Kitaplarım ve ben, uzun bir yolculuktayız beraber. Bu yolculuk öyle mütevazi, öyle samimi, öyle güzide bir yolculuk ki başka kimselere ve hiçbir şeylere ihtiyaç duymadan ilerliyoruz birlikte. Böylesine bir kendi kendine yetebilme durumunu, başka bir alanda yakalamam da pek mümkün olmuyor henüz.

Çocukluğumda, açacağım bir kütüphanenin hayallerini kurardım, bu niyetle kitaplarımı saklardım. Kitaplarım, kendi evime sığmayacak sayıya geldiğinde biraz baba evinde, biraz akrabaların evinde derken saklamakta güçlük çekerek dört bir yana yayılmaya başladım. Çok sonraları, bir kütüphane kurma hedefinin, var olan şartlarda boyumu aştığını fark edip biriktirdiğim kitaplarımı dağıttım, halen daha bitirdiğim kitaplarımın notlarını alıp araştırmalarını yaptıktan sonra dağıtıyorum. Haftamın birkaç saatini de bir hayırseverin kurduğu, gönüllüler aracılığı ile işletilen bir kütüphanede, gönüllü olarak çalışarak geçiyorum. Arada bir de Türkiye’de, kütüphaneler kuran idealist öğretmenlerin ve de gençlerin haberlerini alıyorum, elimden geldiğince yetişmeye çalışıyorum. 

Beyin kolay kandırılabilir bir yapı, kütüphanenin gerçekten sizin mi yoksa başkasının mı olduğuna çok takılmıyor. Ruh ise zaten sevgi odaklı, kitapları sevip ulaşamayanlarla buluşturmaya vesile oluyor. Böylelikle yine tutkunu olduğum kitaplara dokunarak onlara emek vererek kendi yaşam amacıma, değerlerime hizmet ediyorum. Tatmin sağlayıcı bir alternatif geliştiriyorum kendimce.

Gençlik yıllarımda, kitapevinden içeri girdiğimde, kasanın hemen ilerisinde, girişin ortasında, yeni çıkan kitaplar sıralanırdı. Bütün kitaplara, haftada bir bakar, yeni bir kitap çıktığını görünce sevinçle alırdım. Eğer harçlığımı çarçur ettiysem başka bir şeylere o aralar, şehrimizin, lise karşısındaki hanının giriş katında, güzel bir sahaf vardı, temiz okuduğum kitapları götürür yenileri ile takas ederdim. 

İki kız kardeşin işlettiği, menusu olmayan, dört beş masalı bir kafe vardı. O gün, canları ne pişirmek istediyse o, olurdu masada. Gazetemi de çantama sıkıştırır, her yeni aldığım kitapla, günümü kutlamaya oraya giderdim. Kafeinle pek aram yoktu o zamanlar, sırf kokusunu duymak için bitki çaylarından sipariş verir, mevsimi ise salep içerdim. O dönemler, pek meditasyondan haberim yoktu lakin bugünkü tecrübelerimle geriye dönüp baktığımda saatler süren bir meditasyonun içinde görüyorum kendimi, bitki ve baskı kokuları ritüeline karışmış…

Kitaplarımla aramıza ilk kez evladım girdi. İlk kızım doğduğunda, hayatın verdiği birçok başka yükün de etkisiyle senelerce, yüksek lisans ve iş eğitimi kitaplarım dışında, hiçbir kitaba dokunacak vakti yaratamadım. Kitaplarımla yeniden gerçekten kavuşmamız, arkadaşım Duygu’nun bir sosyal medya hesabı açıp sadece okuduğu kitapları paylaştığı günlere dayanır. Hep denir ya “bir şeylere sevgiyle dokunun ya da hiç dokunmayın”, sevgiyle yapılan her şeyin evrende yankıları oluyor. Duygu, kitaplarını paylaştıkça ben özlemimi hatırladım, yeniden alevlendi her şey ve kitaplarıma döndüm.

Kitaplar, donanımı sınır tanımayan dostlar,

Kitaplar, bin bir evrene açılan kutsal portallar,

Kitaplar, kendi kendimizi gördüğümüz, onaylayabildiğimiz, sağlamasını yaptığımız mihenk taşları,

Kitaplar, hep bizlerden birkaç kulvar ötede koşan, yetişmenin mümkün olmadığı tatlı rakipler,

Kitaplar, at gözlüklerimizi gözümüzden söküp atan keskin bıçaklar,

Kitaplar, her milletten atalarımızın bilgeliğinin bizlere seslendiği evrensel anıtlar…

Yeter ki tıkanmasın kitaplardan aldıklarımız, sadece beyinlerimizde! önce şekillendirsin bizleri, sonra aksınlar hayata bizler aracılığıyla…

Bir de bu yazıların aynı tutkuyla kavuştuğu okurlar var ki, onların geri bildirimleri hep bir tebessüm, hiç tanışmadan anlaşılma, anlama sebebi.