SERDENGEÇTİ GELDİ GEÇTİ

M. HALİSTİN KUKUL

Okumak ve yazmak bahsinde hiç dur-durağım yoktur. Ancak, okumak’ta, mektup, hâtıra, mülâkat ve hayat hikâyesi/özgeçmiş/hâl tercümesi/biyografi dâima tercihim olmuştur. Bu türler, edebî şahsiyetlerin bir başka cephelerini hattâ biraz da ‘sırlı’ taraflarını ortaya çıkarır, okuyucuya sunarlar. 

Rahmetli Mehmet Çınarlı’dan sıkça duymuşumdur. Derdi ki: “İnsanların en az sır saklayabileni şâirler ve yazarlardır”. Bu, bence de çok doğru bir sözdür!

      

Her fikirleriyle mutabık kalınmasa veya her söylenen ve yazılan tıpatıp hakîkati aksettirmese bile, onlardan aldığım lezzet yanında, bu yolla kazandığım üslûp, fikir ve tecrübe, kanaatlerimin zıddına da olsa, bana istikamet tâyin ederler.

Her dönemde, bir veya birçok nüktedan, hazırcevap, kafası dikine giden, giyiminden sözüne, arkadaş canlılığından pintiliğine, eliaçıklığından gözüpekliğine... tahsilsizinden tahsillisine, şâirinden siyâsetçisine, maarifçisine, askerine, tıpçısına kadar... onca adam gelip geçmiştir de, bütün bu yaptıkları, toplum nezdinde kâh bir kahkahayla, kâh bir vahvahla, kâh bir yazıklar olsunla, kâh bir âferinle... hatırlanır olmuştur.

     

İşte; kıymetli şâir ve yazar Yavuz Bülent Bâkiler’in hazırlayıp okuyucuyla buluşturduğu “Serdengeçti Geldi Geçti”, saymaya çalıştığım bu hususiyetlerden bâzılarına sâhip, toplumda “iz bırakan” veya “renkli şahsiyet” diye anılan bir fikir adamı, şâir, yazar ve siyâsetçi olan Osman Yüksel Serdengeçti hakkındaki eseridir. 

      

Eser; hem bir hâtıralar kümesi ve hem de bir biyografidir. Bâkiler; bir taraftan Osman Yüksel Serdengeçti’yle hâtıralarını naklederken, dîğer yandan da, O’nun, hususî hayatına varıncaya kadar en ince noktalarına nüfûz ederek, bizi/okuru, çepeçevre bir fikrî, fizikî ve p(i)sikolojik yapısıyla Osman Yüksel Serdengeçti ‘portresi’yle buluşturur.

     Bâkiler’in, “Haydi Bismillah” la yaptığı girişten bir bölümü naklederek başlamak isterim. Diyor ki:

 “1955-1960 yılları arasında sabahtan öğlene kadar fakülteye gidiyor, öğleden sonraları hemen hemen her gün vaktimi Serdengeçti yazıhanesinde geçiriyordum. Oraya, çok çeşitli kişiler geliyordu. Bazen hiç bilmediğim, duymadığım, okumadığım konular konuşuluyor, tartışılıyordu. Osman Yüksel de çok nüktedan bir kimse idi. Nükteler, onda bir Akdeniz bereketiyle sıradaydı. Anlattıklarını yazıyordum. Doğrusu bu kitapta okuyacaklarınız ondan dinlediklerimdir.

    

Osman Yüksel, Türkçü-Turancı düşünceler içinde yaşayan bir kimse idi. Şiddetli ölçüler içinde antikomünistti.  Mücadaleci bir mizaca sahip olduğu için Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin son sınıfında okurken fakülteden kovulmuş, sıkıyönetim mahkemesine verilmiş, tabutluklarda büyük çileler çekmişti. 

