EBEDÎ ÂLEME İNTİKALİNİN 37. YILI VESİLESİYLE

  ÜSTAD, SULTÂNÜ’Ş-ŞUARÂ / ŞÂİRLERİN SULTANI 

NECİP FÂZIL KISAKÜREK’İ

DERİNLİĞİ VE ENGİNLİĞİYLE TANIMAK İSTER MİSİNİZ?

(YEDİNCİ -Son- BÖLÜM)

Dedesi, günümüzde Kahramanmaraş’ın ilçesi olan Elbistan şehri merkez olmak üzere 1298-1522 yılları arasında hüküm süren Türkmen Beyliği Dulkadiroğulları’na dayanan Kısakürekzâdeler’den İstinâf Mahkemesi’nden emekli Mehmed Hilmi Efendi; babası, yine hukukçu olan Fâzıl Bey’dir. 

Necip Fâzıl, dört-beş yaşlarında iken dedesinden okuma-yazmayı öğrenir. Aynı kaynaktan temel dinî ve millî hassasiyet ve bağlılıkları kazanır. 1912’de İstanbul’da bir Fransız mektebine yazılır; oraya alışamayınca aynı semtteki Amerikan Koleji’ne girer. Buradan da çabucak usanır. Birkaç mektep dolaştıktan sonra, 1915’te taşındıkları Heybeliada’daki Numune Mektebine girer. İlköğrenimini burada tamamladıktan sonra, 12 yaşında ‘Mektebi Fünûn-u Bahriye’ talebesi olur. Annesinin teşvîki ile bu mektepte iken şiire başlar. Aksekili Ahmed Hamdi, Yahvâ Kemal (Beyatlı), Hamdullah Suphi  (Tanrıöver) ve ‘Derin irfan sâhibi... Bana, bilmeden isteklisi olduğum dünyâdan, belki derme çatma, fakat ilk adresleri verdi’ dediği Ahmed Aşkî Bey hocalarıdır. Bahriye Mektebi’nin ‘namzet’ ve ‘harb’ sınıflarını ikmâl ettikten sonra buradan ayrılır. 1921’de İstanbul Dârülfünûn’unda (üniversite) Felsefe Şûbesi’ne yazılır. İlk şiiri Yeni Mecmuâ’da yayımlanır.

Maarif Vekâleti’nin açtığı imtihanı kazanarak, Sorbon Üniversitesi’nde okumak üzere Paris’e gönderilir (1924). Bir yıl sonra geri döner; çeşitli bankalarda müfettişlik, muhasebe müdürlüğü yapar. Kökü çocukluğundaki hayâllere dayanan ve Paris’in ‘çığırından çıkardığı’ bir ‘bohem hayâtı’ yaşamağa başlar. Şiirlerini Millî Mecmua ve Hayat’ta yayınlamaktadır. 1925’te Örümcek Ağı, 1928’de Kaldırımlar kitap hâlinde yayımlar ve birden şöhretin zirvesine çıkar. Hayâtının 1934’e kadar olan bu devresi, kendi ifâdesi ile ‘genç şâirin bohem hayâtını tam bir teslimiyetle yaşadığı yıllar’dır.

1934 te, rûhunu ve hayâtını etkileyen Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ile tanışır. Beyoğlu Ağa Câmii’nde vaazlar vermekte olan Seyyid Abdülhâkim Arvâsî’yi Eyüp’teki dergâhmda sık sık ziyâret eder. 1943 yılında mürşidinin ölümüne kadar devam eden bu münâsebet sırasında, İslâmî yaşayışa yönelir.  

1939’da Sanat’ı:

Anladım işi, san’at Allah’ı aramakmış; 

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış...

diye ifâde eder. ‘Efendim, irşâd edicim, can kurtarıcım’ diye vasıflandırdığı mürşidi ile tanıştığı zamâna kadarki hayat ve yaşayışını:

Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum!

mısralarında dile getirir ve yıllar sonra ‘Vasiyyet’inde, çok kat’î bir dille: ‘İslâm’a, pazarlıksız ve sımsıkı bağlanmadan önceki şiirlerim ve yazılarım arasında, hattâ küfre kadar gidenler ise, çoktan beri eser çerçevem dışına çıkartıldığı, her birinden ayrı ayrı istiğfâr edildiği ve çöp tenekesine atıldığı için, nereden nereye geldiğimi göstermekte bile kullanılmamalı..’ diyerek bu devreye âit şiirlerini, ‘..mukaddes ölçülere karşı küçük ve hafif çapta lâubâli, dikkatsiz ve ciddiyetsiz, hürmet ve haysiyetten mahrum ne varsa -ister nokta veyâ virgül olsun-’ reddeder.

