Entelektüel İlim Adamı Prof. Dr. AHMED GÜNER SAYAR,

İçi Boşaltılan Kavramları Anlattı…

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Muhafazakâr, dindar, mütedeyyin, ılımlı Müslüman ve benzer sıfatların Müslümanlıkla bağlantısı var mıdır?

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar: Bu normun içini dolduracak olan Müslüman, Müslümanlık nedir, onu iyi tespit ettikten sonra, bu ileri sürdüğünüz kavramlarla alakalı çerçevelerin bu norma uygunluğu, yâni normalliğini veya anormalliğini daha iyi görebilme imkânına kavuşuruz. Evvela Müslüman’dan, Müslümanlıktan neyi anlıyoruz, onu tespit etmek lâzım. İslâmiyet'te, kendisinden evvel gelen vahye dayalı dinlerle örtüştüğü ve ayrıldığı yanlar bulunmaktadır. Örtüştüğü yan, tek tanrıya iman. Tek tanrıya imanda İslâmiyet’in, Musevilik ve Hıristiyanlıkla hiçbir ayrısı gayrısı, farkı yoktur. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm’de geçen bir âyet vardır: ‘Ben, Musa’nın ve Hârun’un Allah’ına inanıyorum.’ Evvela bunu bir tespit edelim. Demek ki, vahye müstenit dinlerde Allah’ inancında birlik vardır.  İnançta birdir. Yol ayrılıkları, hedefe varmada kullanılan, istihdam edilen vasıtaların farklılığından kaynaklanır. Bunun daha derinliğine kazınması bizi, İbn-i Arabî’nin  esmaü’l hüsna  yorumuna götürür. O ayrı bir hikâye. Ama meselâ şimdi hangisini esas alıyoruz? 

Çetinoğlu: Müslüman’dan kast ettiğimiz, Peygamber Efendimizin bize tebliğ ettiği İslâmiyet’tir. Kur’ân’da yazılı olan İslâmiyet’tir. Esasen bunun dışında bir Müslümanlığı kabul etmemiz mümkün değil.

Prof. Sayar: Bu duruma göre, Müslüman’ın kapsama alanı, hangi çerçeve içerisinde bulunacağı veya buyurduğunuz esaslar özellikle belirlenmiştir. Bunun dışında yer aramak, yol aramak, bunu alıp başka yere götürmek, bu budur demek yanlış. Bu nedir? Ona geldiğimiz zaman, şunu söyleyebilirim ki, Kur'ân-ı Kerîm’de, Bakara Suresi’nin ilk ayetinde, meâlen; ‘Bu kitap içinde şüphe bulunmayan bir kitaptır ve muttakilere hitap eder’ der. Muttaki, Müslüman’ın somutlaşmış hâlidir; onun yapacağı şeyler vardır, yapmayacağı şeyler vardır. Bunlar ‘muttaki’nin içeriğini oluşturur.  Şimdi buna göre, sorduğunuz soruda geçen kavramla alâkalı çerçevelere bir bakalım.

Çetinoğlu: Muhafazakâr…

Prof. Sayar: Muhafazakâr neyi muhafaza ediyor? Parasını muhafaza eden de bir muhafazakârdır.

Çetinoğlu: İnancını muhafaza eden… Millî ve mânevî değerlerini muhafaza eden… 

Prof. Sayar: Törelerini muhafaza eden de muhafazakârdır. İngiltere’de bir Muhafazakâr Parti var, neyi muhafaza ediyor? Onlara bakmak lâzım… 

Çetinoğlu: Kültürünü muhafaza ediyor.

Prof. Sayar: Kültürünü muhafaza ediyor, tabii ki.

Çetinoğlu: 1950’li, 60’lı yıllarda mütedeyyin tâbiri yoktu İnancını muhafaza edene de dilini, kültürünü muhafaza edene de muhafazakâr deniliyordu.

Prof. Sayar: Evet. Muhafazakârlığın içeriğinin doldurulması gerekmektedir.  

Çetinoğlu: Dindar, Türkçü, Turancı, milliyetçi… Bunlar hep sonradan çıktı. Vaktiyle bunların hepsi muhafazakâr şemsiyesi altında toplanıyordu.

Prof. Sayar: Evet.

Çetinoğlu: Dindar deniliyor…

Prof. Sayar: Zaten Müslüman dindar olmak mecburiyetinde. Muttakilik zâten dindarlığı içeren bir kelime. Müslümanı muttaki kılacak esaslar, yerine getirildiği zaman, Müslümansınız demektir

Çetinoğlu: Fakat bugün ‘dindar’ denilen insanların biraz farklı durumlar içerisinde olduğu görülüyor.