     

Osman Yüksel, Türk ve Türkçü olduğu için mezun olmasına sadece iki ders kaldığı halde Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden kaydı silinmişti. İstanbul’da Sıkıyönetim Savcılığının tabutluklarında bin beş yüz mumluk ampuller altında bayılıncaya kadar bekletilmiş, sonra o daracık tabutluklardan çıkarılıp ağızsız dilsiz, kolsuz kanatsız kalıncaya kadar dövülmüş, kendisine Ankara’da “Hükûmet darbesini nasıl ve kimlerle yapacağı?” sorulmuştu.

     

Ne hükûmet darbesi? Bütün suçu, komünizme karşı olmak, Anafartalar’daki Adliye binası önünden Ulus Meydanı’na kadar komünizmi tel’in eden cümleler atarak yürümek, sonra Ulus Meydanı’nda İstiklâl Marşımızı söyleyerek dağılan fakülteli arkadaşlarıyla birlikte olmaktı.

     

Fakülteden kovulunca Serdengeçti isimli bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Derginin hemen hemen her sayısı, savcılarımız tarafından çok sıkı bir kontrolden geçiriliyor; Osman Yüksel hakkında ikide bir tevkif müzekkereleri kesiliyordu.

     

En büyük suçu, CHP iktidarının bazı icraatlarını dikkate alarak yapılan yanlışlıkları tenkit etmesiydi. İktidarın tenkide kat’iyyen tahammülü yoktu. Osman Yüksel diyordu ki:

    

 “Bir Cumhuriyet rejiminde iktidarı tenkit etmek bizim en tabiî hakkımızdır. İlmin temeli tenkittir. Tenkitsiz ilim, tenkitsiz medeniyet, tenkitsiz rejim, tenkitsiz insan olmaz. Batı’da tenkit, okuyan, araştıran, yazan, düşünen kimselerin en tabiî hakkıdır. Batı’da tenkit kınanmaz, cezalandırılmaz, susturulmaz. İktisaden ve fikren geri kalmış ülkelerde ise, tenkit, anlatılmaz bir öfke kaynağıdır. Okumayan, bilmeyen, öğrenmek istemeyen kafalar, tenkit karşısında isyandadırlar.” (Sf. 8-9)

   

 “Serdengeçti Gelip Geçti”; bir ‘çile adamı”’nezdinde, bir devrin ifade ve ifşâsı, masaya yatırılması, tahkiki, tenkidi veya sosyolojik bir tahlilinin edebî bir üslûpla takdîmidir.

    

Yavuz Bülent Bâkiler’in, bu tarz eserleri arasında Âşık Veysel, Elçibey, Ârif Nihat Asya İhtişamı gibi eserlerinin de bulunduğunu söylemekte fayda görürüm. 

     

Yazar; 1955 yılında Hukuk Fakültesi’ne girişinden îtibâren tanıştığı Osman Yüksel Serdengeçti ile, vefât târihi olan 10 Kasım 1983 târihine kadar geçen 28 senelik ağabey-kardeşlik, gönüldeşlik-fikirdeşlik ve arkadaşlık dönemini kayda almıştır. 

     

Osman Yüksel Serdengeçti ise, 1917’de Antalya/Akseki’de dünyaya gelip,  10 Kasım 1983 tarihinde Ankara’da Hacı Bayram Camisi’nde kılınan namazı müteakip bu âleme vedâ târihine kadar geçirdiği 66 senelik ömründe; 32 kitap yayınlamıştır.

      

Hakkında 53 kovuşturma açılmış, 80 defa mahkemeye verilmiş, 8 defa hapse düşmüş ve 4 yıl 2 ay hapis yatmıştır. Bir dönem Milletvekilliği yapmış ve Serdengeçti Dergisi’ni (1947-1962) sâdece 33 sayı çıkarabilmiştir. 

