EBEDÎ ÂLEME İNTİKALİNİN 37. YILI VESİLESİYLE                                                                                                                                           ÜSTAD, SULTÂNÜ’Ş-ŞUARÂ / ŞÂİRLERİN SULTANI 

NECİP FÂZIL KISAKÜREK

KONFERANSLARINDAN ve ŞİİRLERİNDEN BÖLÜMLER

(ALTINCI BÖLÜM)

Sekiz aydır evimin bahçesine bile çıkamadım. Rahatsızım. Çok şükür gelebildim. Bunu kâfi addetmeniz lâzım. 

Ahmet Kabaklı dostumuz bana altından kalkamayacağım zeminler hazırlamıştır. Eğer biraz acı konuşursam üzülmesinler, mâdemki beni buraya çağırdılar, kemanın tiz sesli telinden nasıl ses gelir malûmdur.

Bugünkü hâlimiz çok acı, ortada evvelâ bir dil meselesi var. Bu dilin muharebesini Kabaklı, Tercüman’da vermeye çalıştı. Ama bu kirli çamaşırlarını yukarı kattan atan yüzsüz komşuya ‘utanmıyor musun?’ der gibi bir hareket... Hâlbuki kafasını kırmak lâzım…

Dil kâinata müsâvidir, çünkü dil kâinatın kalbimize nakşettiği plândır... Kâinatta ne varsa dilde o var, dil sakameti, rezâleti, alçaklığı en küçük bir bedahet hissine dahi imkân vermiyor... Bu Türkçülük gayreti yolunda en kuduz insanların irfanlarını bile zor geçer gibi olduğu sâhada bir basit adam çıkıyor: Şair: Bunun şiir kitabını Ruslar tercüme ediyor.

Bundan 40 sene evvel Rusların kültür ataşesi Mihailof isminde bir adam ‘Bize senin gibiler lâzım, Nâzıııılar falan değil, komünist olsan sana Moskova’nın yarısını verirdik, ama olmayacağını biliyoruz, zırnık vermeyiz’ demişti.

Falan solcunun eseri tercüme edilmiş. O nedir? Uludağ’ın yanında bir pirinç tânesi bile değil ve galiba, şairlikte pek de iddialı değil...

İşte delil, delillerin en güzeli bilbedahe hissiyle insana gelen delildir... Şimdi bizde bugün bir teşhis ve tespit kabiliyeti olsa ona ‘gel buraya’ demek için bu tercüme kâfidir... Ama kimsenin alâkadar olduğu yok, malûm olan hava cıva gazeteleri veriyor bunları.

Dil kâinatın plânıdır demiştim... Bu dil acaba nasıl pişmiştir?... Bir ‘evet’ deyişin kaç mânâ verecek tonu vardır! Amerikalı İstanbul’a geliyor... Lokum yiyor... Bunu kim yapıyor? Hacı Bekir diye bir şekerci. Ne ile nasıl yapıyor? Şeker, su ve başka malzemeler... Ne hararette, nasıl, kaç dakikada pişiyor? Öğreniyor. Aynı malzemeyi alıyor, târif üzere pişiriyor ama keçiboynuzu gibi bir şey çıkıyor ortaya... İşte sanat budur. Bu dil nasıl teşekkül etti? Burada benim söyleyeceklerimin aksini düşünenler vardır tabi, karşılaştırsınlar mukayese etsinler!...

Türk kavmi gök gürültüsü gibi bir şeydir. Doğudan tüten bir alev olmuş ki emsâli yok, ama bunu tahdit etmek lâzım.

At’a dair bir eser yazarken Türk’e ait bir keşif gördüm: Üzengi. Roma’da görmüşsünüzdür. Ayaklar attan aşağıya sarkar. Eskiden harplerde kullanılan harp arabaları vardı. Bugünün tankına mukabil, ortalığı yakıp kavurur.

Hatta İsrailoğulları nebilerinden biri bir deha neticesi atların veterlerini kesmeyi emretmiş. At, önüne durulur bir âfet değildir. Meselâ Asur İmparatorluğu bir harp arabası imparatorluğudur. İşte bu at denilen âfeti idâre edecek üzengiyi keşfeden Türkler bütün bu akınları, istilâları bu idâre ile yapmışlar.