Prof. Sayar: İşte bu o ‘norm’un, somut hayatta anormalleşmesinden kaynaklanıyor. Bunun örneklerini çokça verebiliriz. Benim için en çarpıcı örnek, Müslüman’ın, mütedeyyinin, muhafazakârın, muttakinin parayla imtihanıdır. Bu ‘norm’un somut gerçekte normalizasyonun sağlanıp sağlanmamasıyla kendini gösterir. Parayla imtihan için de, mihenk taşı, Cuma Sûresi’nin 11. Âyetidir: ‘Bir eğlence ve ticâret gördükleri zaman seni ayakta bıraktılar.’ Demek ki, parayı gördükleri zaman, Hz. Peygamber’i, cuma namazı hutbesini ayakta okurken, Müslümanlar mescidi terk ediyor. Bunu oradaki insanları ayıplamak mânâsında söylemiyorum. Siz veya ben orada olduğumuzda, Hz. Peygamberi dinlerken, ticâret kervanının gelmesi karşısındaki tavrımız ne olurdu, kulaklarımız evvelâ o tarafa, ticâret kervanının mescide gelişini belirleyen sese çekilir miydi?  Bunların cevabı, öyle basit olmasa gerektir.   

Çetinoğlu: Ona bakmak lâzım.

Prof. Sayar: Tabii. Mescit boşalıyor, ama Peygamberi terk etmeyenler de var. Ben on iki kişi tespit ettim. Birden ona kadar, Aşere-i mübeşşere, yerinden oynamıyor; on birincisi ezanı okuyan Bilal, on ikinci de Muaz bin Cebel. Diğerleri dışarıda. Bunlar peygamber görmüş adamlar yâni, ne diyeyim ben şimdi?!

Çetinoğlu: O zaman bile öyleymiş…

Prof. Sayar: O zaman bile öyleydi, onu demek istiyorum.

Çetinoğlu: Bugün buyurduğunuz on iki kişi gibi insan bulmak…

Prof. Sayar: Zor. Üzgünüm. Yok diyemem, ama kolay olduğunu pek düşünmüyorum.

Çetinoğlu: Var olmasına vardır da… Biz göremiyoruz… Zaman zaman kırmızı çizgiyi aşanları görüyoruz… 

Peki efendim, ikinci soru: Cemil Meriç, ‘İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleğidir’ diyordu. Necip Fazıl ise ‘İdeolojisi olmayan insan değildir’ iddiasındaydı. Siz ideoloji kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Sayar: Yine bu mevzuda, tipik norm - reel çatışması içerisinde bir çözüme ulaştırılabilir. Kurgulanan ‘norm’un, reel karşısında normalizasyonunun sağlanabilmesi için mutlaka testten geçmesi lâzım. Test edilmekten imtina edilen ve testten geçmeyen ‘norm’ normal olmaz. İdeoloji, ters öncesi bir alana sıkışmıştır. İdeolojiler normal olmayan kurgulamalardır. Hatta onlar test edilmeye dahi ihtiyaç duymazlar. İdeoloji, bir mânâda kulüp tutmak gibidir. Bir insan meselâ Trabzonlu’dur ve haklı olarak Trabzonspor’u tutabilir; yâni onu değiştirmek mümkün değildir.

Çetinoğlu: Ona ideoloji demek mümkün mü?