1934-1943 devresinde; Ben ve Ötesi (1932) adlı üçüncü şiir kitabını, Tohum (1935) adlı ilk tiyatro eserini ve Birkaç Hikâye Birkaç Tahrir (1933) isimli hikâye kitabını yayımladıktan sonra, 1936’da, İktisat Vekili Celâl Bayar’ın yardımı ile Ağaç dergisini çıkartır (Haftalık, 17 sayı). 1937’de çok büyük yankılar uyandıran Bir Adam Yaratmak isimli tiyatro eserini, 1938’de Büyük Doğu Marşı’nı yazar. İş Bankası’ndaki memûriyetinden ayrılır; Fransız Lisesi’nde, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda, Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Robert Kollej’de Ankara Dil-Târih ve Coğrafya Fakültesi’nde kısa sürelerle Türkçe hocalığı yapar. 1939’da Son Telgraf gazetesinde ‘Çerçeve’ başlığı ile günlük fıkralar yazmağa başlar. 1943 yılında Büyük Doğu Mecmuâsı’nı yayımlamaya başlar. Milliyetçi, muhafazakâr gençlik ve aydınlar için bir ‘mekteb’ hizmeti gören dergi 1978’e kadar -maddî imkânsızlıklar sebebiyle ve zaman zaman devletçe kapatıldığı için- fâsılalı olarak 16 kere çıkar. Necip Fâzıl, Büyük Doğu’da 15’e yakın müstear isim ve rumuzla, akla gelebilecek hemen her konuda yazı yazmış, pek çok defa mahkemelik olmuş, hapse düşmüş, fikriyatından dolayı ve siyâsî sebeplerle dâimî baskı altında kalmış ve zaman zaman bu baskılar zulüm derecelerine ulaşmıştır. 1964’te Büyük Doğu’nun yeni bir devresine başlarken yazdığı ‘21 Yılın Bilânçosu’ başlıklı yazıda bu devreyi şöyle hülâsâ etmektedir:

‘1943: Allah demek yasak... İlk Büyük Doğu... İlk hapis (1 gün)... 1944: Vekiller Hey’eti kararıyla kapatılış; bir yüksek mektepteki hocalıktan kovuluş ve asker edilip Toroslara sürülüş... 1945: Amerikan diktası cebrî (!) hürriyet... İkinci çıkış. 1946: Örfî îdârece mühürleniş... Ankara: Recep Peker (100 bin lira kabul eder misiniz?)... 1947: Üçüncü çıkış... Mitingler... ‘Kahrolsun Büyük Doğu!’... İkinci hapis (23 gün)... Beraat... 1948: Temyiz beraati bozuyor... Mahkeme koridorları... Çile üstüne çile... 1949: Dördüncü ve şekil değiştirerek beşinci çıkış... Tâkipler çekirge hücûmu... 1950: Üçüncü hapis ve af kanunu ile kurtuluş... Ateşe devam... 1951: Dördüncü hapis (üç ay 17 gün)... Ortaklaşa günlük gazete... Altıncı çıkış... İhânet... Ayrılış 1952: Kendi günlük gazetem... Yedinci çıkış... Yine sayısız dâvâ Mason locası baskını... (Ben seninleyim! Gazeteni kapat! Emir en tepeden!)... 1953: Malatya hapsi... Beşincisi (1 sene 3 gün)... ölümden, cinnetten öteye ıztırap... 1954: Sekizinci çıkış... Her sayımız toplatılıyor... İflâs. 1955: Hükümet ve mahkeme kapılarında  mermerleri aşındıran ayakkabı... Boşlukta uçan ses... 1956: İkinci, günlük gazete tecrübesi, dokuzuncu çıkış... Yine Örfî îdâre kapatmaları... 1957: Altıncı hapis (8 ay 4 gün)... Seçimler kazanılınca hatırlanıyor ve okşanmaya başlıyoruz! 1958: Dörtlü murat yaprağı gibi aranan resmî idrâk ve her defa rastlanan fikrî boşluk... 1959: Zor belâ onuncu çıkış ve tam sâhabetsiz didiniş... Bolu dağlarında tevkif (2 gün hapis-yedinci)... Böyleyken, Allah’ın lûtuflarıyla hemen her şeyi peşin söyleyiş, fakat dinletemeyiş.. Mahkûmiyet kararları tepemizde kar gibi yağmakta.. 101 sene hapis gibi bir şey... İliklerimize kadar bezginlik ve elvedâ!.. 1960: Elmâlûm... Destanlık çapta husûsiyetleriyle Dâvutpaşa kışlası, Balmumcu Garnizonu ve oradan Toptaşı Cezâevinin kütüphânesinde yazı, ibâdet, gözyaşı, düşünce... 1962: İnceleme, kollama, gözetleme, karâra varma yılı... Dört dâvâdan beraat ve ilk defa af kanunundan istiğnâ... 1963: Örfî İdâre boyunca siperde bekleyiş.. 1964: Onbirinci çıkış (Birinci demektir) ve Allah kerîm...