      

Yakın Plan Yayınları arasında neşredilen 302 sayfalık eserde şu ana başlıklar bulunmaktadır: “Haydi Bismillah, Yıkıldılar Yazısıyla Başlayan Yıkılmayan Bir Dostluk, İlk Türkçe Dersim, Öz Türkçe Değil Yoz Türkçe Yoz Türkçe, Dergisinin İsmiyle Ünlenen Adam, 3 Mayıs 1944 Nümâyişlerine Katılınca, Serdengeçti Çok Nüktedan Bir Adamdı, Necip Fâzıl’a Takılmaları, İlk ve Son Kırgınlığımız, Atatürk’ün Ruhunu Çağırınca, Kaç Türlü Atatürk Kaç Türlü Atatürkçülük?, Bağrıyanık Gazetesi, CHP Fikriyatına Neden Şiddetle Muhalifti?, Osman Yüksel’in Mektupları, Bataklık Kurutur Gibi Pekmez Yemek, Topal Cemal’in Muhafızı, Hastalığının İlk Belirtileri, Evliliği Evlilikten Şikâyet Mektubu, Ayasofya, İki Ayaklı Öküzlerimiz, Mehmet Âkif Bana Osman Yüksel’i Sevdirdi, Alevîlik Konusunda İlk Dersim O. Yüksel’den, Said-i Nursî İçin Önce Şüphe Sonra Hayranlık Duydu, Ah Atatürk Türkiyesi, 27 Mayıs İhtilâl Değil Âdi Bir Hükûmet Darbesidir, Tavsiye Ettiği Bir Kitabı Okuduğum İçin Başıma Gelenler, Türkistan’ı Ağlayarak Anlattım Beni Ağlayarak Dinledi, Siyasete Atılınca Neler Yapmak İstedi, En Son Okuduğu Kitap: Atatürk’ün Uşağı İdim, Serdengeçti Orhan Şaik Gökyay’ı Anlatıyor, Zeki Velidi Togan Devleti Devirecekmiş!”

        

Yavuz Bülent Bâkiler’e yazdığı mektuplarının birinde, dünya görüşünü hulâsa eden şu cümlelerini naklederken, O’nu rahmetle anıyorum.  Diyor ki: 

Ben cemiyet adamı, ben toplantı adamı, ben Meclis adamı, ben seçim adamı değilim. Allah, kâinat, cemiyet, devlet, hükûmet karşısında görüşlerimi yazdığım içindir ki, ister istemez buralara kadar sürüklendim. İman ve fikir adamı olmak başka, cemiyet adamı, meclis adamı olmak yine başka. Bu sefer bunu daha iyi anladım. “ (Sf. 164)  

YAKIN PLAN YAYINLARI:

Cumhuriyet Mahallesi, Halaskârgazi Caddesi, Nu: 97-7 Osmanbey, Şişli – İstanbul. Telefon: 0.212-458 20 22 / Belgegeçer: 0.212-458 20 77 e-posta: [email protected]  /  www.yakinplan.com.tr      

M. HALİSTİN KUKUL (Em. Öğretim Görevlisi- Şâir ve Yazar)

01 Ocak 1943 târihinde T(ı)rabzon’un Beşikdüzü ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu orada okudu. 1961 yılında Erzincan Askerî Lisesi’ni bitirerek aynı yıl Kara Harp Okulu’na girdi. 21 Mayıs 1963 hâdiseleri sebebiyle oradan ayrıldı. Sonra, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi F(ı)ransız Dili ve Edebiyâtı Bölümü’ne girdi ve fakülteden 1967’de mezun oldu. Kısa bir süre liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra, Ocak 1972’den îtibâren Diyarbakır ve Samsun Eğitim Enstitüleri’nde ve bilâhare Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı.

