Evet; kimine hayhay, kimine vay vay diye, diye böylesi karmaşık günlere gelindi!... Kim veya kimlerdi bu; “Hayhay, vay, vay” diyen veya diyenler? Fazla uzatmaya lüzum yok: (BEYNELMİLEL BASIN VEYA MEDYA) bizzat kendisidir!...
Dünyanın sürat’li bir değişime uğraması adeta enkaz haline gelmiş bulunan Avrupa kıtasının, talihsiz insanlarının öylesi bir ortam içinde dünya ahvalinin hâlini ne görebilecek ve ne de tartışabilecek hâlde değildi...
Eski dünya’yı (Nazi zulmünden) kurtarmaya gelmiş bulunan(!) işgal orduları, Avrupa insanına adeta kan kusturmakta: Dünlerde (Nazileri) adeta göklere çıkaran basın, şimdi ise onları yerden yere vururken, işgal orduları mensuplarını da adeta birer “kurtarıcı kahramanlar” olarak(!) alkışlamaktaydılar...
Gerçi hemen hiç kimse Cumhuriyet rejimi ve Halaskâr Gazimizden şikâyetçi değildi ve tam aksi, eskiye nazaran daha da bağlıydı. Ancak II.Cihan Harbi ve daha sonraki yıllar içinde (A.B.D) kanalı ile insanlarımızın ve diğer ülkelerdeki insanların kafalarına bir takım fikirler ve yeni bir hayat tarzı gibi düşünceler aşılanmış ve böylece “eski dünya” yaşantısı diğer ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de hayli sarsılmıştı...
Bu niçin böyle olmuştu? Böyle olmuştu, çünkü, Gazi Hazretleri’nin vefatından sonra ülke idaresini üstlenenler, Atatürk adını kendilerine paravan yaparak; kendi inançlarını ve uygulamak istedikleri bir takım fikir ve idare tarzını, Atatürk’ün inkılâpları doğrultusundadır iddiası ile uygulama safhasına geçmişler ve bu meyanda, Atatürk’ün “Milliyet anlayışı” bir tarafa itilerek, bilhassa ırklar üzerinde durulmuş, “dinen azınlık olanlar” günah keçisi misali, hemen her yanlışın müsebbibi veya doğrudan icracısı saymakla hatalarından kurtulabilmenin en kestirme yolunu bulmuşlardı!... Bu meyanda “Amerikan düşünce ve idari sistemindeki bazı faktörleri sessiz sedasız ülkemize sinsice sokulmaktaydı...” (1948-1958) yılları arasında hayli ilerleme kaydedilmiş, Sovyet-Rusya tehditti ise, ABD’nin saflarında yer almamızda birinci derecede rol oynamıştı. Hele yıllar yılı ülkemiz sinemalarının beyaz-perdelerini tabiri caiz ise tekeli altına almış bulunan ABD filmleri, siyasî propagandanın en âlâsını uygulamaktaydı...
Bu meyanda milletimiz ise bir bütün olarak: (KİMİNE HAYHAY, KİMİNE VAYVAY) demeye her geçen gün biraz daha alışmaya başlamış, siyasî düşünce; aynen ekmek, su gibi, günlük hayatının bir parçası hâlini almıştı...
Çok enteresandır; kahir ekseriyeti teşkil eden milletin İslâmi kesimi; siyasîlerin ekseriyetine hitabında: (KİMİNE HAYHAY, KİMİNE VAYVAY!) diyerek kendisine has bir çizgide sözde “siyaset yaptığını” sanmaktaydı...
Bu meyanda hemen hiçbir (izm) boş durmamakta ve ülkemizin belli başlı şehirlerinde adeta kilit noktalarına sessizce yerleşmekte: “Komünizm, Sosyalizm, Faşizm, Nasyonal Sosyalizm ve Kapitalizm” ve ayrıca muhafazakâr sınıf da kendi açısından harekete geçmiş: “İnananlar ve inanmayanlar” gibi bölücü akımda onlar da kendi açılarından paylarına düşeni uygulayıp, yerlerini almaktaydılar...