Bu yazıdan sonra, Büyük Doğu 1971’e kadar dört defa daha çıktı. 1978’deki 5 sayılık (16.) çıkış ise ‘vedâ’ devresi oldu. Öldüğünde de 18 aylık kesinleşmiş mahkûmiyeti vardı.

1949’da kurduğu ‘Büyük Doğu Cemiyeti’, özünde İslâm imânı bulunan yeni bir fikir, kültür, medeniyet kısacası topyekûn millî bir silkiniş tezi olan düşüncelerini (ideolocyasını) yeni nesillere yaydığı bir ‘ocak’ oldu; binlerce gencin yetişmesine yazıları ve konferanslarıyla rehberlik etti. 1963’den sonra konferanslar vermek üzere Anadolu’nun çeşitli kültür merkezlerini, Almanya’nın çeşitli şehirlerini dolaştı. Fikri yayma ve olgunlaştırma çerçevesindeki aksiyonu ile şöhreti ‘aydın’ları aşarak geniş halk kütlelerine yayıldı.

1975’te, Millî Türk Talebe Birliği tarafından, ‘50. Sanat Yılı’ jübilesi yapıldı: 1980’de ise, doğumunun 75. yılında, Türk Edebiyâtı Vakfı tarafından ‘Türkçenin yaşayan en büyük şâiri’ seçilerek kendisine Sultânü’ş-Şuarâ / Şâirler Sultanı ünvânı verildi. Aynı yıl ‘Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’ (nakdî mükâfaat) ile mükâfaatlandırıldı (25 Mayıs 1980).

Bu târihten sonra, evinden pek çıkmadı, ilk romanını yazdı, yayımladı: (Aynadaki Yalan. Şâirlik kudretini, yayımladığı son şiirlerinde bir kere daha gösterdi. 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat etti. Hiç bir resmî tertîb eseri olmayan mahşerî bir aydın ve halk kalabalığının katıldığı Fâtih Câmii’ndeki cenâze namazından sonra, Eyüp’te Kâşgarî Dergâhı’na defnedildi.

Edebî Şahsiyeti 

Necip Fâzıl Kısakürek her şeyden önce büyük bir şâirdir. Diğer bütün fikir ve yazı faaliyetleri bu özelliğinden sonra gelir ve yaptığı, yazdığı her şey ‘şâir Necip Fâzıl’ın damgasını taşır. ‘Sanatların Sultanı’ saydığı, şiirde metafizik tarafı ağır basan karmaşık ruh dalgalanışlarını, insanın ihtiras, acz ve teslimiyetini; fikri şiir hâline getiren telkin kudretini; tiyatroda şiirindeki temalarda derinleşmesini; gazete ve dergi yazılarında, günlük fıkralarında belağatini, yer yer son derece sert ve hırçın, muhatabını acze ve yılgınlığa düşüren üslûbunu, mantık, muhakeme ve bütün unsurları ile polemik gücünü; fikrî, siyâsî, târihî eserlerinde tezciliğini, netice olarak bütün eserlerinde dehâsını ortaya koymuştur. Üslûb kudreti en büyük silâhı olmuştur. ‘Türkiye’nin Baudelaire’i, ‘Bir mısraı Türk’ün şerefini kurtarmağa yeter’, ‘… edebiyâtı iptizâlden kurtararak ona rûhun asâletini veren..’, ‘dâhiler dâhisi’... gibi sıfatlarla anılmış olan Necip Fâzıl’ın şiiri, ‘büyük şehrin kuşattığı çerçeve içindeki dar berzahlarda (geçit) azâb çeken bir ruhun çırpınışları’ olarak târif edilir. 1962’de “Çile” adlı şiir kitabını çıkarırken, eserin sonuna eklediği poetika’da şiir hakkında görüşlerini: 