İlk şiirini, 1961 yılında ‘Harbiye’nin Sesi’ dergisinde yayınladı. Bunu takiben: Türk Edebiyatı, Defne, Çağrı, Hisar, Millî Kültür, Erciyes, Töre, Sur, Ülkemiz, Zafer, Kültür ve Sanat, Güneysu, Çaba, Türk Yurdu, Seviye, Karınca, Bizim Ece, Bizim Külliye, Boğaziçi, Toker, Yeniden Diriliş, Öncüler, Uzun Sokak, Çınar Gençlik, Türkiye Çocuk, Sarmaşık Kültür, Somuncu Baba, Toşayad Kümbet, Türkmence, Aydın Efesi… dergileri ile; Bab-ı Âli’de Sabah, Tercüman, Ortadoğu, Türkiye, Hergün, Millet, Zaman, Yeni Düşünce, Büyük Kurultay, Millet, Türkeli, Gündüz… gazetelerinde şiirleri, hikâyeleri ve makaleleri yayınlandı.

Edebiyât ödülleri: Ülkemiz Dergisi şiir yarışması birinciliği (1968); Töre Dergisi şiir yarışması 2. Teşvik ödülü (1984); Tercüman Gazetesi şiir yarışması 3. Mansiyonu (1985); Türkiye Millî Kültür Vakfı Çocuklar İçin Şiir Yarışması 2. Mansiyonu (1987); Türk Edebiyâtı Vakfı Mehmet Âkif Şiir Tahlilleri Yarışması (Üniversite Öğretim Üyeleri G(u)rubunda) birinciliği (1987); Eskişehir Valiliği Yûnus Emre şiir yarışması 3. Lüğü (1992); Ortadoğu Gazetesi şiir yarışması 3. Lüğü (1992); Türkiye Millî Kültür Vakfı şiir yarışması 2.liği (1994).

Yayınlanmış Eserleri:

Şiir dalında: Türk’ün Ayak Sesleri (1974); Sonsuzluk Merdiveni (1987); Şiirlerle Nasreddin Hoca Fıkraları (1989-1990-1999-2006-2014); Uyanmak Zamanı (2017)

Resimli Nasreddin Hoca Çocuk Şiirleri Kitapları: Parayı Veren Düdüğü Çalar (1998); Ye Kürküm Ye (1998); Buyurun Cenaze Namazına (1998); Ya Tutarsa (1998); Biraz Da Biz Ölelim, (1998); Kuyudan Çıkardım Ya (2006); Hırsızın Hiç mi Suçu Yok (2006); İçinde Ben de Vardım (2006 ); Hepsinin Tadı Aynı ( 2006); Yorgan Gitti Kavga Bitti (2006), Ayçiçekle Nurdede (1989)

Manzûm Destanları: Kıbrıs Destanı (1975 – 1988); Dağıstanlı Arslan Şeyh Şâmil Destanı 1992-1995-1997); Kanije Destanı (1992-1997)

Tiyatro dalında: Gelincikler Narindir (1986); Havada Bulut Yok (1986 )

Hikâye dalında: Zincirli Tepe (1985); Sevgi Çemberi (1991); Yarınlar Daha Güzel (1998)

İnceleme dalında: Şeyh Şâmil ve Çeçenistan (2002); Mevlâna Eşiğinde (2007); Çilenin Sultanı (2013)

Mektup dalında: Post-Nişîn’e Mektuplar (2004 ).

Binin üzerinde makale ve denemesi bulunan M. Hâlistin Kukul hakkında, hazırlanmış dört lisans tezi de mevcuttur. Hâlen, yurdumuzun tanınmış edebiyât ve fikir dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlanmaktadır.

Kukul’un iki çocuğu ve üç torunu vardır. 1997 yılında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi olarak emekli olmuştur.

DERKENAR:

TDK CUMHÛRİYETİ:

C. YAKUP ŞİMŞEK

"TDK'nın Cumhûriyeti" diye başlık atacaktım, değiştirip "-nın" ekini attım. Çünkü şimdi bâzı okurlar "Bak şu adama!" diyecekler. 

"Adam dil hakkında yazılar yazıyor; fakat daha TDK kısaltmasına ince ek mi kalın ek mi gelir, bilmiyor..." 