Ülkemizde sinsice yerleşen bu bölücü ayırımlar, nihayeti taraflarca kanlı çatışmalara doğru kaymaya başlamış ve de nihayet on-binlerce gencimizin hayatına mal olacak dehşet verici akımlar Türkiye’nin kader çizgisini menfi yönden zorlamaya başlamıştı...
Bu durum nerelere kadar vardırıldı?... Yüksek müsaadelerinizle onu da arz edelim; “Sağ-Sol çatışmaları” talebeleri de aşıp, mevcut “siyasî kurumlara” sirayetle, ülke insanını değişik inanç ve kutuplara bölünmesine bilhassa sebep oldu ve böylece, bir takım siyasî emelleri olan kimseler bu ortamdan istifade edebilmek için, var güçleriyle ve el altından kışkırtma eylemlerine geçtiler ki, onların bu hareketleri binlerce insanımızın nahak yere yoklara karışmasına başlıca sebep teşkil etmiştir!...
27 Mayıs 1960 Askeri harekâtından sonraki yıllarda zuhur eden bu menfi hadiseler, yeniden uygulanan “Askeri darbeler” kısmi başarılar dışında bir muvaffakiyet elde edemedi. Bu durumun başlıca sebebi ise: “27 Mayıs 1960” Askeri harekâtı esnasında çevrilen bir takım “siyasî manevraların” ordu mensupları tarafından görülmemiş olması; Milletin kahir ekseriyetinin orduya karşı soğukluk duyduğu, anlaşılamamıştı. Dolayısıyla 27 Mayıs’tan sonraki Askeri hareketler birincisi derecesinde onay görmedi. Bu niçin böyle oldu? Halk hangi sebepten dolayı askeri müdahalelere karşı soğukluk duymaktaydı? Bunun cevabı, 27 Mayıs Askeri Darbesi’nin günlerinde saklıdır... Şöyle ki, Askeri Darbenin uygulandığı dönem içinde (C.H.P) mezkûr darbenin meydana getirdiği ortamdan istifade ederek, bir şekilde iktidar kapısını açmaya çalışmaktaydı...
Basının büyük bir bölümü, (D.P.) iktidarını topyekûn mahkûm etmekte, akla gelmedik iftiralarla D.P. iktidarının sözde kirli çamaşırlarını birinci sahifeden büyük puntolarla halkımıza aktarmaktaydı. Meselâ: (CELAL BAYAR, ÖLDÜRTTÜĞÜ HARP OKULU TALEBELERİ’NİN CESETLERİNİ KIYMA MAKİNELERİNDE ÇEKTİRİP DENİZE ATTIRMIŞ...) gibi aslı astarı olmayan haberlerle sabık iktidar mensuplarını ve bilhassa lider sınıfını halkın gözünden düşürebilmek için yalan, yalan üzerine kondurulmakta ve basın da kendi payına düşen(!) hizmeti; millet ve adalet adına(!) yerine getirmekteydi...
(1960-1965) yılları arası, başka vilâyetleri pek bilemem amma, İstanbul o yıllar içinde; mor bir atmosfer ortamında, yarınlarına endişeyle bakmaktaydı!...
Bütün bu satırları niçin yazmaktayım? Şunun için yazmaktayım; Günümüz iktidarından (30 Nisan 2012 Pazartesi) son derece rahatsız olan ve her daim tenkit ederek, halkı bu iktidarın elinden kurtaracaklarını (!) ısrarla söyleyen CHP, bir tek hususu düşünememektedir ki, o da şudur: “CHP’den sonra iktidar olan hangi siyasî parti olursa olsun, iktidar oluşunun, hem de oy açısından kahir ekseriyete erişerek iktidar olmasının, başarı hanesinde en büyük etken; C.H.P’nin halkı bezdirmesi olmuştur.”