Şiir derîn bir çiledir. (...) Üstün bir nizâmın sırrına ermeyenler onu başaramazlar.

Metafizik ürperti, yakıcı hayâl, kuşatıcı hassâsiyet ve çilekeş tecrit (soyutlama) şiirin doğurucu unsurlarıdır. (...) Şiir, Allah’ı (Mutlak Hakîkâti) sır ve güzellik yolunda arama işidir. (...) Âdîlik korkusuyla şekil ve kalıp firârîliğini aczin en âdîsi diye kabul ediniz. (...) Şiir hakkında; cemiyetin rüyâsını ayrı bir rüyâ üslûbuyla anlatan tâbirnâme (yorum ifâdesi) diyebilirsiniz. (...) Cemiyet, iç ve gizli hayâtıyla uyur; ve rüyâsını şâir görür ve sayıklamasını şâir zapteder. (...) Ben şiiri, her türlü hasis (dar, değersiz, kıymetsiz) gâyenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zat gâyesine -sanat için sanat-, fakat kendi zat gâyesinin sırrı ile de Allah’a ve Allah dâvâsının topluluğuna -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim

şeklinde ortaya koyar. Şiire başladığı ândan en son şiirine kadar, dış âhenk unsurları olarak hece veznine, kafiyeye bağlı kalır. Hece vezni, onun şiirinde en olgun seviyesini bulur. Eski veyâ çok yeni uydurma şeklinde değerlendirilemiyecek, dilin bütün anlatım imkânlarını son sınırına kadar kullanan, asîl ve köklü, pırıl pırıl yeni ve canlı, durmuş oturmuş bir Türkçesi vardır. Türkçenin ‘klasik şiir dili’ hüviyeti, O’nun şiirlerinde bir kere daha şâheser değerinde örneklerle ortaya konmuş olur.

Şiirinin muhtevâsında, ferdî ve metafizik ıztırap ön plândadır; yâni onu tâhrik eden sebepler dış’tan ziyâde iç’tedir. Ancak şöhreti, Sakarya Türküsü, Zindandan Mehmede Mektup, Muhâsebe ve benzeri gibi cemiyetçi büyük şiirleriyle yaygınlaşmıştır. Yüksek bir şiir üslûbu vardır. Şiirindeki ifâde kudreti, âhenk, ses ve şekil mükemmeliyeti açısından Bâki’ye; samimiyeti, içli, rind ve muztarip yönüyle, mağdurluk ve mazlumluk hissiyle Fuzulî’ye; keskin hiciv mizâcıyla Nef’î’ye; tezatlı idrak ve tahassüsü, metafizik endişeleri ile Abdülhak Hâmid Tarhan’a; sosyal konular karşısındaki tavrı ile Mehmet Âkif Ersoy’a; hem ifâde ve üslûp, hem duyuş olarak Yunus Emre’ye benzer. Yüksek bir dehânın potasında yoğrularak tamâmen şahsî ve orijinal bir terkip hâline gelmiş olmak şartıyla bu şahıslardan tesirler aldığı da söylenebilir.

Tiyatro eserleri de şiirlerindeki temalar üzerinde yoğunlaşan trajik muhtevâlı eserlerdir. Kültür buhrânı içindeki toplumda ferdî ve sosyal çatışmalar, bundan doğan ıztıraplar piyeslerinde gözle görülür birer kahraman hâline gelir. En mükemmel tiyatro eseri Bir Adam Yaratmak’tır, bunun ardından Reis Bey gösterilebilir. Hemen hemen bütün piyesleri sahnede temsil edilmiştir. Nâm-ı Dîger Parmaksız Salih, Bir Adam Yaratmak ve Yangın Var, Deprem, Sen Bana Ölümü Yendirdin (son ikisi ‘Çile’ ve ‘Zehrâ’ adları ile) sinema ve televizyona aktarılan eserleri arasındadır.