***

Ey Türkçe hocaları! 

(Size "hoca" diye hitâb etmemden rahatsız olduysanız özür dileyip hitâbımı derhâl değiştiriyorum.) 

Ey Türkçe muallimleri!  

Farkındayım, yukarıda "fakat"tan önce noktalı virgül kullandım, bu da TDK kaaidelerine göre yanlış.

Sanırım, 2005'e kadar "fakat"tan önce noktalı virgül kullanıyordu, sonra ordan kaldırdı. 

Haa, yukarıda çift "aa" ile yazdığım "kaaide" ve “ordan” kelimesinin imlâsı da TDK'ya aykırı, onları da biliyorum. 

Hay Allah, bu sefer de "TDK'ye" diyeceğim yerde "TDK'ya" dedim!

Yok canım, ben bu Türkçeyi doğru "kullanamıyacağım." 

Eyvah, bu son kelimeyi de TDK gibi değil Yahya Kemal gibi kullandım: bitmiyen, zümrütliyen vs. 

Kısaca, TDK'ya aykırıyım... 

Demem o ki, TDK'ya uymayan bâzı imlâ ve noktalamalarım dolayısiyle (meselâ bu), zahmete girip de o "yorum" denen şeyleri yazmak için kendinizi hiç yormayın, istemiyorum...

Üstelik böyle “yavan yahşi” mevzûlar kafanızı tatmîn etmez.

Arzu ederseniz size doyurucu bir beyin gıdâsı ikrâm edeyim, buyrun:

TDK Türkçesiyle kemâle ermiş ve Türkçenin büyük ustaları arasına girmiş birini tanıyor musunuz?..

Ne oldu, beyninize ağır mı geldi?

E, ağır geldiyse, ayıp değil, bu sofradan kalkıp yine abur cubura devâm edebilirsiniz.   

*** 

Peki, TDK mı daha çok aykırı, ben mi?

(Aklıevveller de istiyorlarsa bu cümleyi kurcalasınlar: Cümlenin sonuna "aykırıyım" kelimesini mi ilâve etmeliydim?) 

TDK ile -bu hususta- farkım şu: 

TDK, kendi yazdığına kendisi tam uyamıyor; bense TDK'nın bâzı kaaidelerini saçma bulduğum için ona aykırı yazıyor ve konuşuyorum.

İstesem uyarım; fakat kasden uymuyorum.

Kısaca, koca TDK Cumhûriyeti'ne kafa tutuyorum. 

Ayrıca, şu medya veyâ edebiyat dünyâsında TDK'nın imlâ ve noktalama kaaidelerini, 

A) Yüzde yüz benimseyen var mı?
B) Yazarken tam tatbîk eden bulunur mu? 

Ben bilmiyorum, olduğunu da sanmıyorum. 

Böyle birini bilen-bulan varsa lütfedip bize de söylesin, çok makbûle geçer...

*** 

Peki, şu "cumhûriyet" mi doğru, "cumuriyet" mi, yoksa "cumurluk" mu? 

E, öz Türkçeciler bunu da tartışabilir meselâ. 

Bakın, size TDK'nın ilk olarak 1935’te neşrettiği “Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu”ndan birkaç madde sunayım da "cumurluk" neymiş, görün.

Görün de gözünüz açılsın:   

Cumur = Cümhur = Public

Cumur Başkanı = Reisi Cümhur = Président de la Republique

Cumur Başkanlığı = Riyaseti Cümhur

Cumurcu, cumurcul = Cümhuriyetper = Republicain

Cumuriyetler, cumurluklar = Cemahir

Cumurluk, cumuriyet = Cümhuriyet = Republique

Cumursal = Cümhurî 

(Bunları da Cumhûriyet Bayramı dolayısiyle Türkiye'nin öz Türkçecilerine hediye ediyorum.)

***

Bundan sonra "Cumhûriyet Bayramı"ndaki o Arapça kelimeyi de öz Türkçeye çevirip "Cumurluk Bayramı" yaparlar belki.