Değerli okuyucularım! Sakın yanlış anlaşılmasın, bendeniz AK Parti veya bir başka partili değilim. Ve saygıdeğer TBMM’ne en az 2-3 Ermeni Milletvekili alınmadıkça, adına azınlık denen kesimden, “muvazzaf Subay” çıkmadıkça, hemen hiçbir siyasî kuruluşu ne destekleyecek ve ne de mensubu olabilme niyeti taşımayacağım. Çünkü, ülke ve devlet bütünlüğü içinde, asli vatandaş olabilmek için, mezkûr haklara sahip olmak şarttır. Sakın, mezkûr haklar varittir gibi lâfazanlıklarla iş geçiştirmeye kalkışılmasın. Zira; görünen köye kılavuz istenmez!..
(1923-1938) dışında kalan sonraki yıllarda, biz Gayr-ı Müslimler hiçbir şekilde normal vatandaş muamelesi görmedik: (AZINLIKLAR EN LÜKS SEMTLERDE OTURUYOR, AZINLIKLAR ÜLKEMİZİ SÖMÜRÜYOR vs. vs.) Bizlerin yıllar yılı işittiğimiz tek kelam bu olmuştur...
Şimdi ise, (1 Mayıs 2012 Salı) AK Parti sayesinde: (Oruç aylarımızda AK Parti, hemen her Ermeni semtine otobüs tahsis ettirerek, hangi kilise’de ayin icra edilecekse, cemaat mensuplarımızı o kiliseye ücretsiz götürmekte ve geri dönüşte de tekrar semtlerine taşımaktadır. Keza, Hazreti Padişahlarımızın; hizmetlerimizin karşılığı olarak, lütfettikleri “Vakıf kurabilme hakkımızı, Gazi Hazretleri dahi elimizden almamışken, merhum Ecevit, daha sonra Sayın Baykal elimizden almaya kalkışmışlar ve bilahare Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan, vakıflarımızın iadesini sağlama inceliğini lütfederek; Türk ve İslâm adaletindeki yüceliği bütün dünyaya göstermişlerdir!...)
Dahası, henüz “Büyük Şehir Belediye Başkanlığı” yıllarında, Eyüp semtinin: İslâm Bey Mahallesi Kanun Sokak No:5 hane numaralı (SURP-ASDUAZAZİN KİLİSESİ) vakıflarıyla birlikte Ermeni Cemaatinin elinden alınmak istenmiş ve fakat Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan Bey’in derakap müdahaleleriyle meseleye el konmuş ve mezkûr tarihi Ermeni Kilisesi tekrar ibadete açılabilmiştir. Mevzubahis Kilise’nin ilk inşa edildiği tarih (1675)lere dayanmaktadır. Son onarım tarihi: (1991). Ve bu tarihi ibadethane bir şekilde yoklara karıştırılmak istenmiştir!...
Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan Bey için, “dinci” diyenler, ya yanılmakta veya siyaset yapmaktadırlar. Zira, Sayın Başbakanımız; “Dinci değil, dindardır.” Zira, Ermeni Kilisesini, Ermeni Cemaati’nin elinden almaya kalkışan şahıs, “İslâmi kesimdendi”!...
Gördüğüm kadarı ile: (Ne gelene Hayhay!, ne gidene Vay, Vay!) diyen bir mizacı olmayan Başbakan Tayyip Bey’in bilhassa muhalifleri tarafından en gaddar şekilde tenkit edilmesindeki başlıca sebep bu olsa gerek. Yânî; açık sözlü ve de kesin icraatçı olması!..
Memleket içinde “Birlik Beraberlik” edebiyatından medet umarak, büyük, büyük laflarla bir yerlere varacaklarını sananlar, Türk Milletini gerçekten pek saf görmektedirler ki, bunlar eskiden de böyle idi!...
Soruluyor: (TİYATROCU KİMDİR?)
Cevabı gayet basittir: (KİM OLACAK, O DA BENİM GİBİ BİR İNSANDIR!)