Hikâye ve roman da san’at gücünü deneme, örnek verme, farklı ifâde formlarına duyulan ihtiyaç gibi sebeplerle iliştiği türlerdir. Bu türlerde de tecrid ve tahlil gücünü ortaya koyar. ‘Ulvîlik’i roman için değer ölçüsü olarak kabûl eder. Ona göre roman ve hikâye: ‘Hâdiseleri fikirleştirme veyâ fikirleri hâdiseleştirme sanatı üzerinde, biri fotoğrafçılık, öteki ressamlık işi’dir. Roman hareketli, seyyâl ve etkileyici olmalıdır.

Fikir eserlerinde üslûb sâhibi büyük bir yazar, bir mütefekkir (fikir adamı, düşünür) olarak karşımıza çıkar. Fikrinin de, san’atının da temel-ana motifi ‘Allah ve Resûlü’nün yolu’, yâni İslâm’dır. Düşünme’yi ‘beyin çilesi’, ‘beyne saplanmış kıymık’ v.b. mecâzlarla ifâde eder ki, insan zihninin en zorlu, en yüksek ve asîl faaliyeti olarak kendisi ‘beyin damarlarını çatlatırcasına’ bunu denemiş soy kafalardandır.

Kültür ve medeniyette Doğu (İslâm Türk) ile Batı arasında bir terkib (sentez) yapmaya çalışır. Millî hayatın milletin ruh kökünden, yâni îman özünden ve târîhî tecrübe ve kültür birikimimizden hareketle düzenlenmesini, ‘maymunca taklid’den uzaklaşarak bu millî öz ve birikimimizin Batı’dan muhtaç olduğu unsurlarla (ilim ve teknik) zenginleştirilerek yeni bir terkîb hâlinde ortaya konulmasını ve hayâta uygulanmasını ister. Bu fikirler yeni ve şahsî (ona mahsus) değildir. Orijinalliği söylediklerinden çok, söyleyişindedir; söylediklerini mükemmel bir şekilde söylemiştir. ‘Büyük Doğu’ diye adlandırdığı mutasavver aksiyonun (siyâsî ve medenî doğuşun) fikriyâtını ‘İdeolocya Örgüsü’adlı eserinde ortaya koymuştur. Bu eser, metafizik meselelerden her türlü cemiyet mes’elelerine kadar çerçevelenmiş bir beyannâmedir. Eser için:

Bu eser, benim bütün varlığım, vücud hikmetim, her şeyim... Ben arının peteğini hendeseleştirmeğe memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sâdece bu eserin belirttiği binâ etrâfında birtakım müştemilâttan başka birşey değildir.’ demektedir. 

O, mücerret ve hareketsiz bir fikir adamı olmakla yetinmez. Fikriyâtının toplum içinde mücâdelesine girişir. Sevdiği ve kullandığı tâbirle bir ‘aksiyon adamı’ olmak ister. Dergicilik, dernekçilik, konferanslar, siyâsî organizasyonlara dolaylı tesir, birkaç siyâsî nutuk ve mesaj çerçevesinde bir aksiyon adamıdır da.

Necip Fâzıl, İslâm’ın rejim için bir tehlike kaymağı sanılarak ve sayılarak resmî ellerce vatan sathında horlanıp hırpalandığı, ‘Allah’ demenin suç sayıldığı devirlerden başlamak üzere, mağdur, mazlum ve mâsum milletin inkisârına, vicdânına, öfkesine tercüman oldu. ‘Çile’ O’nun sâdece çok meşhur şiirinin adı değil, hayatının bir hülâsasıdır. Bir ayağı dâimâ mahkeme ve hapishâne kapılarında olmuştur. Ömrünün en son merhalesinde bile mahkûmdu; hayatta kalsa hapse girecekti… 

40 yıldan beri yetişen aydınların irfânında payı, bütün milliyetçi muhafazakâr aydınlar üzerinde inkâr edilemez derin tesirleri vardır. 

 (Ötüken Neşriyat’ın Yeni Türk Ansiklopedisi’nden faydalanılmıştır.)

(BİTTİ)