(Dil dediğin sürekli değişir, değil mi? Canlı bir şey, ne de olsa. Çevir dur; beğenmedin, yine değiştirirsin...) 

1930'ların TDK'sı, bereket versin, milletin bu "cumurluk"u dişine vurduktan sonra yüzünü buruşturma -ve “çamurluk”la karıştırma- ihtimâline karşı yedekte bize bir "cumuriyet" sunmuş.

Evet, "cumhûriyet" değil "cumuriyet." 

Bülent Ecevit bir zamanlar "Cumhûriyet Halk Partisi" derken o kelimeyi "cumuriyet" gibi telâffuz ederdi, yanlış hatırlamıyorsam.

(Kendisi, uyduruk kelimelere düşkündü; fakat telâffuzu çok iyiydi.)

Yâhu, "cumhûriyet"ten vazgeçip "cumuriyet"i getirseniz bile Arapçadan kurtulamıyorsunuz.

Haa, Arapçadan gelme “siyâset” kelimesini taklîd ederek peydahladığınız “siyasa-siyasal” gibi ucûbelerinizi de unutmayız.

*** 

Sakın bunları "fantazi" filân zannetmeyin.

Netîce îtibâriyle böyle ‘lügat-ı müvellede’ler, Atatürk'ün sağlığında, onun tâlîmâtıyla, en azından onun bilgisi dâhilinde doğuruldu, yoğuruldu.

Üstüne de "Türkçe" diye resmî damga vuruldu, âlây-ı vâlâ ile millete duyuruldu. 

Bu arada, unutmadan söyleyeyim (Bakın, bu sefer "söyliyeyim-söyliyim" gibi Türkçe hatâları işlemedim): 

TDK’mız bu meşhur “Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu”nu  bu sene tekrar bastı. 

Cumhûriyet Bayramı dolayısiyle öz Türkçecilere ben de bu müjdeyi vermiş olayım.

***

Üstelik bu “Kılavuz” sudan ucuz: Yalnızca dört (4) TL. 

Sanırım 83 yıldır dört duvar arasında kalan bu mücevherler kralı öz Türkçe şâheserinin tekrar gün yüzüne çıkması dört gözle bekleniyordu. 

"Yabancı" kelimeleri terk etmek için dört dönüp dört bucağı dolaşan; gelgelelim dört yanı deniz kesilen Öz Türkçeciler artık hiç yorulmasınlar.

“Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu”nu kapışsınlar, dört elle yapışsınlar. 

Yapışsınlar da dört üstü murat üstü ve zevkten dörtköşe olsunlar...

Bundan sonra dört dilekleri gerçek olur, hep dört ayak üstüne düşerler, kim bilir...

***

Doksan beş yıldan beri hiçbir Cumhûriyet Bayramı’nda kimse böyle dört dörtlük bir sürpriz yapmamıştır bence...  

Bu müjdem karşılığında sizden istediğim, dört TL bile tutmayan, yâni bedâvâ bir şey:

Bundan sonra “cumhûriyet” gibi Arapça bir kelime yerine “cumurluk” deyin...

Meselâ bugün dörtçeker arabanızla bir dört yol ağzında durun, gelip geçenlere elinizdeki “Kılavuz”u sallayıp “Cumurluk Bayramı’nız kutlu olsun!” diye bağırın.

Ama bu sırada gözünüzü dört açın!

Eğer bu şekildeki bayramlaşma denemenizin maksat ve inceliğini anlamayan, bir de öfkelenerek size saldırmaya kalkan olursa derhâl gaza basıp arabayı dörtnala kaldırın.

Hem böylece diğer öz Türkçecilerden bir derece üstün olursunuz.

Bülent Ecevit ve Ahmet Necdet Sezer dâhil.

İki kere iki dört...

(Yazarının müsaadesiyle iktibas edilmiştir)