Prof. Sayar: Hayır, bence değil. Ama ideolojilerin bu tür bir katılığı, dogmatizme açık yanı vardır, onun için misal verdim. Yâni bir insanın kurgulanmış bir ideolojiden sıyrılabilmesi alternatif modeller üzerinde çalışmasını gerektirir. Bir zihniyeti benimsemekle olmaz. Yâni birinin Beşiktaş  veya Galatasaray taraftarı olması gibi… Ne Galatasaray Lisesi’nde okumuştur, ne de Beşiktaş’tan otobüsle geçmiştir, Anadolu’nun bir köşesinde yaşıyordur. Bu onun gibi bir hikâye. Hâlbuki gitmeli, görmeli, ideolojileri kafamızın içerisinde iyice yoğurmalı, mantıkî dedüksiyon sürecine tâbi tutmalıyız. Yoksa dogmatizme düşme tuzağı vardır. Her dogmanın bir pratiği elbette vardır; dogma, pratikle dengelenebilir. Ama bu, ancak nass-ı kat'iler için geçerlidir. İdeolojiler ise, nass-ı kat’i değil, aklın ürünü olduğu için mutlaka teorik olmalı ve pratikle yüzleşmelidir.  Aklın ürünü olan her şey,  teorik bir çerçeveye varmadan kabul edilirse, durum farklıdır. Diyeceğim şu ki, ideolojilerin de somut gerçekle rabıtalı olması lâzım. Yâni teorileşmesi ve mutlaka pratikle eşleşmesi lâzım; eşleşmediği müddetçe ideolojiler, teorik veya değil, daima ütopyaya kapı açar. Zaten yanlışlanmaması hâlinde dahi bir ütopya kendisini, metafizik bir düşünce kalıbında varlığı götürebileceği söylenebilir.. İdeolojilerden kurtulmak kolay değildir. Onun için rahmetli Cemil Meriç zannediyorum deli gömleği meselesini dile getiriyor. Deli gömleği giymeden ayakta durabilen, hakikat peşinde emekleyen insanlar pek azdır. Gençlik yıllarında hemen her insan, şu veya bu istikamete kırılmış ideolojileri zahmetsizce benimser. Çünkü kendisi imal-ı fikir yapamaz, yapamadığı için de kopyalar. Bir hâl, şeyin nüsha-ı sânisi olmak gibidir.

Çetinoğlu: Söylediğiniz mânâdaki ideoloji için Cemil Meriç’in ifâdesi doğru. Necip Fâzıl ideolojiyi; millî, mânevî ve insanî değerlere hizmet aşkı olarak düşünmüş olabilir. 

 Gençlerimizin vatan sevgisi, millet aşkı, hak-hukuk-adâlet kavramı, nezâket kaideleri, sevgi-saygı konuları hakkındaki davranışlarını genel mahiyette değerlendirmeniz mümkün mü?

Prof. Sayar: Şöyle değerlendirebilirim: Anadolu’da bir laf vardır; ‘Kork, Allah’tan korkmazdan…’ Yâni insan evvela bir Allah korkusu içinde olursa, karşısındaki insana da nasıl davranacağını, en azından ona saygı duyacağını, onun hakkına tecâvüz etmeyeceğini bilir. Biz bunu mümin için söylüyoruz. Biraz daha genişletelim, insan diyelim. Her mümin insandır, ama her insan mümin değildir. Ama şunu da söyleyelim ki, lâ-edri şâirlerden biri söylüyor:

‘Çünkü bildin müminin kalbinde Allah var 

Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var.’ 

Dolayısıyla, bunu insana şâmil kıldığımız için, yâni belki insanoğlunun yürüyüşünün de sonucu, her gelen Hızır, her gece de Kadir Gece’si olmalı.

Çetinoğlu: Dilimiz Türkçenin Ömer Seyfettin ve Ali Cânip Yöntem’in Selanik’te çıkardığı ‘Genç Kalemler’ mecmuasında başlattığı dilde sâdeleştirme çalışmalarından sonraki istihalelerini yorumlayabilir misiniz?

Prof. Sayar: Şunu söyleyeyim: 20. Yüzyılda dünyada iki büyük dil vardı. Bunlardan biri İngilizceydi, diğeri de Türkçe. İngilizce, 20. Yüzyıla emperyal dil olarak girdi, 20. Yüzyılı aştı, 21. Yüzyılda emperyalist bir dil olmaya niyetlendi ve bunu da başardı. Türkçe ise 20. Yüzyıla emperyal bir dil olarak girdi, sonra birtakım istihalelerden geçti, maalesef Ankara, dil reformuyla Türkçeyi klan dili hâline getirdi. Çok üzgünüm bunu söylediğim için. Çünkü kelimeleri tırpanladıktan sonra sizin düşünce ufkunuzun da daralacağı muhakkaktır. Kelime hazineniz ne kadar zenginse, şiiri o kadar kolay yazarsınız, felsefeyi de daha iyi düşünür ve ifâde edersiniz. Dahası, tabiatı da daha derinliğine tanımlama imkânına kavuşursunuz. Yâni altmış çeşit renk üzerinden konuşmak başka, beş tane renk üzerinden konuşmak başkadır. Tabiatta var olan renklerin de ton farklılıklarını isimlendirmek, sizin ufkunuzu genişletir, dünyayı algılamanızı kolaylaştırır. Bunu belirtmek için söyledim.

Çetinoğlu: ‘Türkçemizde bu özellik kalmadı’ Diyorsunuz. 

