Anadolu, tarih boyunca dünyanın jeopolitik faylarının kesişme noktasında yer almıştır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin “Kenar Kuşak”ta bırakılması, bu jeopolitik zenginliği baskılama hedefine yöneliktir. Stalin’in Türkiye’den Boğazlar’da ortak yönetim ile Kars ve Ardahan’ı istemesi, bu ülkeyi NATO’nun mecburi üyesi yapmıştır. Böylece komşularla arasına demirperde çekilmesi, ekonomik, kültürel sinerjinin önlenmesi, nihayet siyaseten izole edilmesi dönemi yaşanmıştır.

Soğuk Savaş sonrasında demirperdelerin yıkılması ile sadece ekonomik ve ticari değil kültürel ve siyasal güç toplama süreci, Arap Baharının dayandığı Suriye aşaması ile yeniden düşüşe geçti. Daha 1980lerde Türkiye-Suriye ilişkilerinde duvarlar yıkılmaya başlandı. Antep, Maraş, Kilis’i geçelim Gebze’den dahi yüzlerce firmanın Suriye şehirlerinde acentaları, müşterileri ortaya çıktı. 2000lerin başında ABD’nin bazı derin mahfillerinde Türkiye-Suriye-Azerbaycan’ın tek ülke haline geldiğini feryatlarla gösteren haritalar çizilmeye başlandı. Bu haritaya Irak, Gürcistan, İran ve diğer komşular, komşu ötesi devletler de katılma sürecine girdi. Tam da bu arada başlayan Medeniyetler İttifakı söylemleri, ardından Arap Baharı komplosu, bütün bölgeyi ateş girdabına sürükledi.

Bugün “Türkiye Savaşa Girecek mi?” sorularına “Hayır, kimse böyle bir endişeye kapılmasın” cevapları son derece yavan kalmakta, endişeleri gidermemektedir. Rusya’nın dahi bu yöndeki cevapları anlamsız kalmaktadır. Ortada olan bir gerçek var ki Türkiye büyük bir savaşın içine önemli ölçüde girmiştir ve adım adım derinlere çekilmektedir. İki yıl önce bugünleri kaç kişi tahmin ederdi?

I.Dünya Savaşı’na girerken büyük deniz güçlerine karşı Almanya ve Avusturya-Macaristan ile ittifak kurulmuştu. Abdülhamid’i tahttan indirmenin ertesinde aktif politika hevesleriyle Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarından sonra devleti Dünya Savaşına sokanlar, herşeyin en doğrusunu bildiğini zannederek her adımda daha büyük felaketlere kapı aramışlardır. Batırdıkları asırların imparatorluğundan kaçarken akıllarından nice keşkeler geçmiş olabilir. Ancak bir yanlışı bir sonraki yanlışlarla telafi etme hastalığı, milyonların helak olması ile sonuçlanmıştır.

Bugün Türkiye, her yönden dış bağlantıları bulunan iç terörle boğuşmaktadır. Sivil-asker şehit cenazeleri, ülke savunması yönündeki vatandaş iradesini, halkın vatanına sahip çıkma heyecanını hiçbir şekilde azaltmamaktadır. Gerektiğinde fiili savaşı muhalefetin de destekleyeceği, bu ülkenin moral gücüdür. Bununla beraber, “niçin bunlar yaşanıyor?”, “ne zamana kadar?” soruları havada uçuşmaktadır.

İçeride yaşanan terör olaylarının faillerinin kısa zamanda tespit edilmesi önemlidir. Bununla beraber faillerin tespiti tahribatı imar etmediği gibi şehitleri geri getirmemektedir. Benzer durum yakın coğrafyada, Suriye’deki tükenişi, yok olmayı da telafi etmemektedir. Bu durumda güven ve azimle verilen beyanatlar, sadece günü kurtarmakta, gittikçe yükselen terör ve zulüm trendini önlememektedir. O halde “nerede yanlış yapıldı?” sorusunun tekraren sorulması ve zararın neresinden dönülürse kâr olduğu hatırlanmaldır.

Eğer Suriye üzerinden Rusya, İran, Irak yanında ABD ve diğer müttefiklerimiz de Türkiye’ye yönelik terörü destekliyorsa, bu sorun sırf beyanlarla çözülmez. ABD’nin PYD’yi terör örgütü saymaması bence fırsattır. Acaba ABD, bu örgütü terör örgütü saydığını söyleseydi bunun bir anlamı olacak mıydı? Nitekim nice müttefiklerimiz PKK’yı terör örgütü olarak tanımışlar, ancak icraatları tam aksi yönde.

Türkiye’nin Rusya’nın yanında Suriye, Irak ve İran ile çatışması, onu daha fazla batının kucağına itiyorsa yeniden Soğuk Savaş komplosuyla karşı karşıya kalınıyor demektir. Bunun bir adım sonrası yeniden izole edilmiş “Kenar Kuşak” ülkesidir. Esasen komşu ve yakın bölge ülkeleriyle izole edilme sürecine girilmiştir.

Suriye ve Irak, Sykes-Picot’ın sun’î sınırları üzerine kurulmuştur. Bu durum yanlış kaynamış kemik gibidir. “Ne güzel, Sykes-Picot yıkılıyor artık” demek, milyonlarca Suriyelinin göçmen olmasını, aç bi-ilaç yollara düşmesini, binlerce Aylan bebeklerin boğulmasını, on binlerce çocuğun organ mafyasının, genç kızların kadın tacirlerinin eline düşmesini, iki hafta önce doğurduğu bebeğinin açlıktan ve soğuktan öldüğünü öğrenen Suriyeli annenin gözlerinden akan sessiz damlaları memnuniyetle karşılamak demektir. Türkiye’deki şehit cenazelerini, şehit yetimleri ve dulları ile pek sesi duyulmayan binlerce sakat gazileri de buna ekleyelim.

Küresel ve bölgesel fay hatlarının düğümlendiği Suriye krizini, bütün hesapları altüst edecek şekilde çözmek için Türkiye’nin büyük adım atması lazım. Bu adım Suriye halkının ülkesinde güvenli bir şekilde yaşamak şartıyla (demokrasiyi şimdilik unutalım) Suriye yönetimi ve Rusya ile masaya oturma teşebbüsüdür. Buna başta İran olmak üzere diğer bölge ülkeleri de katılacaktır. Uçuşa yasak bölge veya Esedsiz Suriye çıkmaz politikalarıyla Suriye’de sağlam şehir ve Suriyeli kalmadı. Bu çapta bir geri adım ilk bakışta prestij kaybına, belki de bir aşama sonra iktidar kaybına yol açacaktır. Ancak hatayı hata ile telafi etme politikalarının yol açtığı tahribat, iktidarda kalacak ülke bırakmayacaktır.

Bir bakıma kurtuluş savaşı sürecinde de olsa birçok bakımdan halen güçlü bir Türkiye vardır. Bu süreçte ihmal edilmemesi gereken diğer bir alan üretimdir. Sanayide, tarımda, hayvancılıkta ve eğitim/araştırmalarda. İktidar, muhalefet ve bütün kesimleriyle halk, günün acil ve gerçek ihtiyaçlarıyla ilgisi olmayan kısır tartışmalarla meşgul olmamalıdır. Unutmayalım: Asker, midesi üzerinde savaşır.