Gazi Hazretleri ne buyurmuşlar:
(Tiyatro yalnız hoş bir vakit geçirme, bir eğlence aracı değildir. Bir ulusun fikri seviyesini yaşayışını ve zevkini de yansıtan büyük bir sanat dalıdır.)
Tek kelime ile bu doğrudur. Ancak, Gazi Hazretleri şayet (1970’li yıllarda) edebiyete intikal etmiş olmasaydılar ve 1970-1980’li yıllarda sadece İstanbul’un tiyatro sahnelerinde “San’at adına” ne yaman manevralar çevrildiğini görebilseydiler, acaba ne derlerdir?...
Yukarıda kayda geçtiğim yıllarda; aşağı yukarı hemen bir çok tiyatro müşterisizlikten kapanmaya mecbur kalmıştı. Çünkü, San’at adına halkın zihnini çelebilmek, kızıl zehri damardan enjekte edebilmek için, adeta tiyatro sahneleri parsellenmişti diyebiliriz. Daha sonraki yıllarda dünya çapında ünlü bir hanım san’atçımız: (Meselenin bu boyutlara varacağını akıl edememiştik!) diyerek, bir nevi günah çıkartmıştı!...
Dahası; “Eski Yunan, Roma İmparatorluğu”, “Fransa Büyük Devrimi”, “İspanya İç Harbi”, “Arjantin Devrimi”, “Küba Devrimi”, “Meksika Devrimi” vs. bütün bu ihtilâl hareketlerinin halk arasına yayılması ve sevdirilmesinde; Tiyatro aktristi ve aktörleri ile şair ve romancıları büyük çapta rol oynamışlardır. San’at tarihini iyi tetkik etmiş olanlar da bu durumu iyi bilir.
Sanat’çı dendiği zaman, san’at âleminden ziyade “imtiyazlı bir sınıfın” özel dünyasından söz edildiği düşüncesi dimağlarda yer etmeğe başlamıştır diyebiliriz!.. Bu tamamen yanlış ve sakat bir düşüncenin hayata geçirilmesine çalışılan bir taktikten ibarettir, diyebiliriz.
Tiyatro tabii ki, bir kültür ocağıdır. Bunun aksini savunmak veya en azından düşünmek dahi abesle iştigal etmekten ileri gitmez. Ve lâkin Tiyatro’nun bir kültür ocağı oluşu, ona hizmet veren sanatçıların özel bir imtiyazın gölgesine sığınarak; hemen herkese tepeden bakmak, hemen her şeyi biliyor geçinerek, ukalalık taslamak hakkını kimse onlara vermemiştir ve zaten böyle bir şey düşünmek kadar saçma bir şey olamaz!
Hepimizin de bildiği gibi, bizler millet olarak hemen her beğendiğimiz nesneye abartılı yaklaşımlarla eğilir, fazla incesine bakmadan benimseriz. San’at alanında ise bu daha da enteresandır. Çünkü, “meşhur ile ünlü” deyimlerin arasındaki farktan dahi haberimiz olmadığından; hemen her sahneye çıkanı: “Ünlü sanatçı” sıfatına layık görür, hiç mi hiç düşünmeden böylelerini met eder dururuz...
Atatürk, Tiyatro ve sanatçı hakkında ne buyurmuşlar bir de onu okuyalım.
Yıl: 1932 – ATATÜRK DİYOR Kİ:
(Tiyatro yalnız hoş bir vakit geçirme, bir eğlence aracı değildir.
Bir ulusun fikri seviyesini, yaşayışını ve zevkini de yansıtan büyük bir sanat dalıdır.)
(Sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür.)
Evet! Gazi Hazretleri böyle buyurmuşlar ve her zamanki gibi doğru söylemişler.
Ancak, istisnaları kesinlikle tenzil ederim. Günümüzde sanatçı geçinen ve hemen her yerde bilhassa medya tarafından pek övülen sözde sanatçılar, herhalde; Gazi Hazretlerimizin bahsettikleri gerçek sanatçılar kategorisine girmemektedir!...
