yapıyor, isâbetli hükümlere varıyor. Kitabın özellikle bu bölümleri, candan aziz vatanımızı, seçilmiş veya tâyin edilmiş kişiler olarak yönetecek, sorumluluk üstlenecek kişiler tarafından; sayfa sayfa değil, cümle cümle olarak da değil… kelime kelime ve tekrar tekrar okumaları gereken bilgilerle kitabı değerli hâle getiriyor. 

Bilinmelidir ki vatan kurtarmak, devlet kurmak zordur. Günümüz şartları içerisinde kurtarılan vatanı ve kurulan devleti korumak ve devam ettirmek daha da zordur. Okuyucu anlayacaktır. Yazar eseri boyunca dikkatleri bu zorluğa çekiyor ve aşmak için neler yapılması gerektiğini anlatıyor. 

***

Keçecizâde Fuad Paşa 1814-1868 yılları arasında yaşamış, 1863-1866 yıllarında Sadrazamlık yapmış devlet adamıdır. Yabancı devlet elçilerinin bulunduğu bir toplantıdaki sohbet sırasında kendisine sorarlar: ‘Size göre çağımızdaki en güçlü kudretli devlet hangisidir?’ Fuad Paşa, mütebessim bir çehre ile cevap verir: ‘Elbette Osmanlı Devleti’dir.’ Bilinmektedir ki Osmanlı Devleti, sonun başlangıç dönemindedir. ‘Nasıl olur’ diye ek soru gelince, Paşa, tebessümünü daha belirgin hâle getirerek taşı gediğine yerleştirir: ‘300 yıldır siz dışardan biz içerden uğraştığımız halde yıkılmadı. Böylesine güçlü devlet var mı?’ 

Her milletin bir hâin kontenjanı vardır. Biz Türk milletinden de hâinler çıkmıştır. Çıkmaya devam edecektir. Hedefimimiz sayılarını azaltmaktır. Bu iş nasıl olacak? Hâlistin Kukul Beyefendi’nin yaptığı gibi; hâinleri teşhir etmek ve âkıbetlerinin hâfızalarda yer etmesini sağlamak, düşünülecek yollardan biridir. Asıl çözüm ise eğitimdir. Eğitim yoluyla insanlarımıza genç yaşta vatan ve millet sevgisinin imandan geldiği gerçeğini, akıllara ve gönüllere şuur olarak yerleştirmek… 

***

Müsâdenizle değerli okuyucularım; meseleyi, adı geçmişken Fuad Paşanın bir küçük hikâyesi ile tatlıya bağlayayım. 

Napolyon Bonapart konser salonuna girdiğinde herkes ayağa kalkar. Fuad Paşa oturmaktadır. Bonapart haber gönderir: ‘Kendisini Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın elçisi mi zannediyor da kalkmıyor?’ Paşa, oturduğu yerden soruyu nakleden görevliye cevap verir: ‘Haşmetmeap Hazretlerine saygılarımla birlikte iletiniz: Bahsettiği Cennetmekân Sultanımızın elçisi olsaydım zât-ı âlileri, benim bulunduğum salona,  iznim olmadan giremezlerdi.’

PANKUŞ YAYINLARI Yukarı Bahçelievler Mahallesi, 65. Sokak Nu: 10/4 Çankaya, Ankara

Telefon: 0.312-222 98 87  e-posta: iletiş[email protected]  //  www.pankusyayinlari.com  

MEHMET HÂLİSTİN KUKUL (Em. Öğretim Görevlisi- Şâir ve Yazar)

01 Ocak 1943 târihinde T(ı)rabzon’un Beşikdüzü ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu orada okudu. 1961 yılında Erzincan Askerî Lisesi’ni bitirerek aynı yıl Kara Harp Okulu’na girdi. 21 Mayıs 1963 hâdiseleri sebebiyle oradan ayrıldı. Sonra, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi F(ı)ransız Dili ve Edebiyâtı Bölümü’ne girdi ve fakülteden 1967’de mezun oldu. Kısa bir süre liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra, Ocak 1972’den îtibâren Diyarbakır ve Samsun Eğitim Enstitüleri’nde ve bilâhare Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı.

