Tüm renkler solgun, beyazdan siyaha yorgun, hava ağır, içeriden bir şeylerin eksikliği dışarıdaki her şeyi fazlalıkmış gibi hissettiriyor. Tahammülsüzlük olup yükseliyor ciğerlerimizden boğazımıza: yapay olanlar, anlık olanlar, fazlaca ışıldatılmış ama içi çürümüş her şey, herkes.

İlerlemek doldurmak gerek boşlukları, tamamlamak yarım kalanları ama olmuyor. Karanlık tutuyor bizi, saplanıp kalmışız gibi bu anın içinde. Dışarıdan bir yerlerden, bir işaret bekliyoruz dağıtacak bu karanlığı. 

Kalmak istediğimiz bir yer değil bu karanlık, derine daha derine düşmeye çağırıyor gibi, kendinin bir parçası yapıp yutacakmışçasına talepkâr. 

İçeride acıyan bir şeyler var; beynimizde bir gerginlik, her an kurbanını seçip açığa çıkmaya hazır.

Yanlış olan bir şeyler var, bir yerlerde. Belki de o yanlışın ta kendisi biziz. Zaman, mekân ve varlığımızın buluşamadığı bu karanlık günleri tanıyoruz çünkü o hep oralarda bir yerlerde ve böyle ansızın iktidarı ele geçiriyor zaman zaman. 

En iyisi karanlıkta görmemek kimseleri, görsek de açmamak kendimizi, korumak herkesten, karanlığın kendisinden, negatiflikten, kırılganlıktan, yorgunluktan, yerinde saymalardan, anlaşılamamaktan, anlatamamaktan, anlamsızlıklardan, bir türlü harekete geçememekten, sıkışmaktan ne içinde ne dışında bir yerlerinde bu bedenin.

Daha birkaç gün önce gökkuşağının tüm renkleriyle dans eden bizler değilmişiz gibi bir karanlık. 

***

Karanlığın duygusunu, düşüncesiyle dans ettirdiğimizde, her birimiz kendi yaşadıklarımızı çağırırız derinlerimizden şu ana;

Kimimiz yaptığımız yanlışları ve korkularımızı, 

Kimimiz hayata geçiremediklerimizden doğan pişmanlıklarımızı, 

Kimimiz acıtıldığımız, ihanete, haksızlığa uğradığımız anlarımızı,

Kimimiz vakitsiz kaybettiklerimizi,

Kimimiz o nedenini bilemediğimiz karanlık uyanılan sabahları,

Kimimiz bekleyen bir türlü harekete geçemediğimiz, erteleyip durduğumuz anlarımızı.

***

Sistemler bu karanlık günlerimizi böyle çaresizlik düşünceleriyle yaşamamızı, bir tek biz yaşıyoruz sanmamızı, çabuk, kolay, dışarıdan, çözüm görünen tuzaklarla kendimizi baskılamamızı istiyor.

Öyle bir düşünce kümesinin içine girelim ki kendimizle hınca hınç dövüşelim, kabullenilip üstesinden gelinmesi gerekenleri köşelere itip görmek istemeyelim böylece yapay uğraşlar, sahte telkinler, bağımlılıklar,  maskeli kimlikler satın alıp gerçekliğimizin / potansiyelimizin üstünü örtelim, örttükçe altında ezilelim, kendinden başka her şeyi besleyici küçücük kutucuklara tıkılıp kalalım.

***

Hayat ne güzeldir oysa; 

Gülerken, ilişkiler yolundayken, işler büyürken, bolluk ve bereketteyken, sağlıklıyken, kalbimiz tatlı heyecanlarla atarken ve o heyecanlar karşılıklarını bulurken. Bol yıldızlı karneleri, kırmızı ayakkabıları, yeni futbol topu ya da bayram harçlıkları gibi çocukluk anılarımızın. 

Sonra aynı hayata karanlığı yakıştırırız; 

Ağlarken, ilişkiler bozulurken, işler ters giderken, yokluk çekerken (sevginin yokluğu, tutkunun yokluğu, sevdiklerimizin yokluğu, paranın yokluğu ve arandığı yerde olmayan başka her ihtiyacın yokluğu), kalbimiz korkudan patırdarken ve heyecanlarımız karşılığını bulamazken, endişeliyken, hastayken. 

Hayat aynı hayat, biz aynı; değişen, bilinçlice değiştirilen ise algılarımız… O halde birlikte bu resmi başkalarının yerleştirdiği, kendi zevklerimize uyamayan, yaşam amaçlarımıza hizmet etmeyen, tuhaf, eğreti ve emanet çerçevesinden çıkaralım. Resmi değil, çerçeveyi atalım.

Hayat hep o güzel anlardan ibaret olsaydı, belki de bir adım bile gelişme gösteremezdik. Acılar, endişeler, korkular, yeri doldurulamayan ihtiyaçlar, karşılığını bulamayan heyecanlar, bizi yeniden yaratmaya iter; kendimizi, işimizi, çevremizi, ilişkilerimizi, buluşları, sanat eserlerini.

Sakinlikle o anlarını da gözlemlemek hayatIn, kaçmadan anlatmaya çalıştıklarını dinlemek, talep ettiklerine kulak vermek, kendi içsel sürecimize teslim olmak, güzel anlara takılıp kalmamak, tutunmak için gereksiz çabalar sarf etmemek, evrenin mevsimleri yaşadığı zarafet ve tekamul ile ziyaret etmek bir o yanı bir bu yanı kendi hızımızda; bizi geliştirir, ruhumuzu besler, büyütür.  İçselleştirip uygulamaya dökmemiz gereken dışarıdan beklediğimiz o işaret işte burada, kendi içimizde yatıyor.

***

Siz karanlık günlerinize sahip çıkıyor musunuz? Yoksa hiç karanlık günleriniz olmadığı iddiasında mısınız?

Hiç geçmeyecek sandıklarımızdaki akışı ve sürekliliği görebiliyor musunuz?

Siz hiçbir limon çekirdeğinin, zeytin fidesine dönüşmek için kendiyle savaştığını gördünüz mü? Kışa küstüğünü; karanlıkta güneş alamıyorum diye karalar bağladığını? Ya bir gülün açmaktan, bir ağacın yaprak dökmekten yorulduğunu?

Sizin çekirdeğiniz ne? Kendi mevsimlerini, kendi potansiyelini teslimiyetle, özgürce ve tüm gerçekliğiyle yaşıyor mu?