Zira, alınlarının ar damarı çatlamış, kasap vitrini gibi görüntüleriyle, gece hayatı yaşarken; kimin eli, kimin cebinde belli değil misali, sözde büyük aşklarını(!) herkese ilan etmekte; yarı ayık, yarı sarhoş utanmadan, sıkılmadan gece-kulüplerinin kapılarında, içlerinde medyaya poz vererek, pis pis sırıttıklarında, acaba akıllarından neler geçirmektedirler, hiç düşünen oldu mu?..
TV ekranlarında boy gösteren o malûm dizi-filmlerdeki iğrenç “arkadaşlık ve aile münasebetlerini” sergileyen senaryoların oyuncuları, hele bilhassa kadın oyuncuları, acaba hiç rahatsız olmuyorlar mı?..
TV reklam filmlerinde rol alan sözde ünlü ve fakat aslında sadece meşhur oyuncular, bin-bir şaklabanlıkla dolarları ceplerine indirirken, acaba ne düşünüyorlar. Acaba hiç düşünüldü mü?..
Sözde talebe hayatlarını konu edinmiş bir yapımda bir grup genç için: (Onların zenginlikleri fakirlikleriydi) gibi bir garip sloganın rahatlıkla kullanıldığı dikkate alınırsa, bizim tv seyircimiz yani yüz-binlerce vatandaşımız bir hiç yerine konuyor demektir!...
Soruyorum! Sanatçı olarak halkımıza nasıl ürünler sunmaktasınız? Ben söyleyeyim: Hemen her tv dizisinde başlıca materyal: (Hastane koridorları, yoğun-bakım servisleri, hapishane-koğuşları, mezarlık) sahneleri ve daha bir çok iç açıcı (!) sahnelerle halkımızın duyguları sömürülmekte ve daha kötüsü de yegane eğlencesi tv olan aileler, böylece ruh hastası olup çıkma tehlikesiyle karşı, karşıyadır!.. Bütün bunları kimseler görmüyor mu?!.. Sanatçı geçinen günümüz oyuncuları, sanata ne derece değer vermekteyse, orasını derin, derin incelemeye lüzum yoktur. Sanat onlar için bir kazanç aracıdır o kadar! İçlerinde büyük çapta meblağları kumarhanelerde bırakan ve buna rağmen akarı ne kesilir ne biter misali har vurup, harman savurarak, yeni nesillerimize iyi(!) örnek olanları da mevcuttur. Ve soruyorum: Bunlar mı sanatçı?!..
Türk Milleti bir bütündür: Şu politikacıdır, bu sanatçıdır, diğeri sıradan insanlardır gibi bir garip lüksü yoktur. Bazı konular vardır ki, yaşanmadan öğrenilemez ve siz sanatçı dahi olsanız, bu hususta halk’a bir şey öğretemezsiniz, halk sizlere öğretir!...
Hepimizin yanî bütün milletçe hepimizin bir hususu gayet iyi bilmemiz lâzımdır: (Kimi sanatçı, kimi politikacı, kimi şu, kimi bu, birer sıfatla kurdukları tezgâhlarda bizleri yânî halkı sömürmektedirler...)
Bir hususu gayet iyi bilmemiz elzemdir: (Ne sanatçı, ne politikacı ve ne de bir başka kuruluş mensupları, “imtiyazlı sınıf” değillerdir ve böyle bir ortama zemin hazırlayanlara müsaade edilmemesi elzemdir!)
Saygıdeğer okuyucularım, şayet nasipse gelecek yazım:
(ÇUKUR-MUHALLEBİCİ VE JAMES BOND) mevzuunu ele alacağım. Zira bu meselede de, riyakârlık yapılmakta ve körü, körüne hareket edilerek asıl konu gözlerden uzak tutulmaya çalışılmaktadır!...
Hürmet ve saygılarımla yeni yazımda buluşabilmek ümidi ile mutlu günler dilerim efendim.