Türklerin diline bakıyoruz, yan yana kısa heceler, tek heceli ‘emr-i hazırlar’: Vur, kır, yak, bak, çak! Böyle kısa heceler hiçbir dilde yoktur. Türk’ün çift heceli bir tek kelimesi var, büyüğüne ithaf için kullanmıştır. Nitekim, büyükleri İslâm’ı kabul edince hemen bütün kabile kabul etmiştir. Büyüğe saygı esastır.

Bir yazımda bozkurdun söğüt ağacına intikalini yazmıştım. İşte bu Türk oluş... Ankara’da bir konferansımda bir cümle söylemiştim.

Adamın biri dayanamadı bütün kaideleri çiğneyerek galeyana geldi, yerinden fırladı. ‘Bu cümleyi bir daha söyleyin. Bütün dünyâ duysun, İngiltere duysun, Türkiye duysun, bütün İslâm âlemi duysun.’ Tekrar ettim: ‘Mutlaka bilmek lâzımdır ki Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür.’ Bu târihte benim ideolojimi dinleyen eski siyâsîlerden biri bana: ‘Sen ya altından heykeli yapılacak, ya asılacak adamsın’ demişti.

Şimdi dil vakıası üzerine aktarmalar yapıyorum. Nutuklarımı Türkçe söylüyorum, yarın öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim.

Selçuklularda Mehmet Beyin yaptığı işi büyük bir iş diye kabul ederler. Onda derin bir nefis muhasebesi olduğunu zannetmiyorum... Müesses bir dil varsa çevrilir, onu da müdafaa etmiyorum.

Her şeyin bir hududu vardır, tasavvufta bir ‘edep’ târifi vardır. Edep, hududa riâyet etmek demektir. En büyük edep İlâhî hududu muhafaza edebilmektir.

Resulü, Allah dememek şartıyla ne kadar sevseniz azdır; sahâbeyi, nebi dememek şartıyla ne kadar sevseniz azdır; velîyi sahâbe dememek şartıyla ne kadar sevseniz azdır... Her şey, bütün mükevvenat hudut meselesidir. Bunun için ben onu kristal bir vazoya benzetiyorum, içindeki mayi ruhtur, muhtevâdır, vazonun o mayie verdiği şeffafiyet, aksettirmedeki kabiliyet vecdi nispetinde sever, bu tahakkuk etti mi samîmi severiz. Sebebi malûm...

Bu dil, bu türlü hançeresine uydurularak Arapça’yı almış, şu yedi kelimelik cümleye bakınız: ‘Hemen pazara git, hem pırasa, hem lâhana al.’ Bu cümlede Türkçe olan sâdece ‘al’ fiilidir. Şimdi, bu cümleye Türkçe demeyecek miyiz? Türkçe böyle olur.

Bu Arap ve Fars kaynaklarını dehleme dâvâsı İttihat Terakki zamanında ortaya atıldı. Ziya Gökalp fikriyatma göre olmadı. Cumhuriyet’te tekrar başladı ve gene Cumhuriyet’te beli kırıldı. Ondan sonra da işte bugünkü cereyanlar başladı. Bu da favori salgını gibi bir moda oldu. Ah şu moda! Şahsiyetsizliğin en güzel sembolü modadır.

Bu dil faciasıyla mücâdele etmek lâzım, çünkü mücâdelenin de bütün faktörlerini kaybetmiş vaziyetteyiz.

Edebiyat

Edebiyata gelince: Büyük Divan edebiyatının son pırıltıları Şeyh Galip ile bitmiştir... Sonra dünyâda eşi emsali görülmemiş bir maskara edebiyat başlar, biraz şahsiyeti olan bir Abdülhak Hâmid, bir de Recâizade Ekrem var, başka tarafta da bir Nâmık Kemâl... Arkasından daha maskara bir edebiyat gelir. Edebiyat-ı Cedide devri, bir taklit edebiyatı: Adam Sully Prudhomme’u taklit eder. Zamanında bir Baudelaire gelip geçer farkında değildir. Taklit ettiği şeyin mevzuunu bile bil-mez, o kadar şuursuzdur.