İlk şiirini, 1961 yılında ‘Harbiye’nin Sesi’ dergisinde yayınladı. Bunu takiben: Türk Edebiyatı, Defne, Çağrı, Hisar, Millî Kültür, Erciyes, Töre, Sur, Ülkemiz, Zafer, Kültür ve Sanat, Güneysu, Çaba, Türk Yurdu, Seviye, Karınca, Bizim Ece, Bizim Külliye, Boğaziçi, Toker, Yeniden Diriliş, Öncüler, Uzun Sokak, Çınar Gençlik, Türkiye Çocuk, Sarmaşık Kültür, Somuncu Baba, Toşayad Kümbet, Türkmence, Aydın Efesi, Edebice dergileri; Bab-ı Âli’de Sabah, Tercüman, Ortadoğu, Türkiye, Hergün, Millet, Zaman, Yeni Düşünce, Büyük Kurultay, Millet, Türkeli, Gündüz gazeteleri; wwkapsamhaber.com ve samsunhabertv yaygınağ (internet) sitelerinde şiirleri, hikâyeleri ve makaleleri yayınlandı/yayınlanmaktadır.

Edebiyât ödülleri: Ülkemiz Dergisi şiir yarışması birinciliği (1968); Töre Dergisi şiir yarışması 2. Teşvik ödülü (1984); Tercüman Gazetesi şiir yarışması 3. Mansiyonu (1985); Türkiye Millî Kültür Vakfı Çocuklar İçin Şiir Yarışması 2. Mansiyonu (1987); Türk Edebiyâtı Vakfı Mehmet Âkif Şiir Tahlilleri Yarışması (Üniversite Öğretim Üyeleri G(u)rubunda) birinciliği (1987); Eskişehir Valiliği Yûnus Emre şiir yarışması 3. Lüğü (1992); Ortadoğu Gazetesi şiir yarışması 3. Lüğü (1992); Türkiye Millî Kültür Vakfı şiir yarışması 2.liği (1994).

Yayınlanmış Eserleri:

Şiir dalında: Türk’ün Ayak Sesleri (1974); Sonsuzluk Merdiveni (1987); Şiirlerle Nasreddin Hoca Fıkraları (1989-1990-1999-2006-2014-2016); Uyanmak Zamanı (2017)

Resimli Nasreddin Hoca Çocuk Şiirleri Kitapları: Parayı Veren Düdüğü Çalar (1998); Ye Kürküm Ye (1998); Buyurun Cenaze Namazına (1998); Ya Tutarsa (1998); Biraz Da Biz Ölelim, (1998); Kuyudan Çıkardım Ya (2006); Hırsızın Hiç mi Suçu Yok (2006); İçinde Ben de Vardım (2006 ); Hepsinin Tadı Aynı ( 2006); Yorgan Gitti Kavga Bitti (2006), Ayçiçekle Nurdede (1989)

Manzûm Destanları: Kıbrıs Destanı (1975 – 1988); Dağıstanlı Arslan Şeyh Şâmil Destanı 1992-1995-1997); Kanije Destanı (1992-1997)

Tiyatro dalında: Gelincikler Narindir (1986); Havada Bulut Yok (1986 )

Hikâye dalında: Zincirli Tepe (1985); Sevgi Çemberi (1991); Yarınlar Daha Güzel (1998)

İnceleme dalında: Şeyh Şâmil ve Çeçenistan (2002); Mevlâna Eşiğinde (2007); Çilenin Sultanı (2013)

Mektup dalında: Post-Nişîn’e Mektuplar (2004 ).

Hâtıra dalında: Darbelerde Harbiyeli Olmak (2021)

Binin üzerinde makale ve denemesi bulunan M. Hâlistin Kukul hakkında, hazırlanmış dört lisans tezi de mevcuttur. Hâlen, yurdumuzun tanınmış edebiyât ve fikir dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlanmaktadır.

Kukul’un iki çocuğu ve üç torunu vardır. 1997 yılında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi olarak emekli olmuştur.