Prof. Sayar: Kalmadı. Bu özelliğini kaybetti. Çünkü Türkçenin sentaksı (cümle yapısı) imrenilecek bir yapıya sâhiptir. İki şeyi aklım almaz dil meselesinde. Bir, Araplarda nasıl böyle zengin bir dilin geliştiği; yâni bu adam deve üzerinde bu kadar mükemmel bir dili nasıl üretebilmiş? Nihâyetinde, dil de bir mekân mahsulü. Bir de Türkler bu sentaksı nasıl kurmuşlar? Arapçada, mesela, deve kelimesi o kadar zengin ki... Yüz yetmiş küsur tane deveye ilişkin kelime var. Ama bunlardan her biri, devenin farklı konumunu dile getiriyor. Biz ise, bir tane deveyle yetinmeye çalışmışız. Burada sorun elbette deveye vurgu yaparaktan, zengin kelime haznesine sâhip bir dilin dünyayı kavramada ve anlatımındaki ufuk genişliğidir.

Çetinoğlu: Biz deveci olmadığımız için… At konusunda zengin bir kelime hazinemiz var. Çünkü biz deveci değil, atçıyız. Yeni doğmuş atın adı, üç yaşındakinin, beş yaşındakinin, on yaşındakinin, enenmiş olanların, damızlıkların, yarışta ve binek maksadıyla kullanılanların, yük çekmek için kullanılanların adı başka başkadır. Ayrıca tüylerinin rengine, beyazlarının bulunduğu yere göre ayrı isimler verilir.  

Prof. Sayar: Sonra yılkıya bırakıyoruz o atları.

Çetinoğlu: Evet. Peki Efendim, Türkçemizin bugünkü durumu hakkında görüşleriniz nelerdir?

Prof. Sayar: Dediğim gibi sentaksı, cümle yapısı mükemmeldir. Kelime üretiminde çok ciddi sıkıntılar var. İşte eşleşemiyor. Bunu bilhassa Batı’da yükselen teknolojinin ürettiği yeni vasıtalar karşısında görüyoruz. Meselâ bilgisayar dilinde, ne bileyim, email diyoruz yahut elektronik posta diyoruz, e-posta diyoruz. Bunların hepsi yabancı kelimeler.

Çetinoğlu: Doğru. Türkçemize musallat olan problemlerden biri de bilgisayar Türkçesi. Sonra yabancı dille eğitim. Türkçe karşılığı varken veya Arapça-Farsça kökenli olmasına rağmen Türkçeleşmiş kelimeler varken batıdan kelime almak hastalığı… 

Prof. Sayar: Tamam. Meselâ çok tenkit edilen Arapça, Farsça kelimeleri bıraktık, yerini Garp dillerinden alınan kelimelere bıraktık, neticede Türkçe, klan dili hâlini aldı. Bahsettiğimiz hususlardan dolayı dilimiz güzelliklerini, kendine özgü özelliklerini yitirme aşamasına geldi.

Çetinoğlu: Evet. Benim de yazılarımda en çok temas ettiğim husus bu. Batı’dan gelen her şey cici, Doğu’dan gelen her şey kaka düşüncesiyle hareket ediliyor. Bu, dilimizi büyük çıkmazlara sokuyor. Dilimize yerleşmiş, yediden yetmiş yediye kadar herkesin bildiği kelimeleri kullanım dışı bırakıyorlar. Bu gayretleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Sayar: Temel problem… Biraz önce bahsettiğim Osmanlıcanın zenginliğini besleyen Arapça ve Farsçaydı. Dili sâdeleştirme sürecine geçilmesi haklı bir sebebe dayanır. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı’dan devraldığı okumuş yazmış yahut da münevver oranı yüzde 3 kadardı. Ama onların her biri de taş gibi münevverdi. Yüzde 97’si maalesef eçhel-i cühela dediğimiz câhil-cühelâ grubu. Böyle insanlardı. Yâni o zamanki maarif hizmetleri okuma ve okutmaya, bu oranı yükseltmeye dönüktü. Belki biz bugün bu oranı yüzde 90’ın üzerine çektik, ama fakirleşerek. Bu münevveri kaybettik, bu münevveri entel yaptık, entelektüel üretemedik. Bunu kastediyorum. Sıkıntımız bu.