Böylece bugüne gelinir, nihâyet iş mâhut şairimize (!) kadar düşer. Tedennimizi anlamak için edebiyatımıza bakmak yeter. Kıtlığımız ne petrolden ne başka şeydendir: Mütefekkirimiz yoktur... Bunu bugün aramak biraz saçma. Çünkü dün de yoktu. Bir İmam Gazali, bir İmam Rabbani, bir Muhiddin Arabi çapında mütefekkir gelmemiştir. O halis bir devirdi, o devrin son bakiyelerini Mârifetnâme’de görürsünüz, sâhibi İbrahim Hakkı kopist olmakla beraber orijinal bir eser ortaya koymuştur. Zaman ve mekâna göre ilmin ne olduğunu Mârifetnâme’de görürüz... Kendisi bir dünyâ tecessüsü içindedir. Sanatla ilmin nasıl birleştiğini Sinan’da görürsünüz. Garplılar hâlâ hayret içindedirler..

Mimar Le Corbusier akustik için ‘Bu mayonez karıştırmaya benzer, tutar veya tutmaz, sanat işidir, bu sebebi aranmazdır.’ Buyursun, akustik nasıl olurmuş

Sinan’da görsün... İçtimaî ve ruhî seviye de bileşik kaplar gibidir. Biri koptu mu öteki de düşer. 

Fransa’da bazı büyük liseler vardır ki agrejelere  ‘eserin nerede?’ diye sorarlar. Orijinal telif eseri olmayan yoktur, mübdi veya mucit olması şart değil. Bergson nedir? Lise hocası ama doktoraları felsefî sistem oluyor.

Bizde gayet rahat saman kâğıdı üzerinde herif kanter içinde, falan hastalığı falan işi falan ameliyatı arayadursun, tamamıyla işin bulaşıkçılığındadır. Hiç yemek yapma arzusu yok, ama düne tam kıymet hükmüyle bakarsak dün de yoktu.

Meselâ: Bir Mustafa Şekip vardı, O’nun evindeyiz Peyâmi Safâ da var, konuşuyoruz. Bir köşede akvaryum var, içinde kırmızı bir balık yüzüyor, çocuğu da oralarda oynuyor. ‘Niçin şu camları kırmıyorsun! Hiçbir şeyinize inanmıyorum! diye bağırmıyorsun? Niçin sende bu haysiyet yok! Hangi âlim cemiyette kendinden ibâret kalır?’ dedim.

Şöyle çocuğunu gösterdi: ‘Viran olası hanede evlâd u ıyal var’ dedi. ‘Balık da var değil mi?’ dedim. İlim sâhibi şeci’ ve cesur olmalı, arayıcı ve cesur olmalı, hiç olmazsa kültürüne İbrahim Hakkı’nın eski kültürden aldığı kadar kültür karıştırmalı... Hayır bu yok... Orada yok da nerede var? Hayır hiçbir yerde yok...

Şu İktisadî faciamız... 

Kaç kere buğday ithal ettik hatırlar mısınız? Amerika ‘Benim buğdayım çok; çürüyor denize dökeceğim, vasıtanızı gönderin alın’ diyordu. Aldıracak vapur bulamıyorduk. İktisadımız böyle de başka şubelerde nasılız... hiç bir şubede arayıcı adam yok... Fantezi arasa bile. Devridaim makinesi sâhibi bir Con Ahmet vardı, onun gibi arasa!

Sonra da sanatta kıtlık hâline geldik. Hiçbir insan hatarattan kurtulamaz, uykuya dalarken birtakım hezeyanlar olur...

Adam bu hezeyanları alıyor, bir satır hâlinde yazsa deli doktoru müdâhale eder, korkuyor alt alta yazıyor, işte şiir diyor... Kalem salatası derler ya... ufak ufak münâsebetler olur arada, bir tedâi olur bunların hiçbiri yok... Bugünün şiiri işte bu. Bunlara ödüller veriliyor merâsimler yapılıyor... Dil yok, Türkçe konuşulan bir yer gösterin gidip orada öleyim...

İkinci Abdülhâmid

İstemeden veya isteyerek Abdülhâmid’e gelmiş bulunuyoruz. Bir tek cümle tahsis edeceğim: Bu Türkiye’de Türk entelektüeli, Türk târihçisi Abdülhâmid’i anladığı gün memleket kurtulmuştur.

Bir gün ‘Türklüğe hakaret’ suçundan mahkemeye düştüm! Hâkime ‘Bu nasıl iştir! Benim ismim Vasil Veled-i Yanko değildir!’ dedim. Ben Türküm, ırkımı istediğim gibi tenkit edebilirim, bu bir muhaldir! Ve muhalin târifini yapmaya mecbur kaldım. Beni Abdülhâmid’e ait bir hatâdan muhâkeme ediyorlar. Ne büyük bir millî dâvânın içinde olduğum görülmüyor. 

