Bahçede dolaşan kedilere, kuşlara bakıyoruz, yaşama dair kimisi şu an konuşulabilir kimisi yazılmak için geleceği beklemek zorunda olan hissiyatlar ile: 

Karınları açsa bir şeyler yiyorlar -yaşayacak kadar-. Aç oldukları anda, besinlerini ellerinden alma tehlikesi yaratan başka bir canlı ile karşılaşırlarsa saldırmadan önce seslerle uyarıyorlar. Utanma duyguları yok. İlişkilerinde içgüdüseller ve temel ihtiyaçları doğrultusunda hareket ediyorlar. Yarın yine işim düşer diye samimiyetsiz medeniyet çabaları yok. Çatıdaki kiremitlerin altına taşıyorlar; torba, çer çöp ne bulurlarsa, erkekli kadınlı. Hatta bazen aynı yuvaya, bugün papağan bir şeyler taşıyor, yarın kumru, öbür gün buralara özgü turuncu gagalı, ötmeyi çok seven kuşlar. Görünüşe göre, ortada bir evlat varsa -açlıktan ölme gibi bir risk de yoksa- ayırmıyorlar, senin çocuğun, benim çocuğum. 

*    *    *

Bir film izlemiştim, hep bir şeylere yaramaya çalışan, sürekli ne yapması ne olması gerektiğini düşünen bir kadın, bir kartalın yuvasını yapıp yavrularını beslerken ki belgeselini izlerken bir farkındalığa varıyordu. Kartal, muhakkak ki, kendini nasıl gerçekleştireceğini düşünüp durmuyordu ama sezgisel olarak evrenin her günü aynı hareketi tekrarlıyor ve aslında yaradılış amacını gerçekleştiriyordu. 

*    *    *

Ya, biz insanlar? Zaman zaman, insan aklının Tanrı tarafından bizlere, dünyaya düşmeden hemen önce eklendiğini, kusursuz tasarımımızda belki de yer almadığını düşünüyorum. Akıl dünya sınavının ta kendisi belki de bize ait, kurgulayabilen, kurguladıklarına bağlanabilen, inanabilen ve ‘düşün dur’ ya da ‘sadece yap’ böylelikle kendi cennetini ve cehennemini kendin için yarat temalı meziyet. 

*    *    *

Seneler önce, bir çalışmada gözümü kapayıp odadaki eşyalara çarpmadan kendi koltuğumu bulmam istenmişti. Yerimden hiç kımıldamadan durup hemen sonra gözlerimi açtım. Yapılası değildi, haydi yapıldı diyelim hayatıma hiçbir şey katmayacak bir vakit kaybıydı. Geri dönüp sert adımlarla koltuğuma oturdum, bacak bacak üstüne atıp kollarımı bağladım. Beden dilim, gözüm bakarak yapabildiğim sıradan bir eylemi gösteriye dönüştürmeye çalışan bu saçmalığa bir son verilmesini istiyordu. 

Az sonra eğitmenim, benim başlamamı istediği yerden çok daha ötede gözlerini kapadı ve olduğu yerde döndü. Durduğunda onu ayakta tutacak dengesini sağladı, bunu değişik bir nefes çalışması takip etti ve avuç içlerini tam karşısına doğru açarak etrafındaki hiçbir şeye dokunmadan bazen biraz yanlış yöne bazen çapraz bazen geri geri bir süre sonra koltuğunu buldu. 

Gördüklerimin tam bir deli saçması olduğu kanaatindeydim, süremiz de dolmuştu. “Nasıl yaptınız?” dedim, “hayvanlar gibi” dedi, havayı koklayarak. “Bundan sonra toplantılarda koltuğumu hayvanlar gibi koklaya koklaya bulurmuşum” deyip kahkaha atarak vedalaştım. 

Dalga geçmenin, insan doğasının güzide bir savunma mekanizması olarak, anlayamadığımız ya da başa çıkamadığımız şeyleri savsaklayan silahlarımızdan biri olduğunu çok sonraları öğrenecektim.

*    *    *

İnsan aklı bazı durumlarda tıkanır. Bu iddia, aklın değersiz bir parçamız olduğu düşüncesine sebebiyet teşkil etmesin. Aklın aracılığı ile elde ettiğimiz tüm verileri birleştiriyor olmasaydık daha derinlere inmek için -bunca gürültünün içinde- içsesimizi duymayı nasıl keşfederdik? Lakin gün geliyor, doğru bir tek değil birçok olabiliyor hatta bazen ortada ne doğru ne de yanlış olabiliyor. Yol haritamızı desteklediğimiz veriler o noktadan sonra tanımlanmış kalıplara, kutulara sığmayıp anlamsızlaşıyor. Ya da bazen bir belirsizlik hali her şeye hakim olup gidilecek nokta görüş mesafesinde olmayabiliyor. İşte, o zamanlarda iç sesin gözü kapalı koltuk bulmaktan çok daha öte olduğunu anlıyoruz. 

Mustafa Kemal Atatürk gibi, Gandi gibi, Mandela gibi insanların kimsenin yola çıkmayı akıl edemediği yolları yürümüş olmaları sanıyorum ki akıllarının yanında böyle anlarda sezgisel yeteneklerini kullanabilmelerinden ileri geliyor. 

Özetle, aklımızın keskinliği, sezgimizin açıklığı kadar deneyimleyebiliyoruz her şeyi ve ötesine dalga geçilesi, gülünesi, küçümsenesi, büyüklük taslanası, ayıplanası kocaman zırhların ardında bakmaya bile tenezzül etmiyoruz. Bu büyük sonsuzluktan alabildiğimiz “kabımızın ölçüsü” kadar o halde, kabımızı genişletme gayesi neden bu kadar önem taşır, sanıyorum cevabı açıktır.