Çetinoğlu: Haklısınız Efendim, Evlerimizi, sokaklarımızı aydınlattık, içimizdeki nur kayboldu. Başka bir soru: Öğretim-eğitim konusunda durumumuz nedir? Okullarımızda öğretim şöyle böyle var ise de eğitim yok deniliyor…

Prof. Sayar: Burada birinci ayak aile içinden gelir. Aile içi eğitim çok önemli. Belki bir çocuk, okula gitmeden, annesinin babasının gayretleriyle okumayı öğrenebilir; fakat çok daha önemlisi nasıl davranacağını bilmesi, bu çok daha önemlidir. Bunu artık okulda vermiyorlar; yâni eğitimi veriyorlar da bunu öğretmiyorlar. Belki öğretecek adamda da o birikim, bilgi ve özellik yok.

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar’ın Hocası Prof. Dr. Sabri Ülgener Hakkında Yazdıklarından…

SABRİ ÜLGENER'İN BIRAKTIĞI MİRAS

İktisat bilgisinin hemen yanıbaşımda Ülgener'in düşüncesini besliyen kanal din, hususiyle, İslamiyet olmuştur. Aslında Sabri Ülgener'in düşünce dünyasını kendi içersinde kemale, bir olgunluğa ve itminana götürmede, 'din'in çok önemli bir payı, o nîsbette kendine has dikkatleri çekici bir hikâyesi vardır. Dinî konularla ilgilenmek herşeyden evvel ona içerisinde doğup büyüdüğü ailevî hayatın sunduğu bir nimetti. Dedesi İsmail Necati Efendi Nakşibendî meşayihinden idi. Babası Mehmet Fehmi Efendi (Ülgener) ise uzun yıllar Bab-ı Meşihat'ta görev almış son devir İslam bilginlerinden idi. Bu muhît içersinde dedesinden tasavvufa meyleden yanını geliştirdi. Baba Mehmed Fehmî Efendi'den şer'î ilimler ile hüsnü hat öğrendi. Tasavvufî eserlerin genç Ülgener'in kafasında bir dizi problemin doğmasına vesile oldularsa da bunlardan yola çıkılarak sosyal bilimler alanında başarılı tezlerin ortaya çıkması için kader, Hitler'den kaçıp İstanbul'a gelen Alman hocaları Ülgener'e yardımcı kılacaktı. Webergil başvuru sistemi ile Ülgener târih, edebiyat, tasavvuf, fıkıh kitaplarından kendi problemleri için sağlam bir zemine kavuşmuş oluyordu. Sabri Ülgener'in İktisat Fakültesi'ndeki Alman hocaları için 'Aşere-i Mübeşşere' tâbirini kullanması, mânidardır.

Esasen Webergil adresinin yokluğu, korkarım, bize bugünkü Ülgener'i vermiyecekti. Weber'in ileriye götürülerek Türk-İslâm toplumuna uygulanması Profesör Ülgener'le gerçekleşmiştir.

Weber-Ülgener çizgisinin ehemmiyeti en azından 1774'ü günümüze bağlıyan zaman dilimi içersinde târihî ve aktüel olayların özüne nufûz edebilmede sosyal bilimcileri tek yanlılıktan kurtarmış olmasındadır. Bilhassa Osmanlı devlet geleneği içerisinde yoğrulan bizim insanımızın birçok bağlamlarda Batılı normlara ters düşmesinin en belirgin ifâdesini bizatihi 60 yıllık genç Cumhuriyetimizin târihinde gözlemlenen bazı olaylarda açık seçik görmek mümkündür.

Târihî bir muhasebeye başvurmadan bu düğümlenmelerin varlığını bazı sathî ve kısa soluklu açıklamaların güdümüne vermekle işin içinden çıkılamıycağı bir gerçektir. Ülgener hoca dikkatlerimizi iki asırlık çağdaşlaşma sürecinin yer yer tıkanması gerçeğinin dip köklerine çekti. Tanzimat'a kadar hep bir tutku halinde bir dizi olayın alevlenmesinde adetâ görünmez bir el olan özel mülkiyetçi eğilimler, dış dengelerin de verdiği şoklarla, kadîm Osmanlı ekonomik çerçevesini şirâzesinden çıkarmıştı. Tanzimat'ın 'ekonomi politik'ine ise bir türlü ayak uydurulamamıştı. İktisadî rasyonelliği, bir hesap-kitap insanı olmanın mesuliyetini sistemleştiremiyen bizim insanımız, bir kuşaktan ötekine, bu mirasını kesintisiz devrederek, 1980'lere ulaşıyordu. 

(Sabri Ülgener’e Armağan Kitabı. İstanbul 1987. Özetlenerek iktibas edilmiştir)

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU. İKİNCİ VE SON BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.