Abdülhâmid, nasıl birçok şey... Ne değildire gelince, birçok şey değildir. Büsbütün kâmil de olmadığından tektir. Adam, her sâhada zıddıyla alınmış. Ne yapsın! Bu genç nesillere ‘Târih budur’ diye öğretiyorlar. Onlar bunu mükemmelen yutmaya ve hazmetmeye mecburlar. Ne acı şeydir bu! Benim kendisine dâir bir eserim var. 

Başta da yazdım ben arşiv fâresi değilim. Abdülhâmid bütün bu gelişin farkında idi; son derece büyük dehâ sâhibi, sistem sâhibi ve mütefekkir değil seziş olarak hârika, eşi gelmemiş bir hamiyetperverdi. Buraya Cemaleddin Efganî gelmişti, hemen dehleyiverdi.

Bugün gördüğünüz Vehhabilik’te ve Âkif’in mensup olduğu ekolde Cemaleddin ve Mısırlı Muhammet Abduh birinci derecede tesirli idiler. Ve nihâyet çocukların beynini salata yapıp yiyor diyecek kadar zalim gösterilen Abdülhâmid, mason ve Yahudi propagandasıyla zâlim olarak tanıtıldı. Hâlbuki kendisi ömrübillâh bir adam asmadı... Târihçilere sesleniyorum haberiniz var mı? Benim büyük babam o devirde Mahkeme-i İstinaf reisi idi. Rütbe-i bâlâ ricalinden Mehmet Hilmi, Abdülhâmid’e karşı duracak kadar ileri gitmiştir.

Abdülhâmid devrinde adâlet ne imiş anlamanız için bir vak’a daha söyleyeyim: Bir adliye nazırı mı ne imiş? Sonradan avukattı bu adam. Gelip mahkemede padişaha çatıyor. Büyük babam, ‘Ben, burada O’nun adına icra-i kaza ediyorum salonu terk edin, bu mahkemeye hakarettir’ diyor. Bütün hâkimler ulülemre niyâbet ediyorlar. Fâtih’i ayağa kalkmaya dâvet eden meşhur müftü asil adam. O dakikada bu niyâbetin asâleti kendinde olduğu için hitap etmiştir, bu düğüm çözülemedi gitti. Vakıa bugün o da modalaştı. Allah’ın izniyle benim eserimdir zannediyorum, bir Abdülhâmid muhabbeti yaygın görülüyor.

Evet, bir tek vak’a var! Bir haremağası sarayda karışıklık çıkarıyor. Şeyhülislâm geliyor, ‘Buna da ferman vermezseniz hem şeriatı haleldâr edersiniz, hem bu karışıklığın önüne geçemeyiz’ diyor. Bir o fermanı Abdülhamid kerhen imzalıyor, bir onu astılar.

Mâneviyatla fikrin birleşmesi lâzım. Ondan sonra da mutlaka süngü kuvveti ister. Başka çâre yoktur.

Devler Konuşuyor: S: 45-66 (Özetlenmiştir) Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2004  

BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,

Ne tâze ölüyü mezar.

Ne de şeytan, bir günâhı,

Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,

Yokluğunda buldum seni;

Bırak vehmimde gölgeni

Gelme, artık neye yarar?

ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline,

Kara hülyâlara dal anneciğim!

O titrek kalbini bahtın yeline,

Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,

Gecenin ardında yine gece var;

Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,

Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,

Kanadın yayılmış, çırpınmak için;

Bu kış yolculuk var, diyorsa için,

Beni de beraber al anneciğim! ...

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle,

Ve kavuşmuş rüyâlar, onda, onda misâle.

İstanbul benim canım;

Vatanım da vatanım...

İstanbul,

İstanbul...

Târihin gözleri var, surlarda delik delik;

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

Bulutta şâha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

Şahâdet parmağıdır göğe doğru minâre;

Her nakışta o mânâ: Öleceğiz ne çâre? ..

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O mânâyı bul da bul!

İlle İstanbul’da bul!

İstanbul,

İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;

Yeni dünyâdan mahzun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

Cumbalı odalarda inletir ‘ Kâtibim’i...

Kadını keskin bıçak,

Taze kan gibi sıcak.

İstanbul,

İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,

Ada’da rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;

Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan

Türkçesi bülbül kokan,

İstanbul,

İstanbul...